HARÛN REŞİD İLE BEHLÛL – Sebahattin sumeli

Tarih tekerrürden mi ibaret bilinmez ama bugün, dünde saklı olduğu için onun izdüşümüdür aynı zamanında derlerdi evvel zamanın sırlarını bugüne taşıyan söz ustaları. Kelamın yükünü ve hükmünü heybelerinde taşıyan mahir aşıklar, dervişler ve abdallar, divanlarında yadigâr aldıkları devri alemin musibetlerini nasihat eylerdiler ahaliye usulünce usanmadan. Gayri ötesi onların bileceği işti, kendilerine çıkaracakları manaları. Kimisi eğlence niyetine neşem olsun deyip güler geçer; kimisi ise sadece oyuncuları değişen bu hayatın ibretlik hikâyelerini kulağına küpe yapar, rehber eder zaman ve mekanına! Ne de olsa kesintisiz bir nehir gibi akardı yaşam geleceğe; saygıda kusur etmek olmazdı onun baki kalan ruhuna…

 Derler ki evvel zamanlardaki beni-ademler hep ikili olduğuna inanırmış bil cümle yaradılışın. Her şey çift yaratılmıştı; yan yana, yüz yüze, karşı karşıya, iç içe. Adına da iyi-kötü, güzel-çirkin, doğru-yanlış, gece-gündüz koymuşlardı… Ondandı ki bura insanının ilk bilgesi, ilk Feylesofu, ilk peygamberi Zerdüşt adını koymuştu; Aydınlık ve Karanlığın biraradanlığı, içiçeliği, kardeşliği veya hasımlığı!

Ama ikisi farklı yurtların, ayrı diyarların varlık ve vukuları değildi bilgelerden sonraki çömezlerinin de lügatinde; aynı yurda olduğu gibi, aynı haneye, hatta aynı yüreğe bile iç içe misafir veyahut malik olurdular bir ‘şey’in iki yüzü diye…

***

Bugün yine Behlûl’ün divanına konuk olacağız; zaman ve mekânın hükmünün serdar olmadığı kelimelerin dünyasına…

Rivayet odur ki, Müslümanlığın çıkış ve yayılma çağlarında tüm Arap coğrafyası Müslümanlaştırıldıktan sonra; Şam, Bağdat, Farisî ve Kürdî diyarları da kılıç zoruyla ‘kafirler’ dize getirilir, mutlak hakimiyetle ümmeti Muhammed’in hilafeti vücut bulur. Dönem Abbasi halifeliği çağıdır. İslam kılıcıyla nam salmış ‘Acem’ diyarlarının ünlü kralı Harun Reşid bu coğrafyada tam hakimiyet sağlayarak, hilafetini ilan eder. Bilcümle Müslüm-Gayri Müslüm tebaalara biat ettirerek ya Müslüman olmaları ‘sağlanır’ ya da bac ile haraca bağlanarak halifeliğe tabi olmalarını sağlar. Harun Reşid, savaşçılığı ve gaddarlığıyla çevreye korku salarak saltanatını kurmuştur. Bundan dolayı onun hüküm sürdüğü hilafet topraklarında hiç kimse hiddetine maruz kalmak istemezmiş. Söylediği söz kanun, koyduğu kaide ise ‘ayet’ sayılır, biat edilirmiş.

Bağdat-Rakka-Şam saraylarında varlık, zevk û sefa içinde yaşayan Harun Reşid, ahalinin ahvalinden pekte haberdar ve alakadar değil imiş. Daha çok etrafında kümelenen şürekâsı, saray zümresi ve yanaşmacıları, ahalinin durumunu kulağına fısıldar, ona telkinlerde bulunurlarmış. İstemedikleri çevrelere çamur atar, ‘kafir, münafık, zındık, hırsız, ahlaksız’ diye vaaz eder, karalar ve Harun Reşid’in hiddetini onlara yönlendirir, ocaklarını söndürürlermiş. Zenginlik ve ganimetlerine göz koydukları diyarlara karşı Harun Reşidi kışkırtır, ‘İslam kılıcı’ ile savaş ilan ettirir; ‘kafirleri imana getirene kadar, müşriklere diz çöktürene kadar’ yani istediklerini elde edene kadar durmazlarmış! Oysa asıl dertleri ne din ile iman, ne ümmet û hilafet, temel gayeleri mal, mülk ve haremlerine katacakları cariyelerdir…

