Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın ‘Yüksek Felsefe’si

Ahmet Mithat gibi, sanatın yararlı olması gerektiğine inanan ve halk için yazan Hüseyin Rahmi Gürpınar, «sanat için sanat» ilkesine inanan ve seçkinlere seslenen Uşaklıgil’in tam karşı kutbunda yer alır; ama halka aşılamak istediği dünya görüşü bakımından da Ahmet Mihtat’ın. Gürpınar’ı bir romancı olarak ele alırken halkçılığının ne tür bir halkçılık olduğunu, halkı ne yolda eğitmek istediğini, ne gibi değerler üzerinde durduğunu ve okurların dikkatini ne gibi sorunlara yöneltmeye çalıştığını saptayarak, tuttuğu bu yolun romancılığını nasıl etkilediğini araştırmak doğru olur kanısındayım. Bundan ötürü bu bölümde Gürpınar’ın dünya görüşünü kısaca belirttikten sonra gelecek bölümde Şıpsevdiyi inceleyerek romancılığında ne derece başarılı olduğuna bakabiliriz.
Romanı, halkı eğitmek amacı ile kullanma konusunda Ahmet Mithat’ı izleyen Gürpınar’ın ondan ayrıldığı nokta, getirmek istediği değer değişikliğinin çok daha köklü olmasıdır. Ahmet Mithat temelde, halkın, İslam ideolojisinden kaynaklanan değerlerini paylaşan bir adamdı. Gürpınar ise politika, ahlak ve din alanlarında halkın görüşünden çok ayrı fikirler besliyordu, özellikle ikinci Meşrutiyetin ilanından sonra yazdığı romanlarda. Kendisi Şekavet-i Edebiye de yazar olarak amacını şöyle açıklar: «Ben her eserimde kari’lerimi, avamı şathiyyat [eğlenceli fıkralar] arasında yüksek bir felsefeye doğru çekmeğe uğraştım!». Romanlarında dile getirdiği bu «yüksek felsefe»yi biraz aşağıda incelemeden önce, Gürpınar’ın yapmak istediğini kısaca belirtmek gerekirse, denebilir ki, halkın geleneksel inançlara, yerleşmiş düşüncelere, göreneklere ve dine dayalı zihniyeti yerine, Batı’nın akla, bilime dayalı pozitivist zihniyetini yerleştirmeye çalışmıştır. Onun içindir ki romanlarında hep, «eski kafa», «yeni kafa» dediği iki zihniyetin çatıştığı görülür. Gerçi «yeni kafa»yı temsil edenler her zaman olaylara akıl yoluyla bakabilen, tarafsız bilimsel bakışı hazmetmiş kişiler değildir, çoğu, içinde yaşadıkları toplumun ahlakını reddeden zıpçıktı kişilerdir, ama Gürpınar bunları yine de, kendi tuttuğu birtakım yeni fikirleri ortaya sürmek için kullanır. Nedenine aşağıda geleceğiz.
Gürpınar’ın okura aşılamak istediği «yüksek felsefe» özellikle üç alanda gösterir kendini: toplumsal adalet, kadın-erkek ilişkisi ve din.
TOPLUMSAL ADALET. Gürpınar’ın halkçılığını yalnız Ahmet Mithatinkinden değil, halkı aydınlatabilmek için Türkçenin sadeleştirilmesini savunan Genç Kalemler grubunun «halka doğru» akımından da ayırmak gerekir, çünkü Gürpınar’ın halkçılığının çok daha sınıfsal bir içeriği vardır. Gürpınar’ın halkçılığının bu yönü II. Meşrutiyet döneminin düşün ortamındaki solculuk akımının bir parçasıdır. Otuz üç yıllık istibdat döneminden sonra 1908’de Meşrutiyetin ilanı ile gelen özgürlük havasında, Batıcılar, İslamcılar, Türkçüler ve ademi merkeziyetçiler gibi çeşitli akımları temsil edenler arasında Türkiye’de ilk kez sesini duyuran sosyalistlere de rastlıyoruz.
Öyle anlaşılıyor ki Osmanlı İmparatorluğunda sol görüşlerin ilk kıpırtıları 1908’den az önce Selanik’de Yahudi ve Bulgar aydınlarının girişimleriyle başlamıştı. Derken 1909’da Selanik Sosyalist İşçiler Federasyonu kurulmuş ve Türkçe, Rumca, Bulgarca ve Ladionaca dillerinde yayınlanan Amele Gazetesi çıkarılmıştı. (1) Beri yandan İzmir’de, aynı yıl, Mehmet Mecit ve etrafındaki küçük bir grup Irgat gazetesini, İstanbul’da küçük bir aydınlar çevresi, 1910’da İştirak gazetesini yayınlamaya başlamışlardı. Aynı yıl Osmanlı Sosyalist Fırkası kuruldu. Kısacası 1908’den sonra Selanik, İzmir ve İstanbul’da, önemli olmasa da bir sol faaliyet vardı.
