İnsanlığın Yeni Çağında İklim Krizi: Chakrabarty’nin Dört Tezi ve Ghosh’un Büyük Sapma Anlatısı


İnsanlığın Jeolojik Gücü

Chakrabarty’nin dört tezi, insanın artık yalnızca biyolojik bir varlık değil, aynı zamanda jeolojik bir güç olduğunu öne sürer. Antroposen kavramı, insan faaliyetlerinin yerkürenin iklim sistemleri ve jeolojik süreçleri üzerinde kalıcı etkiler bıraktığını belirtir. Bu tez, Ghosh’un The Great Derangement’ta işaret ettiği büyük sapmayı tarihsel bir çerçeveye yerleştirir: Modern insan, doğayı kontrol edebileceği yanılsamasına kapılmış ve iklim krizinin ciddiyetini kavramakta zorlanmıştır. Ghosh, bu inkârın kökenlerini, Aydınlanma dönemiyle başlayan insan merkezli düşünce yapısında bulur. Bu dönemde, bilim ve teknoloji aracılığıyla doğanın fethedilebileceği düşüncesi, insanlığın gezegensel sınırları görmezden gelmesine yol açmıştır. Chakrabarty, bu durumu tarihsel bilincin bir krizi olarak tanımlar; insanlık, kendi eylemlerinin uzun vadeli sonuçlarını tarih yazımına entegre etmekte başarısız olmuştur. Bu bağlamda, iklim inkârı, yalnızca bireysel bir tutum değil, aynı zamanda modernitenin temel bir kör noktasıdır. İnsanlığın jeolojik bir aktör olarak tanınması, tarih anlayışımızı yeniden şekillendirmeyi gerektirir; çünkü artık insan tarihi, doğal tarihle ayrılmaz bir şekilde iç içe geçmiştir.


Modernitenin Kör Noktaları

Ghosh, The Great Derangement’ta, modern edebiyatın ve kültürün iklim krizini ele almakta yetersiz kaldığını savunur. Chakrabarty’nin tezleri, bu yetersizliği tarihsel bir perspektife oturtur: İnsanlık, tarihsel bilincini yalnızca insan merkezli olaylar üzerine kurmuştur. Bu durum, iklim krizinin geniş zaman ölçeklerini anlamayı zorlaştırır. Örneğin, karbon emisyonlarının etkileri yüzyıllar, hatta bin yıllar sürebilir, ancak modern tarih yazımı genellikle kısa vadeli olaylara odaklanır. Ghosh’un işaret ettiği “büyük sapma”, bireylerin ve toplumların bu uzun vadeli etkileri anlamakta zorlanmasıdır. Bu, yalnızca bilimsel bir mesele değil, aynı zamanda insanlığın hayal gücünün sınırlarıyla ilgilidir. İnsanlar, iklim değişikliğinin yıkıcı sonuçlarını anlamak için gerekli olan geniş ölçekli düşünme biçimini geliştirememiştir. Chakrabarty’nin ikinci tezi, bu noktada devreye girer: İnsanlık, tarihsel anlatılarında doğayı bir aktör olarak görmezden gelmiştir. Bu kör nokta, iklim inkârının temel nedenlerinden biridir; çünkü doğa, insanlık tarihinin pasif bir arka planı olarak algılanmıştır.


Toplumsal ve Bireysel İnkar Dinamikleri

İklim inkârı, bireylerden hükümetlere kadar geniş bir yelpazede kendini gösterir. Chakrabarty’nin üçüncü tezi, insanlığın kolektif bir tür olarak hareket etme kapasitesini sorgular. İnsanlar, bireysel çıkarlar ve ulusal sınırlar çerçevesinde düşünmeye alışkındır; bu da gezegensel ölçekte kolektif bir sorumluluk üstlenmeyi zorlaştırır. Ghosh, bu durumu, modern toplumların iklim krizini “düşünülemez” kılan bir zihinsel engel olarak tanımlar. Örneğin, fosil yakıt bağımlılığı, ekonomik büyüme paradigmasıyla o kadar iç içe geçmiştir ki, alternatif bir gelecek tahayyülü neredeyse imkânsız hale gelmiştir. Bu inkâr, yalnızca bilimsel verilerin reddi değil, aynı zamanda insanlığın kendi varoluşsal sorumluluğunu kabul etmekteki isteksizliğidir. Chakrabarty, bu noktada, insanlık tarihinin artık yalnızca sosyal ve politik olaylarla değil, jeolojik ve ekolojik süreçlerle de tanımlanması gerektiğini vurgular. Ghosh’un anlatısı, bu tezi destekler; çünkü iklim krizinin reddi, modernitenin bireyci ve kısa vadeli düşünce yapısından kaynaklanır. Bu durum, insanlığın kendi eylemlerinin uzun vadeli sonuçlarını görmezden gelmesine neden olur.


