İnsanda Güzellik ve Çirkinlik

estetik ve sanatİNSANDA GÜZELLİK VE ÇİRKİNLİK
Bir insanın güzelliğinden söz ettiğimiz zaman, herşeyden önce, insanın kendi «cinsinin ölçüsü»nü, yani, insansal olan ölçüyü kapsıyacak şekilde, o insanın bedensel yapısından başka, insanın zihinsel dünyası ile davranışlarının da yapısından söz ediyoruzdur. Yok eğer, insan güzelliğinin nesnel temel ilkelerini sınırlandırıp, burdaki estetiksel değeri insanın maddi bedeninin yapısına indirgeyecek olursak, o zaman, insan güzelliği sorunu, biyolojik bir soruna dönüşür. Çünkü, bütün öbür yaratıklardan insanın cins olarak ayrımının kendine özgü yanını bize gösteren şey biyolojidir. Biyolojinin, insan güzelliğinin gizini açığa çıkarabilme gücünden yoksun olduğu çoktan kanıtlanmış bulunuyor; çünkü, biyoloji için, bir uyumlu ve değişmez bir estetiksel norm yoktur.

Belli bir ırkı temsil eden kişilerde güzelliğin vazgeçilmez belirtisi olan çizgiler ve kendine özel yanlar, başka bir ırkta çirkinlik sıfatı olurlar; örneğin, beyaz tenlilik. Hırıstiyan mitolojisinde meleklerin beyaz tenli, şeytanların ise siyah tenli oluşları doğaldır. Ama, aynı şekilde, Afrika’lı sanatçıların, şeytanı beyaz tenli olarak kafalarında canlandırmaları da doğaldır. Kızılderililer’de, «beyaz tenli>> kavramı, «çirkin» kavramıyla aynı anlama gelir; bir Avrupa’lı için de sarı benizli olmak güzel bir şey değildir, hastalık belirtisidir çünkü. Bunun gibi, her ırktan insan, insan yüzünün plastik yapısındaki bütün özellikleri; söz gelişi, elmacık kemiklerinin çıkıklığını, gözlerin çekikliğini, dudak kalınlığını, burun biçimini, estetiksel olarak hep farklı şekillerde değerlendirir. İnsan güzelliğinin kalıbı yoktur.

Herhalde ancak ırkçı bir estetik, bir ırktan insanın güzellik belirtilerini mutlaklaştırıp, öbür ırkı temsil edenlerin yüz ve vü­cut biçimleri ile ten rengine nesnel olarak çirkin diyebilir. Ama bu aynı zamanda, ne biyoloj inin, nede antropoloj inin, güzel olan ile çirkin olan’ın doğasını yakalıyabileceği anlamına gelir; çünkü, her ırkın kendi gerçek varoluşunun özelliklerine bağımlı olmak üzere, yaşam ile ideal’in birbirine uygunluğunun dışında, insanlar için salt nesnel bir güzellik yoktur.

Bundan başka, insan güzelliği, ulusal değişkenlikler de kazanabilir. Her halkın, diyelim Uşinskil.er’in, kendi bir insan idealleri vardır. Bunun için, Gürcü bir güzel ile Estonya’lı bir güzelin şeklen görünüşü, ya da bir İspanyol’un güzelliği ile bir İsveçli’nin güzeliili o denli kendine özgüdür ki, birinde güzelliği işaret eden çizgiler, öbüründe estetiksel açıdan olumsuz bir anlam taşıyabilir. Bu bakımdan, bir kez daha belirtelimki, güzel ­olan ya da çirkin – olan için konabilecek uluslar – üstü, mutlak bir norm yoktur. İnsan güzelliği görece olup, insan güzelliğinin somut görünüş biçimleri, her zaman için, belirli ulusal, ırksal olarak koşullanmış ya da sınıfsallığa bağlı belirtileri kendinde taşır.

İşte adı geçen bu son bağımlılık hali, Çernişevski tarafından far­kedilmişti. Çernişevski, insanın «güzel yaşam»dan ne anladığının, yani, insanın kendi idealinin, sınıfsal bir karakter taşıdığını, çünkü, bunun, belli bir sınıfın kendine özgü çıkarlarından doğduğunu saptamıştı. Nitekim, köylülükte olsun, aristokraside olsun, tüccarlıkta olsun, bu sınıfların herbirinde, kendi ideallerine, söz gelişi, hangi kadın tipinin kendilerine denk düşüp düşmediğine gö­re değişen bir kadın güzelliği anlayışı vardır.