Ayrıca Gürpınar’ın BabIâli’deki yakın çevresine bakarsak, bu çevrenin de İstanbul’daki sol faaliyet içinde yer aldığını gözlemleriz. Yazarımızın 1908’den sonraki bütün romanlarını yayınlayan İbrahim Hilmi, Haydar Rıfat (Yorulmaz)ın George Tournere’den çevirdiği Sosyalizm

adlı kitabı, bir sunuş yazısı ekleyerek 1910’da yayınlanmıştı. İbrahim Hilmi’nin «Türkiye ve Sosyalizm» adlı bu takdim yazısı, Mete Tunçay’a göre Türkiye’de bu konu «üstünde ilk düşünme çabalarından»dır. Daha sonra, solculuğundan ötürü 1925 tutuklamalarında yedi yıla mahkûm olan İbrahim Hilmi, (2) Gürpınar’ın hem yayımlayıcısı hem de yakın dostu idi. 1908’de Boşboğaz ile Güllâbi gazetesini de birlikte çıkarmışlardı. Gürpınar’ın o yıllarda beliren solcu fikirlerle ilgilendiği ve hatta bir noktaya kadar onlardan etkilendiğine kuşku yok.
Şehabettin Süleyman’ın Rübap dergisinde, halk için edebiyat olamaz diyerek Cadı romanını eleştirmesi üzerine kaleme aldığı cevapta, Batı’da halk için romanlar, oyunlar yazıldığını ve içlerinde, bizim yazarlarımıza ders verebilecek sosyalistlerin de bulunduğu işçilerin tiyatroları doldurduğunu belirttikten sonra bizdeki durumu ele alır. Halk için edebiyat olamaz düşüncesini benimseyen  bir milletin amelesi de, bizim rençber Haso gibi elifi görse mertek zanneden nimbehimı [yarı hayvani] neviden olur. Altı kuruş gündelikle bir deliğin içinde altı ay çalışır; kuru ekmek, beyaz su ile iktifa eder [yetinir], O tahammülfersa meşak-ı yevmiyesinin [dayanılmaz, zahmetli, emeğinin] kimlere ne kazandırdığını anlamaz. Hukukunu taleb edemez. (3)  diyerek halk için edebiyatın niçin gerekli olduğunu açıklamış olur. Ben de, halkçılığının sınıfsal bir içeriği vardır derken, sömürü konusunda halkın gözünü açmaya çalıştığını söylemek istemiştim.
Türk edebiyatında, bir iki sayfayla da olsa, ekonomik adaletsizliğe, emek ve sermaye sorununa, sömürü düzenine değinen ilk roman da Şıpsevdi (1911) olur. Romanın bir yerinde Meftun Bey, eniştesi Mahire, babasının kasasından bazı senetleri çalmasını önerirken şöyle konuşur:
Sermaye ve dirayet sahibi olmağı bir «hak» addiyle yüzlerce kişiyi çalıştırıp onların mesaisinin semerelerini [emeklerinin gelirini] bir veya birkaç adamın kendi kasalarına indirmeleri usul-ü gayri adilanesi devam ettikçe bu dünya düzelmez (…) Milyonlarca liralara malik bir adam o kadar serveti nereden kazanmış Dünyada mevcut serveti nüfus başına taksim edersek her ferde büyük bir şey isabet etmiyor. Nasıl olmuş da o milyoner, o bir adam, binlerce insanı hisselerinden mahrum ederek kendi kasası derununa [içine] yahut imzası altına o kadar serveti vaz ve ithal edebilmiş? Bunu kazanç namiyle insanlardan çalmış (…) Onlar seni beni çalıştırıyorlar, bize laşey [hiç] kabilinden bir ücret vererek mesaimizin semeresini elimizden alıyorlar. (…). İşte o milyonerler benim gibi sivri akıllıları sevmezler« Çünkü ben kafadakiler, röntgen şuaı vazedilmiş gibi onların içini dışını seyrederler, hakikati bilirler. Senin gibi amaklar ise «Cenabı Hak ona vermiş, bana vermemiş» sözüyle iki elini böğrüne sokup otururlar. (4)
Gürpınar’ın birçok romanında bu görüşü dile getiren benzer parçalar yer alır, ama bazı romanları da vardır ki doğrudan doğruya toplumsal ve ekonomik adalet sorunu ile ilgilidir. Bu romanlarda, açların ve fakirlerin, böyle bir sömürü düzeninde zenginleri soymasının suç sayılmayacağı fikrini savunur yazar.
Hakka Sığındık (1919) adlı romanda, Abdülhamit döneminde mal mülk edinmiş, servete konmuş, komşu iki aile vardır. Halk, Birinci Dünya Savaşı sırasında açlıktan kırılırken bunlar bolluk içinde yaşamaktadırlar. İspanyol nezlesi salgını başlar o sırada. Bu iki aile, evliya gözü ile bakılan Abdül Veli’den mektuplar alır ve para yollamadıkları takdirde çocuklarının ve gelinlerinin öleceklerini öğrenirler. Bir an gelir, korkudan yollamak zorunda kalırlar parayı. Gerçekte bu oyunu Nüzhet Ulvi adında bir adam, aç kalmış çocuklara para bulmak amacıyla tasarlamış ve uygulamıştır. Sonunda gider komisere teslim olur ve bu dolandırıcılığı niçin yaptığını anlatırken yine ekonomik adaletsizlikten, yasaların zengin sınıfın çıkarlarına uygun düzenlendiğinden söz eder:
hakim sınıflar samimi olmadıkları için mesele düzelmiyor. Şimdi gözleri açılan mahkûmlar, hakimlerle mevkilerini değiştirmeğe uğraşıyorlar. Bakalım iş ne dehşet olacak? (5)
Nüzhet Ulvi iyi kalpli, dürüst bir adamdır, yaptığı bir çeşit hırsızlığı da açları kurtarmak için yapmıştır, kendi çıkarı için değil. Yazar Nüzhet Ulvi’den yana olduğunu hiç saklamaz. Komiser

bile bunun bir hırsızlık sayılmayacağını, bir günah değil sevap olduğunu söyler ve Nüzhet Ulvi ye o kadar hak verir ki onu tutuklamak zorunluğundan kurtulmak için görevinden istifa eder.