Yalnızca dışa karşı değil, içte de aynı şekilde etrafında oluşan bu şürekasının telkin, yönlendirme ve istemiyle kendi tebaasına karşı da ayrımcılık had safhaya çıkmış, bozulma almış başını gitmiştir. ‘Adaletin, barışın, merhametin, hoşgörü ve beraber yaşamın timsali İslam hilafeti’ ciddi anlamda yozlaşmanın batağına saplanmıştır. Bu saray ulema ve şürekasına rüşvet vermeyen, bir dediğini iki eden kim varsa hile hurdalarla, Harun Reşidin divanına bile intikal ettirmeden, kadı ve erkanının eliyle bertaraf edilmekteymiş…

Bir de Hilafetin topraklarında, Payitahtında yaşayan Behlûl adında biri varmış. Behlûl, derviş, abdal, aynı vakit alim ve bilge olan, gözü dünya malında olmayan cömert, sözünü hiçbir muktedir ve erkandan, serasker ve cengaverden esirgemeyen, nerde bir adaletsizlik görürse sakınmadan hakkın tarafını tutan bir zat imiş. Hem din ve iman ilminde, hem toplumsal adalet, eşitlik hak ve hukukta tüm ulemayı, kadıları geride bırakan Behlûl, mütevazı bir yaşam sürermiş. Garip-gurebanın yanında duran, haksızlık ve hukuksuzluğa tahammül edemeyen, karşısındaki Harun Reşid bile olsa sözünü sakınmadan söyleyen, gelişen yozlaşmadan onu mesul tutan, ahalinin sevdiği saydığı, ermiş olarak kabul gördüğü bilge biri imiş.

Açık sözlülüğü, hak-hukuk, adil tavır ve davranışından dolayı tüm hilafetin coğrafyasında nam salmış, payitahtta hatırı sayılır bir tesiri oluşmuş. Bundan dolayı ne kadılar, ne ulema, ne de eşraf çabuk çabuk Behlûl’ü direkt karşılarına almayı göze alamıyor, kendilerini ondan sakınırlarmış. İslam coğrafyasının yenilmez Halifesi namını almış Harun Reşid bile bundan kaynaklı çabuk çabuk Behlûl ile yüzgöz olmak istemezmiş. Zira defaatle hak-adalet, ilim ve irfan konularında cami ve çarşıda ahalinin huzurunda Behlûl’e münakaşaya girmiş ve her seferinde Behlûl onu ve ulemasını alt etmiş, galip gelmiş, onları susturur olmuştu…

Gel zaman git zaman bu çürüyen, yozlaşan düzen gün be gün derinleşerek devam ederken, nahoş bir durum vuku bulmuş. Payitahtta Müslümanlığı kendine takiye yapan, onun gücünü arkasına alan hilebaz, rüşvetçi, haram yedi tüccar ve bezirganlar yaptıkları sahtekarlıklardan dolayı ahali onlardan alışverişini kesmiş, yüzünü gayri Müslümlerin dükkanlarına çevirmişler. Zira   en adi, sahte, yaramaz, dayanıksız, kalitesiz mal ve ürünleri fahiş fiyatlara satıp milleti, yoksul ahaliyi dolandırırlarmış. Ahalinin Müslüman bir dükkândan aldığı bir ayakkabı veya libası bir-iki ay giyebiliyorken, gayri Müslüm bir esnafın dükkanından daha ucuza aldığını ise yıllarca giyebiliyormuş. Kılık kıyafetten, yiyecek ve gıdaya tüm mal ve ürünlerde bu vaziyet hâkim olmuş. Bundan kaynaklı ahali de alışverişini gayri Müslümlerin dükkanlarından yapar olmuşlar. Sahtekarlar zamanla zarar etmeye, iflas etmeye başlamışlar. Yaptıkları tüm hile-hurda, yalan ve iftiralara rağmen buna bir hal çare bulamamışlar. Gayri Müslüm esnafın dürüst, helal, temiz emek ve alın teri, sağlam el işçiliğinin liyakati olarak onlara yönelen ahalinin önünü kesmek ve kendilerine döndürmek için kumpas ve hile yollarını arar olmuşlar.

