İktidarın Gölgesinde Birey: Özgürlük, Teslimiyet ve Foucault’nun Aynasında 1984 ve Winston Smith
İktidarın Her Yerdeki Hâkimiyeti: Foucault’nun Merceği
Michel Foucault’nun “iktidar her yerdedir” tezi, bireyin özgür iradesini sorgulayan bir kuramsal bıçaktır. İktidar, yalnızca devlet aygıtlarının (bürokrasi, hukuk, ordu) somut mekanizmalarında değil, aynı zamanda bireyin düşüncelerinde, arzularında ve hatta direnişinde gizlidir. Foucault’ya göre, iktidar bir üst yapı ya da baskıcı bir otorite değil, bir ağ gibi toplumu saran, bireylerin ilişkilerini, kimliklerini ve hatta kendilik algılarını şekillendiren bir ilişkiler sistemidir. Bu bağlamda, bireyin devletle ilişkisi, özgür iradeye dayalı bir sözleşmeden çok, bireyin farkında olmadan içselleştirdiği bir disiplin sürecidir. Devlet aygıtları, bireyi gözetler, sınıflandırır ve normalize eder; birey ise bu sürecin hem öznesi hem nesnesidir. Özgürlük, bu ağın içinde bir yanılsama mıdır? Foucault’nun cevabı keskindir: Özgürlük, iktidarın izin verdiği ölçüde vardır.
Winston Smith’in Direnişi: Özgürlüğün Psikopolitik Sahnesi
George Orwell’in 1984 romanındaki Winston Smith, bu iktidar ağının trajik bir figürüdür. Parti’nin totaliter rejimi, bireyin zihnini, bedenini ve duygularını ele geçiren bir makinedir. Winston’ın Parti’ye karşı isyanı, özgür iradenin son kalesi gibi görünse de, Foucault’nun merceğinden bakıldığında bu direniş bile iktidarın bir ürünüdür. Winston’ın başkaldırısı, Parti’nin tanımladığı normlara karşı bir tepki olarak şekillenir; dolayısıyla, direnişi bile Parti’nin çizdiği sınırlar içinde kalır. Psişik düzeyde, Winston’ın arzuları, korkuları ve hatta aşkı, Parti’nin gözetim ve disiplin mekanizmaları tarafından yönlendirilir. Julia ile olan ilişkisi, özgürlük arayışının bir sembolü gibi görünse de, bu ilişki bile Parti’nin yasaklarının bir yansımasıdır. Winston’ın zihni, Parti’nin propaganda aygıtı olan “çiftdüşün” ve “yenisöylem” ile öyle bir kuşatılmıştır ki, özgürlük hayali bile iktidarın bir uzantısı haline gelir.
Devlet Aygıtları ve Bireyin Dönüşümü: Politik Psikolojinin Çıkmazı
Devlet aygıtları, bireyi özgür bir özne olmaktan çıkararak bir “itaat makinesi”ne dönüştürür. Bürokrasi, bireyi formlar, kurallar ve prosedürler aracılığıyla disipline eder; hukuk, ahlaki ve toplumsal normları dayatarak bireyin hareket alanını sınırlar; ordu ise fiziksel ve sembolik şiddet yoluyla itaati garantiler. Foucault’nun panoptikon kavramı burada devreye girer: Birey, sürekli gözetlendiğini hissettiği için kendi kendini denetler. Winston’ın hikâyesi, bu politik psikolojik mekanizmanın en uç örneğidir. Parti’nin Telescreen’leri, Winston’ı fiziksel olarak gözetlerken, O’Brien’in manipülasyonları zihnini ele geçirir. Winston’ın nihai teslimiyeti, özgür iradenin değil, iktidarın zaferidir. Politik psikoloji açısından, bireyin devlet aygıtlarıyla ilişkisi, özgürlükten çok bir öz-disiplin ve öz-yok etme sürecidir. Winston’ın “Big Brother’ı seviyorum” demesi, bireyin kendi iradesini iktidara teslim etmesinin nihai göstergesidir.
Ütopyadan Distopyaya: Özgürlüğün İmkânsız Hayali
Ütopik bir perspektiften bakıldığında, bireyin özgür iradesi, insan doğasının özünde yatan bir potansiyel olarak görülebilir. Ancak Foucault’nun iktidar anlayışı, bu ütopyayı bir distopyaya çevirir. Winston’ın başlangıçtaki direnişi, özgürlüğün mümkün olabileceğine dair bir umut taşır; ancak Parti’nin mutlak kontrolü, bu umudu bir yanılsamaya dönüştürür. Orwell’in 1984’ü, bireyin özgürlük arayışının distopik bir dünyada nasıl bir tuzağa dönüştüğünü gösterir. Parti, Winston’ın zihnini yeniden inşa ederek onun özgürlük hayalini bir kabusa çevirir. Foucault’nun gözünden, bu distopik gerçeklik, modern toplumların bir aynasıdır: İktidar, bireyin özgürlük hayalini bile kendi çıkarları doğrultusunda şekillendirir. Ütopik bir özgürlük ideali, iktidarın ağında bir hapishaneye dönüşür.
Birey, İktidarın Gönüllü Kölesi mi?
Winston Smith’in hikâyesi, bireyin özgür iradesinin sınırlarını sorgulamak için provokatif bir zemin sunar. Foucault’nun “iktidar her yerdedir” fikri, bireyi bir paradoksla yüzleştirir: Özgürlük arayışı, bireyi iktidarın daha derin bir kölesi haline mi getirir? Winston’ın Parti’ye teslimiyeti, bireyin özgürlük için mücadele ederken bile iktidarın kurallarına boyun eğdiğini gösterir. Provokatif bir şekilde sorarsak: Birey, devlet aygıtlarının bir uzantısı mıdır, yoksa bu aygıtları var eden bir aktör müdür? Foucault’ya göre, bu ikisi arasında bir ayrım yoktur; birey, iktidarın hem yaratıcısı hem de kurbanıdır. Winston’ın trajedisi, bireyin özgürlüğünün yalnızca iktidarın izin verdiği bir yanılsama olduğunu haykırır. Öyleyse, özgür irade bir mit midir? Orwell ve Foucault, bu soruyu cevapsız bırakarak bizi rahatsız edici bir gerçekle yüzleştirir: Belki de hepimiz, farkında olmadan, kendi Big Brother’ımızın gönüllü köleleriyiz.