Özellikle, tarihsel olarak değişkenliğini çözümlediğimiz zaman, insan güzelliğinin toplumsal ideallere olan bağımlılığını açıkça görürüz. Her çağdaki insan güzelliğinin sanatsal modelinin ne olduğunun ortaya konduğu sanat ise, bizim böyle bir çö­zümleme yapabilmemiz için çok zengin ve elverişli malzemeyle doludur.

İnsan güzelliğinin ilk sanatsal modelleri, < İlkel toplumlardaki sanatçılar sahici biçimleri çizebilmekten mi yoksundular acaba yoksa, gerçek biçimlerin şeklinin biçimsel olarak bozulması mıydı bu? Pek tabii, ne biriydi, ne de öbürü. Bunun nedeni, paleolitik insanın kadından ne aniarlığının çizilmesiyle uyandırılacak olan o estetiksel etkiyle ilgiliydi daha çok ötedenberi bilinmektedir ki, bu figürlerdeki çarpıtmanın belirli bir anlamı vardır. Yaratıcı kişi, burda, ikinci dereceden cinsellik belirtisi olan şeyleri abartmaktadır. Koca bir karın, geniş kalçalar ve dolgun göğüsler, anaerkil çağda, kendi temel, ideal belirleniş şekli içinde, kadının biyolojik işlevini, yani, cinsini üretme işlevini, doğurganlığı, yaşamı türetme işlevini simgelemektedir. Burda, biyolojik yasallıgın estetiksel bir anlam kazanarak insan idealinin taşıyıcısı haline gelişi vardır.

Bu idealin değişime uğramasıyla birlikte, insan güzelligi tasarımı da değişime uğramıştır. Ataerkil düzene geçiş sonucu, yeni toplumsal ilişkiler ile yeni etik – dinsel anlayışların oluşması, estetiksel dünya ile insan anlayışının kökten bir şekilde değişime uğramasına yol açmıştı. Bu dönemde yapılmış taştan idoller ile yontulmuş masklar kadar, insanların kendi gövde ve yüzlerini acayip şekillerde boyamaları, doğal biçimini yitirmiş tılsım ‘resimleri, kendine özgü saç kesimleri ve süslemeleri, bütün bunlar, bizce vahşiliğin bir işaretidir. Ama bütün bu görünüşlerin ·altında, ilkel toplum insanı için, hakiki güzellik yatıyordu; çünkü, maske takmak, çarpıtmak, insanın gerçek dış görünüşünün ‘degiştirilmesi, bunlar hep, doğaüstü, mistik, ideal, mana dünyası tasarımı ile uygunluk kurulmasına yarayan şeylerdi. İnsanın şekilce görünüşü, manasal – mistik, kutsal olan şeyi ne denli anımsatıyorsa, kendi soyundan olanların gözünde o denli güzel görü­nüyordu. Yani, insanların kendilerini güzel saydıkları şeylerle bezandirmeleri, gerçek – olan’ın manalaştınlma’sından kutsallaş­tırılmasından, gerçek – olan’ın ideal – olan’a yakıştırılmasından başka bir şey değildi.

Şunu da belirtmeliyiz ki, adını andığımız bu dönemde, toplumsal ideal, tam dinsel – mistik bir karakter taşımıyordu. Bu konuda, Plekhanov’un, içinde çeşitli takı biçimlerinin nerden geldiğini açıkladığı <>; çok sayıda metal bilezikler ise «zenginliğin nişanesi» sayılıyordu. İlk başlarda. yaşama yakın gelen ve pratik bir anlam taşıyan bu nesneler zamanla estetiksel bir anlam kazanmıştı. Bu degişiklige uğrayışın nedenlerinden biri de, avcılıktaki ustalığın ve onun getirdiği zen­ginliğin, toplumsal idealin asli öğelerinden biri haline gelmesiydi.
Böylece, bu ideali nesnel bir biçimde kendinde cisimleştiren Şeyler güzel sayılıyor; insanları bezendirme, onları ideale yaklaş­tırma gücünü edinmiş oluyorlardı.