Sahtekarlığı meziyet edinen bezirganlar bu kötü gidişatı durdurmanın bir hal çaresini bulmak için bir araya toplanarak; “…Görüyorsunuz zati muhteremler; bu kafirler rızkımızı çalıyorlar. Onların yüzünden bir malımızı satamaz olduk. Dükkanlarımızda sinek avlar olduk. Bir şey yapmasak hepimiz batacağız. Bu kafirler pis, haram, dinimizce caiz olmayan mal ve ürünler getirip ahaliye satıyorlar. Ahali de cahil-cühela bilmiyor, bunlara tamah ediyor. Bütün ahali yönünü onların dükkanına çevirmiş durumda. Bir şeyler yapmalıyız müminler, ümmeti Muhammed, bu gidişatı durdurmalıyız!..” diyerek birbirlerini kışkırtırlar.

Gayri Müslümlerin başına bir çorap örmek için şeytanın aklına gelmez türlü fırıldaklar çevirmeyi münakaşa ediyorlar lakin bir tutar yan bulamıyorlar. Zira onların lehine kullanacakları bir açıklarını bulamıyorlar. Ahali onlardan memnun; uygun, makul fiyatlarla kaliteli mal ve ürünler satıyorlar. Halkta buna gerekli teveccühü gösterip onlardan alışveriş yapıyor. Bunun aksini iddia etseler de ispatlayamadıklarından dolayı bu tür yollara baş vurmaya cüret edemiyorlar. Dünya malından olmanın getirdiği öfke ve kinin hararetiyle bağırış çağrışmaların hakim olduğu istişarede, kumpas kurma, dolap çevirme, mekanları yakma-yıkma gibi türlü teklifler havada uçuşur. Fakat bunu yapacak cesaret ve güvenleri olmadığından havada asılı duruyor. En son ‘akil adam’ edasıyla sakalını sıvazladıktan sonra yüksek sesiyle ortalığı susturan abalı, takkeli hacı bakkal:

  • Zatı Müslümanlar, saatlerdir münakaşa ediyoruz lakin bir neticeye varamadık. Belli ki elimizden gelen bir şey yok, bunu durduracak kendi kudretimiz yok. O zaman bizde ne yapacağız, kalkıp yüce halife, Müslümanlığın kılıcı, kafirin korkulu rüyası Harun Reşide gideceğiz, ona sığınacağız ve hal û meseleyi ona intikal ettireceğiz. Ondan bir hal çaresini bulmasını rica edeceğiz.
  • İyi hoşta nasıl ikna edeceğiz. Bu mevzuyu huzuruna götürmemiz için geçerli sebeplerimiz olmalı. Pirince giderken evdeki bulgurdan da olmayalım sonra. Makul sebeplerimiz olmasa kellemizden de olabiliriz. Hem malımızdan hem de canımızdan oluruz o vakit?
  • Zati aliler, o vakit bizde ikna etmek zorundayız, başka çaremiz yok! Dini mukaddesimizin gereklerine göre davranacağız. Dünyaya hükmeden İslam hilafetinin payitahtında, cihan halifesinin evinde onun din kardeşleri biz müminler, kafirlerin bu haksız rekabeti karşısında mağdur olurken, Harun Reşid kayıtsız kalmayacaktır. Hepimiz kelamı, talebi ve arzusu bir olursa o vakit gayemize ulaşabiliriz…
  • Ala, yapalım yapmasına ama nasıl, ne diyeceğiz? Yüce Harun Reşid’ten ne yapmasını isteyeceğiz bu kafirlere karşı ki eski günlerimize tekrardan kavuşabilelim.
  • Muhteremler, elbette ki ticaret ahlakı, hakkı hukukunu hatırlatıp haksız rekabetin önünün alınmasını talep ve rica edeceğiz! Yani bu kafirlerin dinimizin vecibelerine göre ticaret yapmadıklarını, haram mal ve ürünler sattığını, haksız kazanç sağladıklarını, dolayısıyla biz ümmeti Müslüminin mağdur olduğunu, ondan dolayı Gayri Müslümlerin dükkanları üç ay süreliğine kapatmasını talep edeceğiz. Din ve imanımızın münasip gördüğü kaideleri hatırlatıp, bunların yaptığının ticaret hukukunda, adalet terazisinde yeri olmadığını, caiz olmadığını söyleyeceğiz. Ben kaç vakittir zaten Kadı Efendi ile bu konuyu istişare ediyorum, kadı hazretleri de durumdan hoşnut değil, olası durumda bizim arkamızda duracak. Allah’ın izniyle Harun Reşid hazretleri lehimize karar verecek, bu işin altından kalkacağız…

 