Bilim ve Kültür Arasındaki Kopukluk

Chakrabarty’nin dördüncü tezi, insanlık tarihinin artık yalnızca insan merkezli bir anlatı olmaktan çıktığını ve bilimsel bilginin tarih yazımına entegre edilmesi gerektiğini savunur. Ghosh, bu tezi, modern edebiyatın ve sanatın iklim krizini ele almada başarısız olduğunu söyleyerek tamamlar. Örneğin, romanlar genellikle bireysel hikayelere odaklanır ve gezegensel ölçekteki krizleri anlatmakta yetersiz kalır. Bu, bilim ile kültür arasındaki bir kopukluktan kaynaklanır. Bilim, iklim değişikliğinin mekanizmalarını açıkça ortaya koymuş olsa da, bu bilgi, insanlığın duygusal ve entelektüel dünyasında yeterince yankı bulmamıştır. Ghosh, bu kopukluğu, modernitenin hayal gücünün sınırlarına bağlar; insanlar, iklim krizinin soyut ve uzun vadeli doğasını anlamakta zorlanır. Chakrabarty’nin tezleri, bu kopukluğu tarihsel bir bağlama oturtur: İnsanlık, tarihsel bilincini yalnızca insan merkezli olaylar üzerine kurduğu için, doğanın aktif bir aktör olduğu bir tarihi tahayyül edemez. Bu durum, iklim inkârının kültürel bir boyutunu ortaya koyar; insanlar, krizin ciddiyetini kabul etmek yerine, mevcut yaşam tarzlarını sürdürmeyi tercih eder.


Gezegensel Sorumluluk ve Yeni Bir Tarih Anlayışı

Chakrabarty’nin tezleri, insanlığın gezegensel bir sorumluluk üstlenmesi gerektiğini vurgular. Bu, Ghosh’un The Great Derangement’ta öne sürdüğü, iklim krizinin yalnızca bilimsel değil, aynı zamanda ahlaki ve etik bir mesele olduğu fikriyle örtüşür. İnsanlık, kendi eylemlerinin gezegensel sonuçlarını kabul etmeli ve bu sonuçlarla yüzleşmek için yeni bir tarih anlayışı geliştirmelidir. Chakrabarty, bu yeni anlayışın, insanlık tarihini doğal tarihle birleştiren bir yaklaşımı gerektirdiğini savunur. Ghosh ise bu birleşimi, edebiyat ve sanat aracılığıyla mümkün kılmaya çalışır; ancak modern kültürün bu birleşimi gerçekleştirmekte yetersiz kaldığını belirtir. İklim inkârı, bu bağlamda, yalnızca bilimsel verilerin reddi değil, aynı zamanda insanlığın kendi varoluşsal sorumluluğunu kabul etme konusundaki isteksizliğidir. Chakrabarty’nin tezleri, bu sorumluluğu tarihsel bir zorunluluk olarak çerçeveler; insanlık, artık yalnızca kendi hikayesini değil, yerkürenin hikayesini de yazmak zorundadır. Bu, insanlığın kendisini bir tür olarak yeniden tanımlamasını gerektirir.


Geleceğin Hayal Gücü ve İklim Krizi

Ghosh’un The Great Derangement’ı, insanlığın iklim krizini hayal etme kapasitesinin sınırlarını sorgular. Chakrabarty’nin tezleri, bu sorgulamayı tarihsel bir çerçeveye oturtur: İnsanlık, tarihsel bilincini yeniden inşa etmeden, geleceği hayal edemez. Örneğin, iklim değişikliğinin etkileri, yalnızca mevcut nesilleri değil, gelecek nesilleri de etkileyecektir. Ancak modern toplumlar, bu uzun vadeli etkileri anlamakta zorlanır; çünkü tarihsel bilincimiz, kısa vadeli olaylara odaklanmıştır. Chakrabarty, bu durumun, insanlığın kendisini bir tür olarak görme biçimini değiştirmesi gerektiğini gösterir. Ghosh, bu değişimi, edebiyatın ve sanatın yeni anlatılar yaratması gerektiği fikriyle destekler. Ancak her iki düşünür de, mevcut kültürel ve tarihsel çerçevelerin bu değişimi gerçekleştirmek için yetersiz olduğunu kabul eder. İklim inkârı, bu bağlamda, yalnızca bilimsel bir mesele değil, aynı zamanda insanlığın hayal gücünün bir krizidir. İnsanlık, kendi geleceğini tahayyül edebilmek için, tarihsel bilincini yeniden yapılandırmalıdır.


Sonuç: Yeni Bir İnsanlık Anlayışı

Chakrabarty’nin dört tezi ve Ghosh’un The Great Derangement’ı, iklim krizinin insanlık tarihindeki dönüştürücü etkisini anlamada önemli bir zemin sunar. İklim inkârı, yalnızca bilimsel verilerin reddi değil, aynı zamanda modernitenin insan merkezli düşünce yapısının bir sonucudur. İnsanlık, artık yalnızca kendi hikayesini değil, yerkürenin hikayesini de yazmak zorundadır. Bu, tarihsel bilincin yeniden yapılandırılmasını, bilim ile kültür arasındaki kopukluğun giderilmesini ve gezegensel bir sorumluluk anlayışının geliştirilmesini gerektirir. Chakrabarty ve Ghosh, bu süreçte insanlığın kendisini bir tür olarak yeniden tanımlamasının kaçınılmaz olduğunu vurgular. Bu yeniden tanımlama, yalnızca bilimsel değil, aynı zamanda kültürel, etik ve tarihsel bir dönüşümü gerektirir.