İkdam gazetesinde 1924’de tefrika edilen ve kitap halinde ilk kez 1968’de M. N. Özön tarafından sadeleştirilerek yayımlanan Can Pazarında serseri takımından üç fakir genç haydutluk, dolandırıcılık ve şantaj yoluyla para kazanmak için bir çete kurarlar. Romanın başında Maşuk arkadaşlarına bu işi kabul ettirmek için haksız kazançlardan dem vurur ve Bolşevik kitabı okuyan bir arkadaşından öğrendiklerini onlara anlatmaya çalışırken, zenginlerin malında kendi hakları olduğunu söyler: «Şimdi bu cemakânlarda gördüğünüz bütün elmaslar senin, benim, bizden daha ziyade açların gaspedilmiş haklarımız, rızklarımızdır.» (s. 28). Dünyada herkesin birbirini aldatarak işini yürüttüğünü, zenginlerin hileyle, hırsızlıkla servet edindiği yollu bir nutuk çektikten sonra da, «Bolşevikler insanlar arasında bütün hile ve hurdaları kaldırıp açık ve dümdüz yaşamak istiyorlarmış. Artık zengin, fakir, aç, tok olmayacakmış» der (s. 30). Sonunda Maşuk’un haklı olduğuna ve okumuş adamlar bu işe bir çare bulana kadar, zekâca kendilerinden bir gömlek aşağısını vurmaya karar verirler. Romanın geri kalan kısmında Yavuzlar Çetesi karaborsacıları, vurguncuları, zenginleri soyarak birçok iş başarırlar. Gürpınar, «sevimli delikanlılar» dediği bu gençlerden yanadır. Onları savunur, yurt dışına kaçırtır ve çaldıklarını helâl ettirir, ister ki, adalet, asıl büyük vurgunculardan hesap sorsun.
Yine bir hırsız ve dolandırıcı çetesinin zenginleri soyması konusu üzerine kurulmuş Utanmaz Adam (1930)’da, komünist fikirleri, çetenin üyelerinden Şahapin ağzından dinleriz. Şahap dünyadaki insanların ancak onda birinin acıktıkları vakit karın doyurabildiklerini, açlığın çaresini yine açların bulacağını, ama bu haksız düzene bir çare bulununcaya kadar da fakirlerin paralıları soymak için her türlü yola başvuracaklarını söyleyerek uzun uzun konuşur. Romanın asıl kahramanı, çetenin başı Avnusselâh da toplumda dönen dolapları bilen düzenbaz, utanmaz, kurnaz bir tilkidir. Dolandırıcılık, sahtekârlık ve şantajlarla servet yapar. Avnusellâh iğrenç bir adamdır ama Gürpınar onun da elde ettiklerini yanına kâr bırakır, çünkü Avnusellâh kötülüğünü, hırsız olduğunu inkâr etmez ve bu bakımdan, Gürpınar’a göre yine namussuzlukla para kazanmış, işini kanuna uydurmuş iki yüzlü zenginlerden daha dürüsttür.
1934’de yazılmış ve 1949’da basılmış olan Dünyanın Mihveri Kadın mı, Para mı? romanında, yaşam kavgasına atılan, biri kadın, üç kişilik bir çete komünizm konusunu tartışır ve aralarında komünizmi uygulamaya karar verirler. Gerçi Gürpınar yapıtlarında İstanbul’un sınırları içinde kalmış Anadolu’ya uzanmamıştır; bununla birlikte Türk köylüsünün sömürüldüğüne ilk kez açıkça işaret eden de sanırım yine Gürpınar olur. Romanın kahramanı Edip Münir’in ağzından konuşarak içini boşaltır bu konuda:
Eğer hayatın çalışma mukabilinde kazanılması içtimai bir şartsa bu şartın o nevi aileler [şehir ve kasabalardaki zengin aileler] arasında hiç hükmü olmadığı görülüyor. Değirmenin suyu nereden geliyor? Çalışan kimdir? Köylü.