Harun Reşide haber ulaştırılır, mevzu lisanı münasiple arz edilir ve huzura çıkmak için destur istenir. Ümmetin halifesi vezir ve kadılara vaziyeti sual eder, onların telkini talebi üzerine payitahtın ‘saygın ve nezih’ eşrafının bu arzuhaline kayıtsız kalmaz, onları huzura çağırır. Payitahttaki cümle Müslüman olan esnaf ve bezirganlar vaziyeti arz etmek için Harun Reşidin huzuruna çıkarlar. Çark kurulmuş, gerekli mevkiler hediyelerle ihya edilmiş ve artık en üst merciinin karar verme zamanıdır. Sarayın vezir, sadrazam, kadı, uleması vs toplanır, Harun Reşid’in huzurunda ‘mağdur’ ve ‘mağrur’ esnafın derdi dinlenir. Uzun uzadıya yapılan meclis toplantısından sonra Kadı, Şehremini, Beylerbeyi ve Vezirin telkinleri neticesinde Harun Reşid, esnafın bu arzusunu kabul eder ve gayri Müslimlerin dükkanları, ‘usulsüzlükten; dini, idari vecibelerin yerine getirilmediğinden; ahalinin inanç ve kültürel hassasiyetine riayet edilmediğinden’ üç ay süreliğine mekanlarının mühürlenmesi fermanını buyurur!

El mahkûm, ferman verilmiş bir kere, tez elden yerine getirile! Tebaa hak ve hukukuna ‘sahip’ olan, vergisini veren, yükümlülükleri yerine getiren gayri Müslüm olan tüccarlar, bu şekilde, adil kazançtan ziyade gözü haram ve hırsızlıkta olan, hasedin vicdanını kuruttuğu ‘ümmetin sadık ve nezih’ eşrafının ihtiraslarının kurbanı olurlar. Koskoca ümmetin halifesi ferman buyurmuş, gök yere inse biat edilmek zorunda!

Verilen buyruk yerine getirilir, gayri Müslimlerin dükkân ve mekanları mühürlenir üç ay boyunca. Gayri Müslim esnaf mevzuyu daha farklı başka yerlere çekilmesinden çekindiği için, ‘nasıl olsa üç aydır, verilen ferman bitene kadar idare edeceğiz’ der verilen hükme boyun büküp üç ayın bitmesini beklemeye koyulur koyulmasına lakin gelmez bir türlü o üç ayın sonu! Zira verilen mühletin bitimine az bir süre kala Harun Reşid’ten bu cezanın verilmesini isteyen haset ve tamahkarlıktan gözü kararmış olan bu güruh, yine toplanır ve tekrardan Halifenin huzuruna çıkıp bu sürenin üç ay daha uzatılmasını rica eder. Çevirdikleri dolabın çarkını döndürebilecek, konuya vakıf olabilan, lehlerine karar verdirecek ulemayı rüşvet ve ‘naçizane hediyeler’ ile Harun Reşidi ikna etmeleri için onları ihya ederler! Bunun için çokta çaba sarf etmelerine gerek yoktur; başta Halife ve tayfası, cümle meclisi buna çoktan teşne ve hoşnuttur. Nede olsa ‘makul’ zatların ve ahalinin olması elzem arzuhali ve talebidir! Bu şekilde üç ay daha gayri Müslümlerin mekanlarını kapattırmayı başaran haramzadeler, büyük hoşnutluk ve memnuniyet içinde evlerine dönerler…

Üç ay daha dükkânlarının kapatılma kararı çıkarılan gayri Müslim esnaf, biçare kalakalırlar. Bu karara karşı ne baş vuracakları bir mevki ve makam, ne bir kimse vardır. Yine de bir umut belki bir yolu bulunur diye istişare etmek üzere toplanır çaresiz esnaf. Toplanırlar toplanmasına da mevzuyu nerden ele alsalar, ellerinde kalıyor. Zira bir izahı yoktur yapılanın, çıkartılan fermanın. Ne hak ile hukuka, ne adalet ile vicdana, ne de din û imana sığan bir kaide, bir karar değil Halifenin çıkardığı bu ferman! Dolayısıyla ‘böyle giderse dükkanlarımızı tümden kapatıp kaderimize razı olmak zorunda kalacağız, başka bir yolu bulunmamakta. Çünkü hepimiz biliyoruz ki hakkımızda verilen bu karar, kanun veya yasanın ihlalinden dolayı verilen bir karar değil, ötesinde bir durum’ denir. Umutsuzluğun hakim olduğu istişarenin çıt çıkmadığı bir anında, ‘aslında bir çaresi olabilir’ diyen ses duyulmuştu salonun bir köşesinde. Aniden herkesin merak dolu bakışları o yöne çevrilmişti. Umutsuz sessizliğe kurşun gibi saplanıp onu yerle yeksan eden bu kısacık cümlenin sonunda tekrardan var olan sessizliği daha da dipsiz kör sağır bir kuyuya çevirmişti. Üstüne de nisanda sağanak halinde yağan yağmur gibi çoğalan kaygı ve merak soruları ona eklenmişti. İstişarenin en yaşlı ve tecrübelisi Benjamin; bu meraklı, mızrak gibi ona yönelen suallerle dolu bakışları derhal cevaplaması gerektiğini anlaması çok geç olmadı. Dolayısıyla henüz kimse bu soru dolu sessizliği bozup bir sual etmeden Benjamin;