Köleci toplumlarda sanat, bize, insan güzelliğinin daha sonraki tarihinin incelenmesi için sayısız malzeme bırakmıştır. Eski Doğu’nun heykel kahramanları ile antik çağ Yunan heykel kahramanları arasında ne denli büyük fark vardır bir düşünelim!
Bu birincisinde, güzelliğin ölçeği, doğaüstü bir soyutluk; taşlaş­mış, hareketsiz bir biçim; katı simetrik, ön bir kompozisyon iken, ikincisinde, tam bunun karşıtı, üç – boyutlu mekan içinde özgür ‘Ve serbest şekilde dolaşan, -canlı bir hareketin dinamiğidir. Birincisinde, canlı olan şey taşlaştırılmış, zamanın akışından çekip alınmış; ikincisindeyse, taşa can verilmiş, taş solumağa, hareket etmeye başlamıştır.

Bu farkın temelinde yatan nedenler nedir acaba? Berlin’deki Bergama – sunağı’nı gezenlerin de herhalde gözünden kaçmamış olacağı gibi, Eski Doğu’nun köleci – despotizmi ile Helenlerin köleci – demokrasisi birbirinden farklı idealleri ortaya koymuş­tur. Eski Mısır’daki toplumsal – dinsel ideal’in izlerini vurgulayacak şekilde, firavun – kültü ile totem – kültü’nün birbiriyle ideal bir şekilde kaynaşmış olması, canlı, bireysel, gelip geçici olan herşeyin kendisini sonsuz olana, bitimsiz olana, kast düzenine uygun olana bırakışı oranında güzel sayılmasına yol açmıştı.

Buna karşılık, Yunan polisinde, toplumsal ilişkilerin karakteri, toplumsal ideali demokratik kılmış, mitolojiyi insancıllık ruhuyla donatmıştı. Yunan’da, güzelliğin, yani, tanrısal·- olan ile canlı ­ olan, genel – olan ile bireysel – olan, fiziksel – olan ile de zihinsel – olan arasında aynı ölçüde uyumluluğun bulunmasının nedeni budur.

Antik dünya feodalizmin boyunduruğuna girer girmez, insan güzelliği de, mistik Hırıstiyanlık idealinin etkisi altında, bü­tün bütüne yeni bir anlam edinmiştir. Antik Yunanlılar, insan vücudunun güzelliğine, onun o uyumlu ve dengeli, fiziksel olarak yapısında dile gelen o yüce sukunet haline hayrandılar; buna karşıt, Hırıstiyan çilekeşciliği, insan vücuduyla ilgili her şeyi günah, bayağı ve çirkin diyerek mahkum etmişti. Bundan böyle, insan güzelliği, insanın maneviliğiyle, ölümlü bedeninden kendisini azat ederek, öte – dünyaya erişmeye çalışması haliyle tanımlanıyordu. Ayrıca, insanın bedensel güzelliğiyle ilgili tasarımlar kafirlikle suçlanmış; bu olumsuz tutum, işi antik sanat anıtlarını yıkmaya kadar götürmüştü. Ne var ki, birkaç yüzyıl sonra Rönesans dönemi içinde yeni estetik anlayışları oluşunca, bu kez, Orta Çağ’daki tasarımların tam karşıtı olan ilkeler işlerlik kazanmaya başlamıştı. Orta Çağ’a ait bu tasarımlar artık bar­barlık ve vahşilik olarak görülüyordu (Orta Çağ’ın sanat uslubuna, kökence, barbarların, vahşilerin, Gotların sanatı anlamına gelecek şekilde, gotik adı verilmişti) . Böylece, ilke olarak, Rönesans insanı, tıpkı kendinden önceki Orta Çağ insanı gibi olaya kendi yargısını vermiş oluyordu. O da kendi beğeni çizgisini, kendi estetik tasarımlarını, aynı safyürekli şekilde, biricik doğru beğeni ve tasarımlar olarak kabul ediyor, bunların karşısına koyduğu görüşlere yanlış diyordu.