Köylü kadını toprak, fışkı içinde hayvanlarla beraber çalışıyor (…) Zengin şehirliye bu refahı veren, köylüyü o meşakketlere [zahmetli işlere] mahkûm eden Allah mı? Kanun mu? Bir doğuş tesadüfü mü? Bunun üçünden biri değil, yalnız köylünün cehaleti (…) Bu güçlüğün halli mukadderatın laftan ibaret olduğunu anlayacak kadar umumi cehaletin yontulacağı güne bırakılabilir. (…) Bugünkü «Faşizm»ler, «Nazizm»ler çerden çöpten yapılmış muvakkat birer barajdır ki biriken akıntı amansız saatte coştuğu vakit banilerile beraber binayı da sürüp götürecektir. (6)
Aynı Edip Münir yaptığı şantajlar sayesinde zengin olunca fikir değiştirir ve kendisinden yardım isteyen eski arkadaşlarına artık komünizme inanmadığını, komünizmin gerçekleşmeyecek bir hayal olduğunu söyler. Arkadaşları ise olanaksız görülen şeylerin bazılarının gerçekleşeceğini ve insanlar arasında eşitsizliğin azalacağını iddia ederler.
Toplumsal adaletsizlik üzerine yazılmış bu romanlarda, sosyalizm ya da komünizm, romanın

başında ve sonunda söz konusu edilir. Başta adaletsizliğe isyan eden aç serseriler düzeni değiştirmeye çalışmaz, ona uyarlar ve kendi paçalarını kurtarmak için dalavere çarkına katılıp geçimlerini sağlamaya bakarlar. Böyle olunca roman, sömürü olgusunu sergileyerek somutlaştıracak yerde, sosyalizm ile yüzeyden ilgili kişilerin yaptığı soygunları anlatan bir polis romanına dönüşür. Toplumsal adaletsizlik de hırsızların özrü olarak bir nutuk şeklinde ortaya sürülmekle kalır, hiçbir zaman geliştirilen bir tema halini almaz. Romanın sonunda, zengin olan serseri de görüşlerini değiştirir ve çoğu kez ezenler arasına katılarak komünizmin gerçekleşemeyeceği tezini savunur. Gürpınar’a göre insanoğlu bencil ve çıkarcı olduğu için, sınıf değiştirerek üste çıkanlar da alttakilerin tepesine binmeye bakar her zaman. Böylece, bu romanlardaki sosyalizm sorunu da bir ahlak sorununa dönüşür.
Böyle bir toplumda çalmak namussuzluk mudur sorununa. Yapıtdan çıkarılan sonuç ise, böyle haksız bir düzende kölelik ruhunu atıp, hırsızlık yoluyla da olsa, zenginleri çarpmanın suç sayılmayacağıdır. Zaten, daha sonra göreceğimiz gibi, Gürpınar’ın özelliklerinden biri de toplumda yerleşmiş ahlak değerlerinin geçerliliğini irdelemek ve yeni değerler getirmeye çalışmaktır. Bu konuda Nietzsche’nin çok etkisinde kaldığı açık «Üstadım», «pirim» diye sözünü ettiği bu filozoftan romanlarına parçalar alır ve örneğin Avnusselâh’a çeviri yaptırır. Kendisinin de yetmiş yaşındayken Nietzsche’nin yapıtlarını çevirmeye kalktığını Refik Ahmet Sevengil’den öğreniyoruz. (7) Gerçi Nietzshce’nin, geleneksel ahlakı, sünepelerin, korkakların ahlakı olarak gören, bunlara tepeden bakan, güce yönelik üstün adamını işlemez romanlarında. Üstün adamı değil, ama yaşamak için savaşan, ahlak kurallarını tanımayan, başkalarını alt eden kurnaz ve becerikli hırsız örneğini işler. Unutmayalım ki bu adamlar, zenginlere, vurgunculara musallattırlar, fakirlere değil. Romandaki işlevlerinden biri, ezilenlerin zararına servet edinip bolluk içinde yaşayan, acımasız, sözde namuslu zenginleri cezalandırmaktır. Gürpınar yasaların yapamadığını bu küçük hırsızlara yaptırırken intikam almanın keyfini duyar adeta. Sömürü ve vurgun düzenini farkedip yasalara karşı çıkanlar (onu düzeltmeye çalışmasalar da) bozuk düzene başkaldırmış olurlar. Bu bakımdan namussuzluk sayılmaz yaptıkları. «Aç kalmaktansa çalmalı» ilkesinde Nietzsche’den esinlendiğinin bir kanıtı da Kesik Baş’tadır. Romanda bu ilkeye göre davranan ve işi cinayete dek götürenlerin bu felsefesi için, «Nietzsche gibi bazı filozoflar da ölmemek için öldürmeyi mübah gösterecek yollar arıyorlar» diyerek bu konudaki kaynağını belli eder.
Gürpınar’ın komünizm hakkında bilgisinin yüzeyde kaldığını ve çok genel türden olduğunu belirtmeye gerek yok. Sermaye ve emek sorunundan toplumsal adaletsizlikten söz eder; yasaların egemen sınıfların çıkarlarını koruduğunu, yığınların sömürüldüğünü tekrar tekrar söyler, ama sorunları Marksist temellere oturtmaz. Komünizmin uygulanabilmesini, insanların iyi ahlaklı olmasına bağlı gördüğü için de sonunda umudunu keserek gerçekleşemeyecek bir hayal sayar komünizmi. Gürpınar’ın kitaplarında bu ve benzeri konularda sezilen kararsızlık, aslında ideolojisindeki bir çelişkiden kaynaklanmaktadır. Zira, Gürpınar aydınlanma felsefesine belbağladığı için hem toplumsal ve siyasal sorunların akılla, halk yığınlarının bilgisizlikten kurtarılmasıyla çözümlenebileceğine inanır, hem de insanın mayasının bozuk olduğuna ve bundan ötürü kötülüklerin hiçbir zaman düzelemeyeceğine.