  • Kıymetli dostlarım; hepimiz verilen bu kararın ne anlama geldiğini az çok biliyor, tahmin ediyoruz. Kimlerin bu kararın aldırılmasında paydaş olduğunu ve nerelere kadar gidileceğini kestirebiliyoruz. Dolayısıyla en üst mevki ve makamlardan çıkan bu kararın iptal olması, lehimize dönme ihtimali yok gibidir. Hatta daha da kötüye gideceğine dair kuvvetli emareler mevcuttur. Biliyorum elimizden bir şey gelmez. Böyle giderse hepimiz dükkanlarımızı kapatmak zorunda kalacağız, ailelerimize bile bakamayacak duruma düşeceğiz. Lakin şunu biliyorum ki susmak kabul etmek, kaderine razı gelmektir. Ondan dolayı bir şey yapmalıyız, bizim elimizden bir şey gelemiyorsa, gelenin bahtına sığınacağız, yardım talep edeceğiz. Bulsa bulsa o bir hal çaresini bulur bu mesnetsiz ve uğursuz duruma…

Neredeyse herkes bir anda ve bir ağızdan söyler gibi, Benjamin’in daha sözünü tamamlamasını beklemeden;

  • Kim?! deyip tekrar Benjamin’in ağzından çıkacakları duymak için suskunluğa geri dönerler:
  • Behlûl… Behlûl’e gideceğiz, ondan yardım rica edeceğiz. Yol-yordam, akıl danışacağız. Bulsa bulsa o, bizi bu müşkül durumdan kurtaracak bir çıkar yol bulabilir, derdimize bir deva bulabilir…
  • Allah iyiliğini versin Benjamin! Behlûl’ün eti ne, butu ne! Kendi halinde, dünya işleriyle pek uğraşı olmayan garibanın biridir. Ne bir erki, ne bir hükmü ve nede bir nüfuzu var. Saray erkanına da herhangi bir tesiri bulunmamakta. Aksine başta Harun Reşid olmak üzere Sarayın eşraf ve uleması hiç kimse Behlûl’ü sevmez; bilakis ondan nefret ederler. Kaç kere onları ulu orta ahalinin önünde küçük düşürdü, boşa çıkardı, forslarını söndürdü! Ondan dolayı ona diş biliyorlar zaten. Halkın gözünde küçük düşürmek, saygınlığını azaltmak için meczup, divane, sermest vb. takmadıkları lakap ve sıfat kalmadı. Eğer Harun Reşide kellesini vurdurtma fermanını çıkarttıramıyorlarsa bilin ki ahali onu sevdiği, saydığı, kadir û kıymet verdiği içindir. Yoksa çoktan kellesi vurulmuştu bile!
  • İşte tam da bu yüzden ondan yardım isteyeceğiz. Halifeliğin topraklarında hak ve adalet mevzularında Harun Reşide şerh koyacak, karşı çıkabilecek bir beni âdem varsa o da Behlûl’dür. Ne şah û padişahtan ne kadı ve ulemadan ne vezir û halifeden sözü esirgemeyen, adaletin terazisinden şaşmayan, kellesi gitse bile hakkın safından dönmeyen Behlûl gibi başka biri yoktur bu devri alemde…

