Mülkiyet Kavramının Evrimi
Her Şeyin Şafağı: İnsanlığın Yeni Tarihi Kitabına göre, mülkiyet kavramının tekdüze bir evrim geçirmediğini, aksine insan topluluklarının farklı zamanlarda ve yerlerde mülkiyet ve kaynak yönetimi konusunda şaşırtıcı derecede çeşitli yaklaşımlar benimsediğini ortaya koymaktadır.
Geleneksel Batı düşüncesinde, mülkiyet genellikle bireysel sahiplik ve bu sahiplikten kaynaklanan haklar etrafında tanımlanır. Ancak kaynaklar, özellikle Avrupalıların karşılaştığı Yerli toplulukların mülkiyet kavramına tamamen farklı baktığını göstermektedir. Kandiaronk gibi Yerli düşünürler, Avrupalıların toplumlarında gördükleri “aksaklıkların ve düzensizliklerin” doğrudan paraya ve mülkiyet ayrımına bağlı olduğunu savunmuşlardır. Onlar için, para kullanmayı ve kabul etmeyi reddetmek, yasaları ve hakimlere olan ihtiyacı ortadan kaldırmanın bir yoluydu. Mülkiyetin toplumu desteklemek için yararlı olduğu fikriyle alay etmişlerdir. Bu eleştiriler, Batılı gözlemciler için oldukça kafa karıştırıcı ve düşündürücü olmuştur.
Kaynak, mülkiyetin tek bir “rejim” olarak değil, farklı biçimlerde var olabileceğini öne sürer. Bir tanımı, “herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre” ilkesine dayanan bir tür “temel komünizm”dir. Bu ilke, insan sosyal yaşamının temel bir dayanağı olarak görülebilir; bir başkasının hayati bir ihtiyacı olduğunda (örneğin boğuluyorsa) ve bunu karşılamanın maliyeti düşükse (örneğin bir ip atmak gibi), herhangi iyi niyetli bir insanın yardım edeceği varsayılır. Farklı toplumlarda bu temel komünizm fikrinin ne kadar geniş alanları kapsadığının değiştiği vurgulanır.
Öte yandan, “özel mülkiyet” kavramını, kişisel özerkliğin en önemli değer olarak görüldüğü toplumlarda (“özgür toplumlar”) var olan tek önemli ve münhasır mülkiyet biçimi olarak kutsal bağlamlarla ilişkilendirir. Bu tür toplumlarda, özel mülkiyet ile kutsal kavramlar arasında derin bir biçimsel benzerlik olduğu, her ikisinin de özünde “dışlamak için var olan yapılar” olduğu belirtilir. Gerçek hukuki mülkiyetin ayırt edici özelliğinin, kişinin o mülkiyete bakmama ve hatta istediği zaman onu yok etme seçeneğine sahip olması olduğu ifade edilir. Avustralya Batı Çölü’ndeki katılım ayinlerinde klan erkeklerinin belirli bölgelerin “bekçileri” olarak hareket etmesi ve bu kutsal/ritual bağlamlarda katı hiyerarşilerin ve münhasır mülkiyet biçimlerinin var olması, ancak günlük hayatta özgür ve eşit ilişkilerin hakim olması bu durumu örnekler. Bu, mülkiyet ve hiyerarşinin her zaman günlük yaşamın bir parçası olmak zorunda olmadığını, belirli özel bağlamlarla sınırlı kalabileceğini gösterir.
Rousseau’nun “Burası benim” diyerek bir araziyi çitlerle çeviren ilk insanın “sivil toplumun gerçek kurucusu” olduğu fikri de kaynakta yer alır. Bu fikir, mülkiyetin ortaya çıkışını toplumsal düzenin ve aynı zamanda çatışmanın (suç, savaş, cinayet) başlangıcı olarak görür. Ancak kaynaklar, bu tür doğrusal bir başlangıç hikayesinden ziyade, mülkiyet kavramının ve buna bağlı toplumsal düzenlemelerin tarih boyunca çeşitli denemelerle şekillendiğini savunur.
And Dağları’ndaki Ayllu toplulukları gibi örnekler, mülkiyetin (özellikle tarım arazilerinin) toplumsal eşitliği korumak amacıyla düzenli olarak yeniden dağıtıldığı sistemleri gösterir. Burada “zenginlik” kavramı bile farklıdır; zenginlik, toprağı işleyebilecek çok sayıda bekar çocuğa sahip olmak anlamına gelir, çünkü başka bir servet karşılaştırma temeli yoktur. Bu topluluklarda kaynakların yönetimini ve borçların kaydedilip iptal edilmesini sağlayan bir tür “köy bürokrasisi” olmasına rağmen, bu sistemler bariz bir eşitlik idealine dayanıyordu.
Çatalhöyük gibi Neolitik yerleşimlerde merkezi otorite veya hiyerarşiye dair belirgin kanıtların olmayışı, mülkiyetin hane özerkliği ve belki de mevsimsel toplumsal ritüeller aracılığıyla yönetildiğini düşündürür. Bu, büyük ve karmaşık toplumların illaki devlete veya belirgin mülkiyet rejimlerine ihtiyaç duyduğu varsayımını sorgular.
Kaynaklar, modern devletlerin mülkiyet anlayışının ve “medeniyet” ile “devlet”in birleşik varlıklar olduğu varsayımının, tarihsel kanıtlarla tam olarak uyuşmadığını ve bu kavramların aslında farklı kökenlere sahip unsurların karmaşık bileşimlerine atıfta bulunduğunu savunur. Bugüne kadar varlığını sürdüren tahakküme dayalı mülkiyet ve yönetim biçimlerinin kaçınılmaz olmadığını öne sürerler.
Özetle, kaynaklar mülkiyet kavramının evrimini doğrusal bir süreç olarak değil, farklı toplulukların kendi sosyal yapıları, değerleri (özgürlük, eşitlik, kutsallık) ve pratik ihtiyaçları doğrultusunda şekillendirdiği çeşitli ve esnek düzenlemeler bütünü olarak sunmaktadır. Batı tipi özel mülkiyet ve onunla ilişkili yasal/hiyerarşik yapılar, bu çeşitlilik içinde belirli bir tarihsel gelişme olarak ele alınır ve Yerli eleştirileriyle perspektife oturtulur.
Kaynak : Her Şeyin Şafağı: İnsanlığın Yeni Tarihi Kitabı


