Hammurabi Yasalarının Adalet Anlayışı ve Modern Hukukun Etik Çelişkileri

Hammurabi Yasaları, yaklaşık MÖ 1750 yılında Babil’de ortaya çıkan ve yazılı hukuk sisteminin erken örneklerinden biri olarak kabul edilen bir düzenlemedir. “Göze göz” ilkesiyle tanınan bu yasalar, cezalandırmada karşılıklılık ilkesini benimseyerek adaletin sağlanmasını amaçlamıştır. Ancak, bu yaklaşım, modern hukukun etik ve ahlaki temelleriyle karşılaştırıldığında, bireysel haklar, toplumsal eşitlik ve cezalandırmanın amacı gibi konularda derin çelişkiler ortaya çıkarır. Aşağıdaki analiz, Hammurabi Yasalarının adalet anlayışını tarihsel, toplumsal, antropolojik ve etik boyutlarıyla ele alarak, modern hukukun bu mirasla nasıl bir diyalog kurduğunu inceler. Metin, bu karşılaştırmayı çok katmanlı bir şekilde değerlendirir ve çağdaş hukuk sistemlerinin bu erken modelden aldığı dersleri sorgular.

Adaletin İlk Yazılı Kodu

Hammurabi Yasaları, Mezopotamya’da toplumsal düzeni sağlamak için geliştirilen ilk yazılı hukuk sistemlerinden biridir. 282 maddeden oluşan bu yasalar, cezai yaptırımlardan ticari düzenlemelere kadar geniş bir yelpazeyi kapsar. “Göze göz” ilkesi, bir suçun mağduruna, suçlunun aynı ölçüde zarar görmesiyle telafi sunulmasını öngörür. Bu yaklaşım, o dönemin toplumsal yapısında intikam döngülerini kırmayı ve cezalandırmayı standardize etmeyi amaçlamıştır. Ancak, yasalar sınıfsal ayrımları da yansıtır; soylular, köleler ve özgür yurttaşlar için farklı cezalar öngörülmüştür. Bu, adaletin evrensel bir ilke olmaktan ziyade, hiyerarşik bir toplumun ihtiyaçlarına hizmet ettiğini gösterir. Modern hukukta ise cezalandırma, bireysel eşitlik ve rehabilitasyon gibi ilkelere dayanır; bu da Hammurabi’nin karşılıklılık anlayışının sınırlamalarını ortaya koyar.

Karşılıklılık İlkesinin Toplumsal Temelleri

Hammurabi Yasalarının temelinde yatan karşılıklılık ilkesi, antropolojik açıdan insan topluluklarının erken dönemlerinde gözlemlenen “kısasa kısas” anlayışıyla bağlantılıdır. Bu ilke, bireyler ve gruplar arasındaki çatışmaları düzenlemek için bir kontrol mekanizması olarak işlev görmüştür. Ancak, bu yaklaşım, cezalandırmanın yalnızca fiziksel veya maddi bir denge sağlamaya odaklanması nedeniyle, bireyin içsel dönüşümünü veya toplumsal iyileşmeyi göz ardı eder. Modern hukuk sistemleri, cezalandırmayı caydırıcılık, rehabilitasyon ve toplumsal koruma gibi çoklu amaçlarla ele alır. Hammurabi’nin yasaları, bu bağlamda, adaletin bireysel ve kolektif boyutlarını dengeleme konusunda eksik kalır. Öte yandan, bu yasaların yazılı hale getirilmesi, hukukun şeffaflığı ve öngörülebilirliği açısından devrimci bir adımdır ve modern hukukun temel taşlarından biri olan “kanun önünde eşitlik” ilkesine dolaylı bir katkı sunmuştur.

Etik Sorular ve İnsan Hakları

Hammurabi Yasalarının “göze göz” anlayışı, etik açıdan modern insan hakları kavramlarıyla çelişir. Örneğin, bir suçlunun gözünü çıkarmak, adaletin sağlanmasından ziyade, yeni bir zarar döngüsü yaratabilir. Modern hukuk, cezalandırmada orantılılık ilkesini benimser ve cezaların insan onuruna zarar vermemesi gerektiğini vurgular. Hammurabi’nin yasaları, suç ve ceza arasında doğrudan bir denge kurarken, suçun toplumsal bağlamını, failin niyetini veya mağdurun uzun vadeli ihtiyaçlarını dikkate almaz. Bu, adaletin yalnızca bir matematiksel denkleme indirgenmesi riskini taşır. Öte yandan, bu yasalar, dönemin koşullarında kaosu önlemek ve toplumsal düzeni sağlamak için pragmatik bir çözüm sunmuştur. Modern hukukun etik paradoksu, cezalandırmanın hem bireysel hem de toplumsal ihtiyaçları dengeleme çabasında yatmaktadır.

Toplumsal Hiyerarşi ve Adaletin Sınırları

Hammurabi Yasaları, adaletin uygulanmasında toplumsal hiyerarşiyi koruyan bir yapı sergiler. Örneğin, bir soyluya zarar veren bir köle, bir soylunun başka bir soyluya verdiği zarardan daha ağır cezalar alır. Bu, adaletin evrensel bir ilke olmaktan çok, güç ilişkilerine hizmet ettiğini gösterir. Modern hukuk sistemleri, teorik olarak, kanun önünde eşitlik ilkesine dayanır; ancak pratikte, ekonomik, ırksal veya cinsiyet temelli eşitsizlikler bu ideali sorgulanabilir hale getirir. Hammurabi’nin yasaları, bu anlamda, modern hukukun kendi içindeki çelişkilerini yansıtır: Hukuk, toplumsal düzeni korurken, aynı zamanda mevcut güç yapılarını pekiştirme riski taşır. Bu durum, adaletin tarafsız bir ideal mi, yoksa toplumsal sözleşmenin bir yansıması mı olduğu sorusunu gündeme getirir.

Dil ve İktidar Arasındaki Bağlantı

Hammurabi Yasalarının yazıldığı çivi yazısı, hukukun kalıcı ve otoriter bir şekilde iletilmesini sağlamıştır. Yasaların taş tabletlere kazınması, hem bir iletişim aracı hem de kralın otoritesinin sembolü olarak işlev görmüştür. Dil, bu bağlamda, yalnızca bir anlatım aracı değil, aynı zamanda iktidarın bir aracıdır. Modern hukukta da dil, yasal metinlerin karmaşıklığı ve erişilebilirliği üzerinden benzer bir rol oynar. Örneğin, yasal jargon, hukukun tarafsızlığını koruma iddiasında bulunurken, sıradan bireylerin hukuku anlamasını zorlaştırabilir. Hammurabi’nin yasaları, bu açıdan, hukukun dil aracılığıyla hem birleştirici hem de ayrıştırıcı bir güç olabileceğini gösterir. Bu durum, adaletin erişilebilirliği ve kapsayıcılığı konusunda modern hukuka önemli bir soru yöneltir.

Gelecekteki Hukuk Sistemlerinin İlham Kaynağı

Hammurabi Yasaları, adaletin yazılı ve sistematik bir şekilde uygulanmasının ilk örneklerinden biri olarak, modern hukuk sistemlerinin temelini atmıştır. Ancak, bu yasaların “göze göz” anlayışı, cezalandırmanın amacına dair çağdaş tartışmalarda sınırlı bir yer bulur. Gelecekteki hukuk sistemleri, yapay zeka ve veri analitiği gibi teknolojileri kullanarak cezalandırmayı daha bireyselleştirilmiş ve öngörülebilir hale getirme potansiyeline sahiptir. Ancak, bu teknolojik ilerlemeler, Hammurabi’nin yasalarının da karşılaştığı etik soruları yeniden gündeme getirir: Adalet, bir algoritmanın hesaplamalarına indirgenebilir mi? İnsan onuru, bu süreçte nasıl korunacaktır? Hammurabi’nin yasaları, bu bağlamda, hukukun evrensel ilkeler ile toplumsal ihtiyaçlar arasında bir denge kurma çabasının erken bir örneği olarak değerlendirilebilir.

Hammurabi Yasaları, adaletin hem bir ideal hem de bir pratik olarak nasıl şekillendiğini anlamak için zengin bir zemin sunar. Modern hukukun etik çelişkileri, bu yasaların mirasından bağımsız değildir; aksine, bu miras, adaletin evrensel bir ilke mi, yoksa tarihsel ve toplumsal koşulların bir ürünü mü olduğu sorusunu sürekli olarak gündeme getirir. Bu sorgulama, hukukun yalnızca bir düzenleyici mekanizma değil, aynı zamanda insanlığın ortak değerlerini yansıtan bir ayna olduğunu gösterir.