Kadim Toprakların Gölgesinde: Despotizmin, Şiddetin ve Direnişin Öyküsü

Mezopotamya’nın bereketli toprakları, insanlığın ilk büyük uygarlıklarını doğururken, aynı zamanda otoritenin, şiddetin ve direnişin kadim sahnesini hazırladı. Sümer, Akad ve Babil’in şehir-devletleri, Asur’un militarist gövde gösterisi ve Ezidilerin tarih boyunca süren varoluş mücadelesi, yalnızca geçmişin hikâyeleri değil, aynı zamanda insanlığın kolektif bilincinde yankılanan ahlaki, politik ve antropolojik meselelerdir.


Bereketli Hilal’in İlk Efendileri: Şehir-Devletlerin Otoriter Mirası

Mezopotamya’nın çamurlu ovalarında yükselen Sümer, Akad ve Babil şehir-devletleri, insanlığın ilk organize toplumlarıydı; tapınaklar, yazıcılar ve krallar etrafında dönen karmaşık bir düzen. Bu devletler, otoriter yönetimlerin prototipi miydi? Cevap, hem evet hem hayır. Bu toplumlar, tarımın ve sulamanın getirdiği bollukla şekillendi; ancak bolluk, kontrolü de beraberinde getirdi. Karl Wittfogel’in “hidrolik despotizm” tezi, bu noktada sahneye çıkar: Su kaynaklarını yönetme ihtiyacı, merkezi bir otoriteyi zorunlu kıldı. Nehirlerin akışını düzenleyen, kanallar açan ve ürün fazlasını kontrol eden elitler, tanrısal bir meşruiyetle donanmış krallara dönüştü. Bu, yalnızca bir idari sistem değil, aynı zamanda ahlaki bir meseleydi: İnsan, doğayı ehlileştirirken kendi özgürlüğünü mü zincirledi? Sümer’in zigguratları, gökyüzüne uzanırken, yeryüzünde bir hiyerarşi piramidi inşa etti. Ancak bu devletler, modern otoriter rejimlerin soğuk bürokrasisinden farklıydı; mitolojik bir aura, dinsel ritüeller ve toplumsal sözleşmelerle yoğrulmuş bir yönetim biçimiydi. Yine de, verginin, zorla çalıştırmanın ve yazının bir denetim aracı olarak kullanılması, günümüzün disiplin toplumlarının habercisiydi. Mezopotamya, insanlığın hem yaratıcı hem de esaret altına alıcı doğasını açığa vurdu.


Asur’un Kanlı Senfonisi: Şiddetin Antropolojisi

Asur İmparatorluğu, tarih sahnesinde bir savaş makinesi olarak belirdi; taş tabletlerde övülen zaferler, yakılan şehirler ve sürgün edilen halklar, onun alamet-i farikasıydı. Acımasız taktikleri ve sürgün politikaları, modern etnik temizlik ve psikolojik savaşın erken bir biçimi miydi? Asur’un militarizmi, yalnızca fiziksel bir yıkım değil, aynı zamanda sembolik bir tahakküm aracıydı. Düşman krallarının derilerinin yüzüldüğünü betimleyen kabartmalar, korkuyu bir yönetim teknolojisi olarak kullanıyordu. Bu, politik psikolojinin karanlık bir yansımasıydı: Düşmanı yok etmek yetmezdi; onun ruhunu ezmek, diğerlerini teslimiyete zorlamak gerekirdi. Sürgün politikaları ise antropolojik bir yara açtı; halklar, köklerinden koparılıp yabancı topraklara savrulurken, kimlikleri ve hafızaları da yeniden şekillendirildi. Modern etnik temizlik kavramı, Asur’un sistematik yer değiştirme politikalarına tam olarak uymasa da, bu uygulamalar, toplulukların kültürel ve fiziksel varlığını hedef alan bir proto-strateji olarak görülebilir. Asur, şiddeti bir sanat formuna dönüştürdü; bu, insanlığın hem yaratıcı hem de yok edici potansiyelini gözler önüne seren bir alegoriydi. Kralların zafer çığlıkları, aynı zamanda bir uyarıydı: Güç, yalnızca inşa etmez, aynı zamanda parçalar.


Kimliğin Mitolojik Direnişi

Ezidiler, tarih boyunca katliamların, sürgünlerin ve ötekileştirmenin gölgesinde var oldular; yine de kimliklerini korudular. Bu direniş, nasıl mümkün oldu? Ezidi kimliği, mitolojik ve antropolojik bir dokunun iç içe geçtiği bir mozaiktir. Tavus Kuşu Meleği’ne (Melek Tavus) duyulan inanç, onların kozmolojisini şekillendirirken, sözlü gelenekler ve ritüeller, kolektif hafızalarını canlı tuttu. Öteki olmak, Ezidiler için bir lanet değil, bir varoluş biçimiydi; bu, onların etik duruşlarının ve felsefi dirençlerinin temelini oluşturdu. Her katliam, her sürgün, onların mitolojisine yeni bir katman ekledi; acıları, bir anlamda, kimliklerini güçlendiren bir metafora dönüştü. Dilbilimsel olarak, kendi dillerinde (Kurmanci) anlatılan hikâyeler, dış dünyanın onları tanımlama çabalarına karşı bir kalkan oldu. Ezidi direnişi, yalnızca fiziksel bir hayatta kalma değil, aynı zamanda psişik bir zaferdi: Ötekileştirilen bir topluluğun, kendi anlam dünyasını inşa ederek varlığını sürdürmesi. Bu, insan ruhunun kırılgan ama inatçı doğasının sanatsal bir yansımasıydı; bir halk, tarihsel trajedilere rağmen, kendi mitolojisini yazmayı sürdürdü.


Mezopotamya’nın kadim uygarlıkları, Asur’un savaş makinesi ve Ezidilerin direnişi, insanlığın tarihsel serüveninde birer dönüm noktasıdır. Şehir-devletlerin otoriter yapıları, Wittfogel’in hidrolik teorisiyle açıklanabilirken, aynı zamanda modern otoriterliğin tohumlarını taşır. Asur’un şiddeti, politik ve psikolojik tahakkümün erken bir örneği olarak okunabilir; Ezidilerin direnişi ise, kimliğin ve hafızanın mitolojik bir zaferidir. Bu öyküler, insanlığın hem despotik hem de özgürleştirici yönlerini açığa vurur; tarih, bir ayna gibi, bize hem gölgelerimizi hem de ışığımızı gösterir.