KADIN-ERKEK İLİŞKİSİ. Gürpınar’ın tarafsız ve akılcı bir tutumla yaklaşılmasını istediği bir konu da kadın-erkek ilişkisidir. Yalnızca yeni bir ahlak anlayışı getirmek için değil, cinselliğin insan tabiatında çok önemli bir yer tuttuğuna ve insanı mutsuzluğa sürüklediğine inandığı için. Toplumdaki yasaların, törelerin, ahlak anlayışının, özellikle kadınlar aleyhine işlediğini göstermek ister. Kadın-erkek ilişkileri konusunda da yine haksız bir düzen sürüp gitmektedir. Kadın evlilik kurumunda erkekle eşit haklara sahip değildir. Kadın kocasını seçemez, istediği zaman boşanamaz. Yasak aşk suçunu işleyen erkeğe ceza verilmez, ama kadın lanetlenir ve fahişe damgasını yer. Aldatılan kocanın namusunu kanla temizlemesi de doğal sayılır. Tanzimat’tan bu yana kadın haklarını savunan başka yazarlar da çıkmıştı; ne var ki Gürpınar, gerek aşk felsefesi, gerekse evlilik kurumunun kendisini kuşkuyla karşılaması ve namus kavramına yaklaşımı bakımından diğer yazarlardan ayrılır.

Gürpınar’ın yapıtlarında kadın-erkek ilişkisi çok işlenen bir konudur, ama bu ilişki, hiçbir zaman, birbirini seven iki gencin sonunda evlenip mutluluğa erişmesiyle sonuçlanmaz. Bu tür roman yazmaz Gürpınar, çünkü onun anlayışına göre aşk çılgınlık sayılabilecek korkunç bir cinsel tutkudur ve kısa zamanda doyuma ulaşarak söner. Onun için, idealize edilmiş bir aşk şöyle dursun, Gürpınar’ın romanlarında karşılıklı derin bir sevgiye dayanan ve uzun süre devam eden bir ilişki ya da evlilik de yer almaz.
Evlilik hakkındaki fikirlerini şöyle açıklıyor kendisi: «Bana göre aşk (…) fizyolojik anlamıyla muhakkak bir cinnettir (…) En şiddetli nöbetlerini gençlikte yapar. Evlenmekte aşk lazım mıdır? Sevmeden evlenmektense aşk ile birbirine bağlanması elbette daha hoştur (…) Şu kadar ki aşk karı koca arasında ilanihaye iyi geçinmeyi temin eden bir efsun değildir. Önceden sevdanın al mantosuyla örtülü kalan kusurlar, gözler gönüller yavaş yavaş sevgiden dönünce sonradan birer birer meydana çıkar, iyi geçinmenin şartları ekseriye tesadüfün hediyesidir». (8) Bu sözler Gürpınar’ın romanlarında neyi ortaya koymak istediğini çok iyi açıklıyor.
Karısını, kocasını ya da sevgilisini aldatanlar, belli bir sınıfın, bir zümrenin insanları değildir. Zengini, fakiri, ihtiyarı, genci, eski terbiye ile yetişmiş olanları, alafrangalığa özenenleri hepsi bu tutkunun rüzgârına kaptırmıştır kendini. Gürpınar’a sorarsanız birbirini aldatmayan karı koca yok gibidir. Aldatmayanlar, ellerine fırsat geçmediği için bu işi beceremezler ve o zaman da aile içinde geçimsizlik, hır gür alır yürür. Hiçbir yazarda bu kadar çok zina olayına rastlanmaz. Hem de zincirleme olarak. Koca karısını aldatırken, karısı da onu aldatır ve beri yandan kocanın metresi, adamın arkadaşıyla ilişki kurarak onu aldatır vb. Onun için Mürebbiye gibi bir romanda amaç, alafrangalığa özenip de yabancı mürebbiye tutmanın neden olacağı kötülükleri işaret etmektir türünden yorumlar yanlıştır. Mürebbiye de evin bütün erkekleri Fransız fahişesinin peşindeyse öteki romanlarda da Türk hizmetçilerinin, cariyelerin peşindedirler. Daha kötüsü, ailenin üyeleri arasında bu aşk tutkusu işleri çığrından çıkarır. Örneğin Cehennemlik de hep birlikte yaşayan kalabalık bir aile ele alınır. Ailenin başı, yaşlı Hasan Ferruh Efendi’nin genç karısı Cazibe, görümcesi Ferhunde’nin oğlu Muzaffer ile sevişir; Ferhunde Hanım’ın kendi yaşlı kocasını beğenmez ve kardeşi Ferruh Efendinin evlat edinip büyüttüğü Şemsi’yi baştan çıkarırken kendi kızı Mahmure de aynı Şemsi ile sevişmektedir; oysa Ferruh Efendinin kızı Atıfet de Şemsi ile nişanlı gibidir. Aldatmalar, kıskançlıklar, gebe kalmalar, intiharlar içinde sürüp giden bir rezaletler yumağı. Yazarın yapıtlarında, aşk konusunda belirtmek istediklerinden biri şudur: bu tutku insana iyilik, mutluluk getirmez, tersine onu namussuzluğa, aşağılık şeyler yapmağa, hırsızlığa, cinayete iter. Karısına tutkusu yüzünden onu başka bir erkekle paylaşmaya razı olacak kadar aşağılaşan ve onurunu çiğneyen kocalar mı istersiniz; kıskançlık yüzünden kendi kızını ölüme sürükleyen ya da eşlerini zehirleyenler mi istersiniz; sevdiği kadına para yetiştirmek için fakir anasının bir kenarda birikmiş birkaç kuruşunu çalıp onu sefalete ve ölüme yollayan gençler mi istersiniz; üvey annesiyle sevişip babasının ölümüne neden olan oğullar mı istersiniz, bunların türlüsü ile doludur Gürpınar’ın romanları.