Bilindiği gibi, bağlı olduğumuz düşüncenin ve felsefi metodolojinin konusu, insanların estetik düşüncesinde yer alan tarihsel değişmelerin derinden ve kesinlik içinde; metafizik değil, diyalektik olarak kavranabilmesini olanaklı kılmaktadır. Şunu iyice anlamamız gerekir ki, hiçbir çağ mutlak estetiksel hakikate ulaşamamıştır; çünkü, toplumsal idealden bağımsız hiçbir mutlak güzellik yoktur ve olamaz. Nitekim, her çağ gerçek dünyayı kendi ideallerine bağlamış; güzel – olan’ı, bu ideallere uygun ‘düşen şey olarak görmüş, bu temellere dayanarak, tüm estetiksel değerleri değişime uğratmıştır. Bunun için, güzel – olan, hep tarihçe koşulu olup, tarihçe değişime uğrar. Bu bakımdan, ister Pythagoras’cı estetik içinde yetişmiş, Yunan’lı büyük heykeltraş Polykleitos’ta olsun, ister Rönesans estetik görüşlerinin en iyi örneklerini vermiş ünlü Alman ressamı Dürer’de olsun, güzelliğin mutlak yasalarını taşıyan insan vücudu orantilarını bulmak için girişiimiş tüm çabalar başarısızlığa uğramak zorunda kalmıştır.

Bu bağlamda, estetik alanı içinde görece – olan ile mutlak olan’ın diyalektiği üstüne söylediklerimizi de gözönüne alarak, unu belirtmeliyiz ki, gerek Polykleitoş’un, gerekse Dürer’in insan güzelliği üstüne, tarihçe, sınıfsal ve ulusal olarak koşullanmış tasarımlarında, belli bir mutlaklık öğesi de içerilidir. Çünkü, insanın ve insan organizmasının uyumlu bir şekilde gelişmesi, tüm bir toplumsal gelişmenin en son amacı haline geldiği için, antik sanat ile Rönesans sanatında bu uyumun somut bir şekil alması, kalıcı bir estetiksel değer olma niteliğini kazanmıştır.

Pek tabii, sosyalist toplumda, kendi toplumsal – tarihsel içeriği gereği, yeni bir insan güzelliği anlayışı oluşmuştur. Vera Mukbina’nın “İşçiler ve Kolhoz Köylüleri» adlı heykeliyle, Aleksander Matveyev’in <<Ekim» adlı heykelinde çok belirgin bir şekilde ve büyük bir sanatsal beceriyle verilmiştir bu. Bu yapıtlarda, yeni insanın, yani, tüm yönleriyle uyumlu olarak gelişmiş, zihinsel ve bedensel olarak güçlü, savaşçı ve yaratıcı insanın şekilce estetik yapısı ortaya konmuştur. Bu heykeller, bizim ideal­ !erimizdeki gerçekliği canlandırdıkları için güzeldirler. Antik sanatçılar tarafından soylu kılınan, çalışmanın etkilerinden özgür, kusursuz bir vücutta uyumlu olarak birleşen, kendinin bilincinde bir zihnin yüceliğine ve, Orta Çağ’da soylu kılınan, öte – dünyaya ulaşma çabası içinde kendi günahkar vücudunun ezikliğini çeken bir zihnin esrikliğine karşıt, toplumcu sanat, emekçi ve ‘savaşımcı insanı, yani, kendi eliyle şekillendirdiği geleceğe sarsılmaz inancı olan ve tükenmez enerji dolu insanı, kendi gördüğü işiyle olan özlemleri içinde bileştirmiş; dünyasal olduğu kadar manevileşmiş insanın şekilce yapısını ortaya çıkarmıştır. Gerçi gerek Matveyev’in, gerekse Mukbina’nın kompozisyonlarının genel estetiksel içeriği, plastik anlamda belli şekillerde yorumlan­mıştır. Mukbina’nın işçisi ile kadın kolboz köylüsü, gelecekteki ·güzelliği; yorucu, ama, aynı zamanda sevinç dolu yaratıcılığı can­landırırlar; Matveyev’in kahramanları ise, barış, emek, özgürlük, eşitlik, kardeşlik ve mutluluk fikrini canlandırma, yeni bir dünya kurmuş, onurlu, güçlü ve yengi dolu insanlardır. Aradaki bu ayrıma karşın, bu iki sanatçı da, dünya kültür tarihinde ilk kez yeni bir toplumsal idealin içerigini, yani, yüzyıllar boyunca bir zorlama olmuş, ama şimdi bir gereksinme ve zevk haline gelmiş olan halkın özgürce çalışması’nın olumlanışını yansıtan insanda yeni bir güzellik anlayışını ortaya koymaktadırlar.