Pek bir umutları olmasa da daha iyi bir çözüm fikri olmadığı için mecburen Benjamin’in bu önerisine boynu bükük bir şekilde ‘denemekten başka çaremiz yok’ deyip kabul etmek mecburiyetinde kalırlar.  Behlûl’ün dergahına gitmek için sözleştikleri gün gelir çatar. Aksakallılar, bu devri alemde gün görmüş geçirmiş şahsiyetler önde diğerleri arkada Behlûl’ün fakirhanesinin yolunu tutarlar. Heyet hoş-safa ile karşılanır, hasbıhal olunur ve sıra sebebi ziyaretlerine gelir. Heyet uzun uzadıya mevzuyu anlatır ‘hülasa hal u mesele budur’ derler, sabır ve metanetle onları dinleyen Behlûl’e. İçten içe kendi kendine şaşırmadım diyen öfke ve sinirine rağmen, tebessüm ve bilgelik erdemi olan vakurundan ödün vermeyen Behlûl, bir süre suskunluğa bürünür. Divanına gelenler Behlûl’ün ağzından çıkacak kelamı beklemektedir sabırsızlıkla. Bir sigara sarımı sessizlikten sonra derin bir iç çeken Behlûl başını kaldırıp bakışlarını onun bahtına sığınan insanların üstünde gezdirir. Dile kolay, mevzunun bir kefesinde hak yolundan sapmış, kul hakkına göz dikmiş, rızıklarını çalmış bir güruh ve buna karşı çıktığı vakit koskocaman ümmetin halifesi ve bilcümle ulemasını karşına alacağı bir taraf var. Diğer kefede ise mağdur, sığınacakları, aman dileyecekleri, haklarını savunacakları bir yeri olmayan biçareler. Bir de Behlûl’ün hak ve halk, vicdan ile adaletle tanınmış şahsiyeti… Bunların hepsini iyi düşünmesi, ince eleyip sık dokuması ve mutlak sonuç alacak bir hal çaresini bulmalıydı ki ne ona sığınan bu garip-gurebaya, kendi şanına halel getirmeden nihayete erdirmeliydi. Zira iyi bir yol ve yordamla yapamasa ters tepebilir, hatta sadece kendisi değil, onu bu yola teşvik edenler bile kellesinden olabilirdi. Lakin ona intikal etmiş bu mevzuya, dergahına ayak basmış bu mağdur insanları da eli boş, boynu bükük geri çeviremezdi, onun kelam û kitabesinde böyle bunun yeri yoktu. Hoş, Behlûl’ün kendisinden yana bir tasa ve kaygısı yoktu da, kendisiyle birlikte insanların vebaline girmemeliydi elbet…!

Kısa bir sessizlikten sonra Behlûl;

  • Size kati bir şey diyemem. Malumunuz mesele bir hayli teferruatlı ve saçakları derin yerlere kadar uzanan bir mevzuat. Siz şimdi evinize gidin, ben birkaç güne kadar meselenin üzerine eğileceğim ve eğer bir sonuç alırsam zaten haberdar olacaksınız. Yok eğer kudretimiz yetmese de hakka sığınmaktan başka çaremiz kalmıyor. Ama inşallah bir hal çaresine bakacağız. Siz müsterih olun…der.

Kaygılı, birazda umutsuz olan heyet geri evlerinin yolunu tutar. Zaten Behlûl’ün ahvalini; yani sade, mütevazı hanesini, yamalı elbiselerini, kıt kanat ikramını görünce hepten pek olmayan umutları da kalmamıştı heyetteki çoğu kişinin. Fakat Benjamin ve Behlûl’ü tanıyan yaşını almış akil insanlar pek bir inanır, güvenirlerdi Behlûl’e. Kafalarında ve kalplerindeki bin bir acep ile heyet evlerine geri döner ve Behlûl’ün hasbelkader bir şey yapmasını beklemeye koyulurlar…

Behlûl, şimdiye kadar üstesinden gelemeyeceği, halledemeyeceği işin ameline ‘olur’ dediği görülmemişti. Onda, sarf edilen kelam akit, el sıkışma bir vesikaydı. Dolayısıyla heyeti yolcu ettikten hemen sonra neler yapabileceğini düşünmeye koyulur Behlûl. Heyetten aldığı malumat ve hatırı olan saygın nüfuzlu çevresinden işin aslı astarını detaylıca araştırır, öğrenir. İşi etraflıca düşünür, ölçer tartar ve ne yapacağına karar verir. “Madem onlar din û iman ile bu hak gaspını yapıyorlarsa, kelamı hakkı bu haramzadeliklerine kılıf yapıp kendilerine bir zırh, ötekine karşı ise bir silah olarak kullanıyorlarsa, bizimde o silahı ellerinden almamız lazım gelir” der ve hazırlıklarına başlar…

Behlûl perşembe gecesi tevekkülle yarın cuma hutbesinde tüm payitaht ahalisinin önünde vuku bulacak bu mevzuyu iyice düşünür hak terazisinin kefilliğini yapacağı için huzurla uyur.  Ertesi gün camide en ön safta, mihrabın hemen arkasında erkenden yerini alır ve beklemeye koyulur. Dini vecibe ve nizamdandır; cuma namazlarını ümmetin halifesi kıldırır. Dolayısıyla çok geçmeden Harun Reşid, kadı, uleması, vezir tayfası bil cümle saray eşraf ve nüfuzluları camiye teşrif ederler. Ama hepsi de Behlûl’ü sevmemekle beraber ondan sakınır, ona bulaşmak istemez, ondan olabildiğince uzak durmaya çalışırlar. Zira ne ilim, tefsir, dini bilgi birikimleri, ne ahali nezdindeki itibarları ve ne de yaşam ile erdemleri yönünden Behlûl ile aşık atacak durumda değillerdir.

Cuma günü, payitahtın devasa merkezi camisi, hutbeyi dinlemeyen gelen cemaatle dolup taşmış, caminin içine sığmayan cemaatin bir bölümü dışarda serdiği seccade ve kilimlerle hazır bulunmuşlardı. Harun Reşid minbere çıkıp uzun uzadıya hutbede vaaz eder. Her şey olağan seyrindedir henüz. Behlûl de diğer saray ileri gelenleri ve cemaatle beraber vaazı dinler. Hutbe bittikten sonra Harun Reşid mimberden iner, mihraba yönelir, artık namaz kıldırma zamanıdır. Tam o esnada Behlûl ayağa kalkar ve yüksek sesle; “Ey Harun Reşid, namazı ben kıldıracağım” der. Cemaat ölüm sessizliğine bürünür. Şaşkınlıkla, hayretle ama bir o kadar da hayranlıkla vuku bulan bu mevzuya göz, kulak kabartırlar. Harun Reşid de herkes gibi şaşkın. Olay tüm cemaatin gözü önünde vuku bulmakta. Dolayısıyla ne Harun Reşid ne de saray ehli başka birinin ufak bir hata yapabilme şansı yoktur, gayet dikkatli davranmalı, mevzuyu daha da ileriye götürmeden Behlûl’ün yaratmak istediği ‘fitne’ her neyse bertaraf edilmeliydi! Onun için Harun Reşid, kısa şaşkınlığından sonra yutkunur, bozuntuya vermeden, öfke ve sinirini belli ettirmeden kendine hakim olup alttan almaya, sakin görünmeye gayret göstererek;

  • Neden Behlûl, benim cemaatin önünde durup hutbeyi kıldırmamda ne tür bir beis görürsün?
  • Estağfurullah Halife hazretleri, beis gördüğümden değil, bu kıymetli cemaat ve bu kadar önemli zatın önünde namaz kıldırma sevabına nail olmak istedim. Hem dinimizin kelamı emreder, ilim ve irfanın en üst mertebesi kime nasip olmuşsa ümmetin önünde o saf tutmalı. Bilebildiğim kadar kelamı kadimde, ilim ile irfanda benimle münazara edecek kimse bulunmamakta bu cemaatte! Hem cemaat de benim kılmamı ister, istersen sual edebilirsiniz…

Bunu göze alamayan ve Behlûl’ün inadından vazgeçmeyeceğini gören Harun Reşid yavaşça kulağına eğilir, cemaatte başlayan homurdanmalar arasından ona niye böyle yaptığını, ne istediğini sorar. Behlûl de bir şey istemediğini sadece Allah’ın ona verdiği vazifeyi yerine getirmek istediğini, sevap işlemek istediğini ve ‘eğer buna karşı çıkarsan seni bile rüsva ederim bu cemaatin önünde, bilirsin yaparım’ cevabını verir. Harun Reşid de inatlaşması halinde bunun olacağını daha önceki tecrübelerinden bildiği için usulen durumu kendi lehine çevirmek ve kotarmak ister. Hakeza kendini ahaliye, cemaate sevdirmek için, ‘bakın Harun Reşid ne kadar mütevazı, kendisi dururken başkasına hutbe namazını kıldırdı…’ dedirtmek için istemeye istemeye de olsa kabul eder ve Behlûl’ü hürmetle öne, mihraba buyur eder…

Görünüşe göre sorun hal olmuş her şey yolundadır ve Halife Behlûl’ün gayesini boşa çıkarmış, kendi lehine çevirmişti vaziyeti. Fakat Behlûl bu, ne yapacağını bir o bilir bir de Mevla! Müezzinin saf tutmaya kaldırdığı cemaat kamet tutar ve Behlûl yüksek sesle başlar Fatiha süresini okumaya; “Elhamdülillahi rabil müslimin…” der demez, başta Harun Reşid, ulemasıyla birlikte öksürmeye, tuhaf sesler çıkamaya başlarlar. Zira Behlûl süreyi ‘yanlış’ okumaktadır. Ama yok, Behlûl tekrardan sesini daha da yükselterek yine aynı şekilde okur. Bu durum bir, iki, üç.. tekrarlanınca, her kes içten içe hem şaşkınlıkla hem de, ‘vardır bunda bir hikmet’ deyip namaza devam eder etmesine lakin Harun Reşid ve uleması, ‘korktuğumuz başımıza geldi, bi bu kalmıştı bunu da yaptı bize bu meczup’ diye iç geçirir, öfkeden dinamit gibi olur namaz bitene kadar!

Namaz biter bitmez Harun Reşid fırsat bu fırsat, madem o bizi rüsva etti bende onu yerin dibine sokayım, itibarını zedeleyeyim, halk nezdinde küçük düşürüp, rüsva edeyim ki bir daha böyle vukuatlara yeltenmesin, cüret edemesin deyip;

  • Behlûl, ocağın yansın! Bu kadar ilimdar ve ulemanın olduğu bir cemaatte, ben kıldıracağım diye bırakmadın namazı kıldırayım, mihraba geçtin. Daha Fatiha süresini okumasını bilmiyorsun. Bu ne biçim namaz kıldırmak, bu ne biçim ilim û irfan bu ne biçim ermişlik! Allah’ın kelamını bile yanlış okuyorsun. Buna var mı bir izahatın?!

Mevzu tam da Behlûl’ün istediği noktaya gelmiştir artık;

  • Halife hazretleri, hoşunuza gitmedi biliyorum. Madem Allah’ın kelamına bu kadar bağlıysanız, Allah’ın koyduğu kaide ile kural, yasa ile kanun, adalet ile hakka bağlıysanız; eğer ki inandığınız Rab alemin rabbi olsa idi, o zaman onun adaletini her kese, tüm aleme eşit dağıtır, eşit uygulardınız; birilerine başka ötekine başka icra etmezdiniz. Gayri Müslümler de Rabbimizin kulları ve sadık tebaanızdır. Neden 6 aya yakın bir mühlettir dükkanlarını haksız hukuksuz bir şekilde kapattırmışsınız. Bana bunu açıklayın ben de size neden ‘Elhamdülillahi rabil ALEMİN’ değil de ‘Elhamdülillahi rabil MÜSLİMİN’ dediğimin izahatını yapayım… Müslümanlığın abasına bürünen bir avuç haramzadenin, sahtekarın ahaliyi soyup soğana çeviren, dolandıran bir güruh, dürüst, sadık, ahlaklı, haramdan uzak duran, alın teriyle çalışıp geçimini sağlayan gayri Müslümlerin başına çorap örüyor ve sizde buna hüküm veriyorsunuz. Ahali bu haramzadelerin, bu kul hakkı yiyenlerin elinde elaman ediyor. Onlar yalan-dolan ve iftiralarıyla bu sahtekarlık ve haramzadeliklerinin üstünü örtmek için Gayri Müslim esnaf ve reayaya kara çalıyor, çamur atıyor, sizde onların sırtını sıvazlayıp telkinlerine kulak veriyorsunuz, taleplerini yerine getiriyorsunuz. Bu da hakkın hüküm sürdüğü değil ancak haramzadelerin saltanatı olur. Böyle bir ferasette, yani sizin uyguladığınız nizamda da alemin rabbine değil, ancak Müslümanların rabbine hamd û sena, şükür edilir..!

Tüm cemaatin gözü önünde cereyan eden bu olayda artık Harun Reşid’in diyecek bir sözü yoktur, mesajı anlamıştır, ‘amenna’ der ve ulemasıyla sarayın yolunu arşınlayarak derhal gayri Müslimlerin dükkanları için verdirdiği kapatma fermanını kaldırmak zorunda kalır!

Bir Behlûl’ü olmasa da darısı devri zamanımızın ve memleketimizin başına, tabi haramzadelerinin hüküm süren saltanatının da başına…

Sebahattin sumeli