Aşkın her zaman mutsuzlukla sonuçlanmasının nedenine gelince, bunun da açıklaması vardır. Kadınla erkeğin birbirini istemesi, doğanın, türü sürdürme yasasının gereğidir ve cinsel istek doyurulunca sevgi son bulur. Oysa ahlak anlayışı ve toplum yasaları insanları tek kişi ile yetinmeye zorluyor. Sonuç ister istemez yasak aşktır, zinadır. Başka bir deyişle, doğa ile toplum yasaları ters düşüyor. Deli Filozof da kendi görüşlerini dile getirmek için kullandığı karakter Hikmettullah’ dan dinleriz bu tezi:
Tabiatın maksadı zürriyettir döldür Ah bu beşeri kanunlar. Tabiatle bir türlü uygun getirilemiyor. İnsan monogam değildir, yani bir kadınla evlenip kalmak için yaratılmamıştır. Erkek poligamdır, yani çok kadınla izdivaç etmek hılkiyetindedir [yaradılışındadır]. Kadın da poliandır, yani çok zevç ister. (9)
Aynı iddiayı, daha önce Kokotlar Mektebinde yazdığı önsözde bulabiliriz. Gürpınar’ın bu aşk felsefesinin kaynağı Schopenhauer’dır ve bunu saklamaz da. Etkisi altında kaldığı bu filozofu

sık sık anar romanlarında.
Evlilik kurumu insan tabiatına uygun değilse ve bir çözüm sağlamıyorsa nedir Gürpınar’ın önerisi? Bazı romanlarında «bolşevik usulü evlenme» dediği serbest aşk mı? Dünya genelindeki bu sorun Gürpınar’ı çok işgal eder ve romanlarında tekrar tekrar eğilir bu soruna. Bu konuda tehlikeli sayılacak görüşleri de «yeni kafa» dediği, okumuş, becerikli, atılgan ve zeki genç kızlara söyletir genellikle. Bu kızlar Türk toplumunda kadının ezildiğini, erkekle eşit haklara sahip olmadığını, her şeyin erkeklerin çıkarına göre düzenlendiğini iddia ederler. Bu kızların daha köktenci olanları bu kadarla da yetinmez, evlilik dışı serbest aşkı savunurlar. Bunun ilginç bir örneği Tutuşmuş Gönüller deki Lemiye’nin tüm topluma başkaldırarak evlilik kurumuna meydan okumasında görülür.
Emekli bir Osmanlı paşasının kızı olan Lemiye evinden kaçarak evli bir adamın metresi olur ve bir gün adamın karısı onları basar. Lemiye ile kadın arasında patlak veren tartışma eski kafa ile yeni kafa arasında bir tartışmadır. Kadın, Lemiye’yi bir fahişe olarak suçlarken, okurun da paylaştığı din ve ahlak kurallarına dayanmaktadır. Lemiye ise asıl kadının suçlu sayılacağını, çünkü karısını artık sevmeyen bir kocanın evlilik bağı içinde zorla tutulmasının yanlış olduğunu ve kadının sözünü ettiği namus, iffet, ahrette mutluluk gibi kavramların kof sözcükler olduğunu söyler. Lemiye’ye göre bunlar «tandırname hikmetleredir, kendi söyledikleri ise kadının aklının eremiyeceği «yüksek bir felsefe»dir.
Toplumun değerlerini sahte sayan, namus, dürüstlük gibi sözcüklerin anlamsız olduğunu iddia eden «bolşeviklere rahmet okutacak» birtakım görüşleri savunan ve evli bir erkekle gizlice yaşayan bu genç kız ahlaksızın teki değil mi? Başka bir yazar ona bu damgayı vururdu kuşkusuz. Gürpınar ise öyle yapmıyor. Gerçi kimden yana olduğunu açıkça belli etmiyor, ama bu olaydan sonra bakıyoruz romanın geri kalan kısmında Lemiye başka türlü bir namus anlayışıyla hareket eden dürüst bir kadın olarak çiziliyor. Bir mağazada çalışırken müdürün uygunsuz tekliflerine evet demektense işten çıkıp aç kalmayı tercih ediyor. Müdür anlıyor ki o, onuruna son derece düşkün, parayla pula önem vermeyen acayip bir kadındır. Gürpınar da romanın sonunda Lemiye’nin namus anlayışının toplumunkine uymadığını ve namus maskesi altında her rezilliği gizli gizli yapan insanlıktan, Nietzsche gibi onun da iğrenir hale geldiğini söyler.
Gürpınar’a göre serbest aşk bir çözüm değilse de doğaya daha uygun ve daha az zararlıdır. Romanın başka bir yerinde, nikâhın, tarafların birbirine sadık kalmasını sağlayamadığını ve işlenen günahı daha da ağırlaştırdığını, oysa bekâr bir erkeğin çapkınlığının ve kocasız bir kadının iffetsizliğinin yalnız kendilerini ilgilendiren bir ahlaksızlık olduğunu söyler.
Gürpınar’ın aşk romanlarındaki yeni kafa genç kızlarla toplumsal adalet üzerinde durduğu romanlarda düzene başkaldıran haydutlar arasında, savundukları değerler bakımından ortak yönler göze çarpar. Bu yeni kafa kızlar ve erkekler, başkalarının yasalara, geleneklere uyar gibi görünüp de gizli kapaklı bir şekilde yaptıklarını açıkça yapan, iki yüzlü davranmaya tenezzül etmeyen kişilerdir. Kaderin Cilvesi’ndeki Seniha serbest aşk yaşamakla övünür, çünkü daha namuslu bulur bunu. Bu gençlerin serbest aşk yaşamaları (tamamıyla onaylanacak bir şey olmasa bile) iki yüzlü bir ahlakın sürüp gittiği bir toplumda, diğerlerininkine oranla daha dürüsttür; tıpkı hırsızların, namuslu rolü oynayan, haksız kazanç sağlamış zenginlerden daha dürüst sayılmaları gibi.
Yine bu hırsızlar gibi, bu yeni kafa genç kızlar da, bazen Gürpınar’ın nefret ettiği zengin ve şımarık erkekleri cezalandırmak için araç olurlar. Bir Muadele-i Sevdada. (1899) Bedia zorla evlendirildiği ve boşanmayı kabul etmeyen şımarık, zengin Naki Bey’i perişan eder ve sonunda boşanarak kendi sevdiği adamla evlenmeyi başarır. Kaderin Cilvesinde (tefrikası 1925) fakir ama yeni kafa Seniha, kendisini para gücüyle metres tutan yaşlı ve zengin Şadi Bey’in burnundan getirir bu ilişkiyi.
Toplumsal ve ekonomik adalet konusunda, insanlar arasında eşitliği sağlayacak bir düzenin kurulamayacağını, çünkü bunun insanın tabiatında var olan bencilliğe ters düştüğünü

görmüştük. Kadın-erkek ilişkisi sorununda da durum aynı toplumun yasaları ve ahlak kuralları insan tabiatına ters düşüyor. Ne erkek aşkta bir kişi ile yetinebilir ne de kadın. Doğaya aykırıdır bu zorlama ve toplumsal dertlerimizin pek çoğunun kaynağı, yasalar ve töreler ile insan tabiatı arasındaki bu uyuşmazlıktır.
Görüldüğü gibi kadın-erkek ilişkileri alanında, Gürpınar, yalnız kadın haklarını savunmak ve bazı âdetlerimize karşı çıkma kalmamış, çok daha köktenci değişiklikler gerektiren bir ahlak anlayışından söz etmiştir. Gürpınar aşırı görüşlerini Türkiye’de uygulanmasını düşünerek yazmıyordu kuşkusuz. Bunlar teorik düzey ilgi duyduğu ve ancak fanteziye kaçar bir biçimde ele alabilecek konulardı.
DİN, Halkı «yüksek bir felseyefe» çekmek isteyen Gürnıpar’ın karşısına çıkan en büyük engel, kuşku yok ki halkın ideolojisinin belirleyici öğesi olan İslam dini idi. Din, sorunlara akılla yaklaşmaya geleneklerin oluşturduğu düşünce kalıplarından kurtulmaya meydan vermiyordu. Ne var ki, o zamanlarda dine doğrudan doğruya; karşı çıkmaya da olanak yoktu. Gürpınar din ve Tanrı hakkındaki düşüncelerini ancak Cumhuriyet döneminde, 1931’de tamamladığı, Deli Filozof’da açıklayabilmiştir. Refik Ahmet Sevengil’e yazdığı 8 Eylül 1930 tarihli bir mektupta, romanındaki deli filozof karakterinden söz ederken onun her yerde doğruyu söylediğini belirttikten sonra «ona hemen hepsini söyleteceğim» der. (10) Daha önceki romanlarında (Tesadüf, Gulyabani, Cadı, Hakka Sığındık, Efsunca Baba, Mezarından Kalkan Şehit, Dirilen İskelet) büyücülük, falcılık, bakıcılık gibi şeylerin, cin, peri, hortlak gibi doğaüstü varlıkların ve güçlerin boş inançlar olduğunu anlatmak için bunlarla ilgili olayların akılla ve doğa yasalarına uygun bir şekilde açıklanabileceğini göstermek ister.
Çürütmeye çalıştığı inançlar, dinde kölelik ruhu aşılayan, tevekkül, alınyazısı, kısmet ve rızk gibi, insanları haksızlıklar karşısında boyun bükmeye iten miskinleştirici inançlardır. Halk bunlara inandığı sürece sömürülmekten kurtulamayacaktır. Örneğin Dünyanın Mihveri Kadın mı, Para mı? romanında Edip Münir zenginlerin fakir köylünün sırtından haksız kazanç sağladığından söz ederken, «bu güçlüğün halli, mukadderatın laftan ibaret olduğunu anlayacak kadar umumi cehaletin yontulacağı güne bırakılabilir» diyerek dinin bu konudaki olumsuz etkisine işaret eder.
Din ve Tanrı hakkındaki düşüncelerini en açık bir şekilde, az önce söylediğimiz gibi Deli Filozof da görürüz. Bu konuda içini uzun uzun dökmek için, bir gazeteci ile deli filozof Hikmetullah arasında bir söyleşi düzenler ve gazetecinin sorularına verdirdiği cevaplarda dinin ve Tanrı’nın, insanları disiplin altında tutmak için icat edildiğini kanıtlamaya çalışır. Romanın başında «Filozofun Cenabı Hakka itirazı» bölümünde Tanrıya söylenenlar arasında şu parça Gürpınar’ın alaylı tutumunu en iyi gösteren örneklerden sayılabilir:
Senin bu akıl almaz gayri mesul [sorumsuz] fantaziyelerine karşı alimler, şairler: «Hayır ve şer hep sendendir İlâhî» nakaratiyle birer maval okuyup geçiyorlar.
Hakikat bu ise, iyilere mükâfat, kötülere mücazat neden? Benden evvelki bir çok filozoflar gibi, bu sakızları çiğneye çiğneye benim de ağzım köpürdü.
Senin densizliklerine karşı halkın bir sözü vardır: «Hikmetinden sual olunmaz.» Niçin olmasın? Yarattıklarının içinde aklen sana tefavvuk [akılca senden üstünlük] iddiasında bulunanlar ve senden daha mağrur görünenler var.
Yeryüzünde şimdi çok moda olan cumhuriyet idaresi göklere de sirayet ederse, o zaman sen halini görürsün. Çünkü seni ihtihap [seçmek] için rey veren bulunmayacaktır.
Sana şerikin, nazirin [benzerin] yoktur diyorlar. İnanıyor musun? Bir ülûhiyet [tanrılık] yarışması açılırsa o zaman hakikati anlarsın. Seninkilerden iyi dünyalar kurmak iddiasına kalkışan ukelâ [akıllı] kulların var. (11)
Görüldüğü gibi Gürpınar’ın halka aşılamak istediği fikirler köklü değer değişiklikleri anlamını taşır ve felsefesi çok karamsardır. İnsan doğuştan bencil bir hayvandır ve yaşam bu bencil insanlar arasında sonu gelmeyen korkunç ve iğrenç bir didişmedir. Altta kalanın canı çıksın ilkesince sürdürülen bu bireysel ve sınıfsal savaşta bile, kurnazlık, yalancılık, ikiyüzlülük gibi

silahlan ustalıkla kullananlar güçlü olur, ahmakları ezerler. Onun içim tüm dünyada insanlar, güçlü ve güçsüz, zeki ve ahmak, aldatan ve aldanan olmak üzere iki kısımdır.
Gürpınar’ın bu dünya görüşünün özgün olmadığını söylemeye gerek yok sanırım. Darwinizm’in topluma uygulanması ve Marksist yönde yorumlanması diyebileceğimiz bu görüşün, Batı’daki düşünürler bir yana, Türkiye’de de örneğin Asaf Nefî tarafından 1909’ta Ulûm-u İçtimaiye ve İktisadiye adlı dergide savunulduğunu öğreniyoruz. Hilmi Ziya Ülken, Asaf Nefî’nin felsefesini açıklarken, onun Darwinizm’i toplumsal gerçeğe uygularken, Dr. Suphi Ethem ile beraber Marksizme yaklaştığını söylüyor. (12)
Yazarın bu dünya görüşünü incelediğimiz zaman şu gerçek ortaya çıkıyor ki Gürpınar II.Meşrutiyet döneminin ilerici akımlara ayak uydurmuş ve Türkiye’de iktisat, ahlak ve din alanlarında köklü değişiklikler öngören ama tutarlı olmayan birtakım düşünceler geliştirmişti. Aydınlanma felsefesi, Marksizm, Nietzsche ve Schopenhauer’in bir arada yoğrulduğu bu «yüksek felsefe» zamanla daha karamsar bir nitelik kazanmış ve Gürpınar sonunda dünyaya küserek kendi köşesine çekilmiştir.
Okurlarını eğitmek, gözlerini açmak ve bu «yüksek felsefe»ye çekmek amacıyla roman yazdığını söyleyen Gürpınar’ın bu amacını nasıl ve ne dereceye kadar gerçekleştirebildiğini saptamak ve romancı yönünü değerlerdirmek için Şıpsevdi’yi inceleyebiliriz.

BERNA MORAN
  
Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış 1
Ahmet Mithat’tan Ahmet Hamdi Tanpınar’a
İletişim Yayınları