Aralarında ne denli ayrım olursa olsun, geçmişin tüm estetiksel görüş sistemlerini özünden ortak kılan, örneğin, Rönesans ile Orta Çağ ya da Orta Çağ ile Antik Çağ gibi birbirinin tam karşıtı olan görüş sistemlerini birbirine yaklaştıran bir nokta vardır; insanın ancak çalışmanın dışında, çalışmayla bir karşıtlık oluşturduğu, çalışmadan soyutlandığı zaman güzel sayılışı; çünkü, bu görüşlerce, insanı bayağılaştıran, çirkin kılan, insanlıktan – çıkaran şey, çalışmadır. 19. yüzyılın ünlü Belçikalı heykettraşı Constantin Meunier, yapıtlarında, çarpıcı bir sanatsal ‘güçle vermiştir bunu. Repin’in < in «Dağ İnsanları», Balzac’ın «Köylüler»i ve Zola’nın <<Germinal»inde, aynı kızgınlık ve öfkeyle sözedilir bundan. Geçmişte, sadece halk masallarında ve halk öykülerinde, o da sırf masalsı ve fantastik oldukları için, emek ve emekçiler, estetiksel bir şekilde ele alınıp yüceltilmişlerdir. Emekle estetiksel ilinti, ancak toplumcu düzenin emeği özgür kılmasından ve yaşamın en önemli «kahramanı» haline getirmesinden sonra temelinden bir degi­şikliğe uğratılabilmiştir. İşte, Mukbina ile Matveyev’in yapıtlarında olduğu kadar, öbür sosyalist ülke sanatçılarının yapıtlarında da canlandırılmış olan şey, insanların estetiksel bilincinde yer alan bu zorlu dönüşümdür.

Sosyalist bir toplumda, çok çeşitli şekillerde bireysel güzellik anlayışlarının olacağı ve gittikçe kendini belli edeceği çok dogaldır; çünkü, toplumcu estetiksel ideal, her kişinin bilincinde kendine özgü tarzda yansımasını bulacaktır. Meslekçe, cinsiyet­çe, yaşça farklılıklar, kültür düzeyi ve karakter farklılıkları, bütün bunlar, her insanın kendi <<güzel yaşam>> tasarımını etkileyecegi kadar, kişinin kendine özgü estetiksel algısı ile estetiksel degerlendirmesini de belirleyecektir. İnsanların günlük yaşamında hep çelişkin bireysel, estetiksel yargıların yer alışının nedeni budur.

Geçmiş kültür tarihinde beğeni çizgileri arasında geçen savaşı incelerken olsun, çağdaş estetiksel ayrımlamaların yapılmasında izlenecek politikayı belirlerken olsun, toplum kesimlerince birbirinin karşıtı olarak koşullanmış güzellik anlayışları ile, söz gelişi, aristokrat ve köylü, toplumcu ve burjuva güzellik anlayış­ları ile toplumsal – tarihsel bir konum içindeki bireysel estetik :anlayışlarındaki çeşitlilik arasında iyice bir ayrım yapmak gerekir.

Tüm sosyalist ülkelerin siyasal partileri, bu ayrımı gözönüne alarak, bir yandan, gerek yaşamda, gerekse sanatta görülebilecek her türlü küçük · burjuva beğeni biçimleriyle amansız bir şekil­de savaşılmasına çağrıda bulunurlarken, öte yandan, sosyalist toplumda insanın beğeni çizgilerinin çeşitlilik kazanmasını oldu­ğu kadar, toplumcu sanatta çok çeşitli sanatçı imzalarının da yer almasını isterler. Herhangi bir sanat uslubunun ya da belli bir grup insanın beğeni çizgisinin mutlaklaştırılmasını bir özür olarak kabul etmezler.

Prof. Moissej Kagan

Güzellik Bilimi Estetik ve Sanat
Türkçesi: Aziz Çalışlar
Altın Kitaplar Yayınevi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir