Oyalanma Üzerine – Michel de Montaigne
Bir zamanlar gerçekten acılı bir hanımı (çoğu zaman kadınların hüzünleri yapay ve olağandır) teselli etmekle görevlendirildim:
Oberibus semper lachrimis, sempérque paratis
In statione sua, atque expectantibus ilam,
Quo jubeat manare modo.
“Bir kadın bolca akmaya hazır olan
ve bir işaret bekleyen gözyaşlarını
daima yedekte tutar.” (Juvenal, VI, 272)
Bu acıya karşı çıkılırsa, yanlış yol izlenmiş olur; Çünkü karşı çıkma, acıyı daha fazla dürtükler ve daha çok azdırır: Sert bir biçimde karşı çıkmak acıyı daha da arttırır. Sıradan konuşmalarda, hiç önemsemeden söyleyeceğim şeylere karşı çıkılırsa bunu bir sorun haline getirir, onları tutkulu bir biçimde ve gerçek çıkarımın ötesinde savunurum. Dahası bu şekilde hareket ederek girişiminizi ilk ağızda, hastasına sevecen, neşeli, hoşa gidici yaklaşmak zorunda olan bir hekim gibi davranmak yerine kaba bir şekilde ortaya koyarsınız. Asık yüzlü ve itici bir hekim asla başarılı olamaz. Dolayısıyla tersine, başlangıçtan itibaren yakınmalarına yardımcı olmak, kulak vermek, bir biçimde anlayış göstermek ve onaylamak gerekir. Anlayışlı olmakla, itiraz etmemekle onların güvenini kazanırsınız ve kolayca, hiç sezdirmeden yumuşak bir eğilimle iyileşmeleri için kararlı ve yerinde sözlere kayarsınız.
Başlıca arzusu gözlerini üstüme dikmiş insanları kandırmak olan biri olarak, acının üstüne merhem sürmeyi aklımdan geçirdim. Ayrıca ikna etmek konusunda kendimi başarısız buldum. Ya da nedenlerimi çok sivri ve çok kuru ya da çok ani ve çok umursamaz bir biçimde sunuyorum. Onların sıkıntılarıyla bir zaman meşgul olduktan sonra, gerek bir fikrim olmadığından, gerekse amaçlarıma başka türlü ulaşmayı düşündüğümden bunu güçlü ve sağlam nedenlerle iyileştirmeye çalışmadım. Ayrıca, teselli konusunda felsefenin buyurduğu (öne sürdüğü) çeşitli biçimlerden birini de seçmedim. Cleanthes “üzüldüğümüz dert değildir” der, Aristocular “hafif bir yakınmadır.” Chryiyyus ise “yakınma ne haklı ne de övülecek bir eylemdir” diye söyler. Ona ben bunlardan hiç birini seçmedim, hatta üzücü şeyleri hoş şeylere dönüştürmeyi savunan ve benim tarzıma daha yok olan Epikuros’u da. Ne de, Cicero’nun övdüğü gibi, bunları fırsata göre kullanarak acıya karşı bir denge unsuru haline getirdim. Ama konularımızdan saparak, bunları önce azAr azar yakın konulara doğru yönelterek, sonra da çok geçmeden o kadın bana biraz daha teslim olduğunda fark ettirmeksizin acı veren bu düşünceyi uzaklaştırdım ve yanında olduğum sürece ona kendini iyi hissettirmeye ve rahatlatmaya çalıştım. “Oyalama”yı kullanmıştım. Bu görevde beni izleyenler o kadının durumunda hiçbir iyileşme göremediler; çünkü baltayı köküne vurmamıştım.
Halkı oyalamanın değişik türlerine başka bir yerde belki değinmiştim. Tarihçilerin kitaplarında ülkeyi tehlikeli güçlerden kurtarmak için Pericles’in Peloponez savaşlarında kullandığı gibi askeri oyalama taktikleri ya da başka yerlerde daha başkalarının anlattığına sıkça rastlarız.
Himbercourt beyinin diğerleriyle birlikte Liege kentinden kendini kurtarması ustaca bir hileyle oldu. Kenti kuşatan Bourgogne Dükü, orada geçmişte yapılan bir anlaşmanın hükümlerini uygulamaya koydu. Gece boyunca toplanan kent halkı söz konusu anlaşmaya karşı ayaklandı, çoğu ellerine geçmiş bulunan görüşmecilere saldırmaya karar verdi. Himbercourt beyi kendi mekânına kadar saldıran ilk insan dalgasının rüzgârını hissederek o anda, ihtiyacı için uydurduğu en yumuşak ve en yeni önerileri sunmakla görevli kentten iki kişiyi (çünkü onun yanında yer alanlar da vardı) hemen onlara gönderdi. Bu iki kişi, önerilerini dinlemek ve görüşmek üzere çılgın öfkeli kalabalığı Belediye Sarayı’na sokarak ilk fırtınayı durdurdular. Görüşme kısa oldu; birincisi kadar şiddetli yeni bir fırtına patlak verdi. Himbercourt beyi bu kez daha elverişli ve onları daha tatmin eden öneriler öne süren dört yeni ve benzer arabulucular gönderdi. Ve yeniden masaya oturuldu… Onları bu şekilde kandırarak, öfkelerini saptırarak, boş görüşmelerle dağıtarak, sonunda uyuttu ve gün kazandı, zaten asıl amacı da buydu.
İşte aynı tarzdan bir öykü daha. Son derece güzel ve civelek bir genç kız olan Atalante, kendisiyle evlenmek isteyen binlerce talipten yakasını kurtarmak için bir koşul ileri sürdü: koşuda kendisiyle berabere kalacak kişiyi kabul edecekti, ama yarışı kaybedenler canından olacaktı. Böyle bir riski göze alan ve bu gaddar pazarlığı kabul eden çok insan vardı. Hyppomenes kendi payına bu denemeyi yaparken aşk ateşinin sahibi tanrıçaya başvurarak yardımını diledi; onun yakarışını kabul eden tanrıça kendisine üç elma verip, nasıl kullanması gerektiğini öğretti. Yarış işareti verilir verilmez Hyppomenes sevdiği kızın adımlarını topuklarında hissedince, dikkatsizlikle olmuş gibi elmalardan birini düşürdü: Genç kız, güzelliğine kapılmış olarak elmayı yerden olmak için geriye dönmekten kendini alamadı;
Obstupuit virgo, nitidique cupidine pomi
Declinat cursus, aurumque volubile tollit.
“Kız parıldayan meyveyle şaşkınlığa kapılıp tava geldi;
koşusundan saparak yuvarlanan bu altını yerden aldı.”
(Ovidius, Metamorfozlar, X, 666)
Aynı şekilde, tam anında ikinci ve üçüncü elmayı da yere bıraktı, bu hile ve bu oyalama sayesinde yarışta üstünlüğü elde etti.
Hekimler nezleyi sona erdiremeyince, düşünceyi saptırıp dikkati bedenin daha az tehlikeli başka bir bölümüne çevirir. Ruh hastalıkları için bunun en elverişli reçete olduğunu da fark ettim. “Abducentus etiam non-nunquam animus est ad alia studia, solcitudines, curas, negotia; loci denique mutatione, tanquam ægroti non convalescentes, sæpe curandus est.” [“Hatta aklı bazen başka tat alışlara, başka meşguliyetlere, başka özenlere, başka çalışmalara çevirmek gerekir; bu, iyileşmeyen hastaları yerlerini değiştirerek tedavi etmek gibidir. (Cicero, Tusculanes, IV, XXXV)]. Hastalıklar akılla doğrudan karşı karşıya getirilmezler, hastalık nöbetlerine tahammül ettirilmez ve savunulmaz, bunlar savuşturulur ve saptırılır.
İşte fazlaca yüksek düzeyli ve fazlaca zor bir ders: Olayın üzerinde dolambaçsız durmak, onu incelemek, onu yargılamak ancak birinci sınıf kişilere uygun bir iştir. Ölümü alışıldık bir yüzle karşılamak, onu insana özgü kılmak ve onunla alay etmek sadece Sokrates’e mahsustur. O, dışarıda bir avuntu aramaz; ölmek ona doğal ve kayıtsız bir olay gibi gelir; ölüme gözlerini diker, başka yerlere bakmaksızın ona razı olur. Hegesias’ın müritlerinin onun derslerinde verdiği güzel söylevlerin etkisiyle açlıktan ölmeleri üzerine (müritlerinin sayısı çok fazlaydı), Kral Ptolemeo ona okulunda bundan böyle öldürücü konuşmalar yapmasını yasakladı. Bu kişiler ölümü kendi içinde ele almazlar, onu yargılamazlar, düşünceleri oraya takılıp kalmaz; yeni bir varoluşa doğru koşarlar; hedefledikleri bu yeni varoluştur. Ateşli bir inançla dolu bu yoksul kişiler, bu inancı ellerinden geldiği kadar tüm duygularında barındırarak kendilerine verilen eğitimlere kulak kabartarak, gözler ve eller göğe açılmış, şiddetli ve sürekli bir çırpınışla birlikte yüksek sesle dualar edip, kuşkusuz övgüye değer ve böyle bir duruma yakışan bir şey yaparlar. Gerçekten cesaretlerinden dolayı değil, ama dinleri adına övülmelidirler; kavgadan kaçıyorlar; tıpkı neşter vurulduğu sırada çocukların oyalanması gibi, düşüncelerini ölümden çeviriyorlar. Bu adamların kendilerini çevreleyen korkunç ölüm hazırlıklarına gözleri kaydığı zaman bundan dolayı büyük korkudan donup kaldıklarını ve düşüncelerini kızgınlıkla başka yerlere yönlendirdiklerini bazı kereler gördüm. Ürkütücü bir uçurumun üzerinden geçen kişilere gözlerini kapamaları ya da başka tarafa çevirmeleri buyrulur.
Subrius Flavius, Neron’un buyruğuyla kendisi gibi komutan olan Niger tarafından idama mahkûm edilmişti. O, infazın yapılacağı yere götürüldüğü zaman içine atılması için açılan eğri, büğrü biçimsiz çukuru görünce oradaki askerlere dönerek, “Bu bile askeri kurala uygun yapılmamış” dedi. Ve de başını dik tutmasını öğütleyen Niger’e dönerek, “Sen kendin sağlam vurmayı becer yeter!” dedi. Tahmini doğru çıktı; çünkü Niger’in eli titriyordu; Flavius’un başını kesebilmek için kılıcını birçok kez kaldırıp indirmesi gerekti. Bu adam, düşüncesini doğrudan doğruya ve kararlı bir biçimde konu üzerinde yoğunlaştırmış gibi geldi bana.
Boğuşma sırasında elde kılıç ölen bir kişi ölüme aldırış etmez, bunu hissetmez, buna değer vermez; çarpışmanın harareti baskın gelir. Tanıdığım değerli bir beyefendi, kapalı bir alanda çarpışırken yere düşünce, düşmanının kendisine dokuz on kez kılıç darbesi indirdiğini; o sırada, yardımcılarının kendisine “vicdanını düşün” diye bağırdıklarını bu bağırışlar kulaklarına geldiği halde, kendisi hiç etkilemediğini, düşmanını geri püskürtmekten ve öcünü almaktan başka bir şey düşünmediğini bana anlattı; zaten bu çarpışmada rakibini öldürdü.
L. Silanus’a mahkûmiyetini bildiren kişi ona büyük bir hizmette bulundu; Silanus’un ölümüne çoktan hazır olduğunu ama bunun cani eller tarafından olmasını istemediğini öğrenince, onu savaşmaya zorlamak için askerleriyle üzerine yumruklar ve tekmelerle savururken, onu bu kavga içinde öldürdü. Ve uzun zamandan beri beklediği ve çoktandır hazırlanmış zor bir ölüm parlayan öfkenin kargaşasında dağıttı.
Ölüm sırasında her zaman başka bir şey düşünürüz; başka ve daha iyi bir yaşam umudu veya dahası çocuklarımızın itibar kazanması umudu, adımızın gelecekteki şanı, bu yaşamın dertlerinden uzaklara kaçış, ölümümüze yol açanları tehdit eden intikam bizi destekler ve güçlendirir…
Spero equidem mediis, si quid pia numina possunt,
Supplicia hausurum scopulis, et nomine Dido
Sæpe vocaturum…
Audiam, et hæc manes veniet mihi fama sub imos.
“Kendim için umut ederim ki, eğer adil tanrıların bir parça iktidarı varsa cezanı denizin sığ kayalıklarında bulacaksın ve son nefesini
verirken Didon’un adını anıp tekrarlayacaksın… bunu işiteceğim;
bunun sesi ruhlar ülkesinin derinliklerinden bana kadar gelecek.” (Virgilius, Aeneas, IV, 382, 387)
Ksenophon, oğlu Gryllus’un Mantine savaşında öldüğü bildirildiğinde başında tacıyla halde bir adak adamaktaydı. Haber kendisine iletildiğinde önce tacını yere çaldı; ama sonra, oğlunun çok kahramanca öldüğünü duyunca tacı yerden alıp tekrar başına koydu.
Epikuros da ölüm anında, yazılarının yararlılığı ve ölümsüzlüğüyle kendini avutur. “Omnes clari et nobilitati labores fiunt tolerabiles.” [“Şan ve ünün eşlik ettiği tüm çalışmalara daha kolay katlanılır.” (Cicero, Tusculanes, II, XXIV)]. “Aynı yara, aynı acı bir ordu komutanına bir askere geldiği kadar dayanılması zor gelmez” der Ksenophon. Epamonindas, zaferin kendinden yana olduğu bildirildiğinde ölümü daha büyük bir gönül ferahlığıyla karşıladı. “Hæc sunt solatia, hæc fomenta summorum dolorum.” [“İşte avuntular, işte en büyük acıların merhemleri.” (Aynı yapıtta, II, XXIV)]. Bizi eğlendiren, oyalayan ve olayların bizzat kendilerine değer biçmekten saptıran birçok başka koşullar vardır.
Felsefenin kanıtları, maddenin uzağından geçer, ondan kaçar, ancak kabuğuna dokunur. Diğer okullara egemen olan ilk felsefe okulunun ilk adamı büyük Zenon, ölüm karşısında şunu söylüyor: “Hiçbir kötülük onurlandırıcı değilse de, ölüm onurlandırıcıdır; şu halde, ölüm bir kötülük değildir.” Ayyaşlığa karşı da, “Kimse sırrını bir ayyaşa ifşa etmez, herkes bunu bir bilgeye açıklar; şu halde bilge ayyaş olamaz.” der. Bu hedefi tam ortasından vurmak mı oluyor? Bu seçkin ruhların bizim ortak yazgımızdan kopamadıklarını görmek beni mutlu ediyor. Onlar ne kadar kusursuz olursa olsunlar, yine de her zaman insanlıkları ağır basıyor.
İntikam alma gibi tatlı bir tutku bu; üzerimizde derin ve doğal bir etki yaptığını bunda hiçbir deneyimim olmasa bile açıkça görüyorum. Bu konuda genç bir prense (olasılıkla Henri de Navarre) bundan vazgeçirmek amacıyla, hayır işlemek için bir yanağa vurana öteki yanağı uzatmak gerektiğini söylemedim; ne de bu tutkuya şiirin atfettiği hazin olayları ona hatırlatıyorum. Bunu bir kenara bırakıp, tamamen aksi bir görüntünün güzelliğini ona tattırmaktan keyif aldım; onun merhamet ve iyilikle elde edeceği onur, itibar, yüce gönüllülüktür. Onu onurunu okşayacak başka işlere yönlendiriyorum; işte bu duyguyla böyle baş edilir.
“Eğer aşk tutkunuz fazlaca güçlüyse, onu dağıtın” denir. Doğrudur bu; Çünkü ben de bu yöntemi sıkça ve başarıyla kullandım. Aşk tutkunuzu aralarında birinin başta ve baskın olduğu biçimde çeşitli arzulara yöneltin; ama isterseniz, bunu da sizi yiyip bitirmesinden ve ezmesinden korkuyorsanız bölüp yönünü saptırarak zayıflatın ve dizginleyin.
Cum morosa vago singultiet inguine vena,
Conjicito humorem collectum in corpora quæque.
“Organınız şiddetli tutkuyla altüst olduğu zaman,
birikmiş sıvını karşına çıkan ilk bedene fışkırt.” (Perse, Satirler, VI, 73)
Ve sizi bir kez ele geçirince acı çekmekten korkuyorsanız bunun çaresini bulun:
Si non prima novis conturbes vulnera plagis,
Volgivagaque vagus venere ante recentia cures.
“İlk yaraların izlerini yeni yaralarla silmezsen
ve başıboş Venüs’e onları daha tazeyken tedavi ettirmezsen.”
(Lucretius, IV, 1063)
Eskiden doğama göre çok büyük bir acı yaşadım; büyük ve etkili olduğu kadar yerinde bir acıydı. Kendime özgü güçlerime güvenmemiş olsaydım belki de bunun altında ezilecektim. Kendimi bu acıdan uzak tutmak için, bilerek ve isteyerek, yaşımın da yardımıyla âşık oldum. Aşk beni rahatlattı ve dostluğun neden olduğu derdi benden aldı. Başka yerlerde de bu böyledir. Hüzünlü bir düşünce beni sarıyor onunla savaşmak, değiştirmekten daha az zamanımı alıyor. Yerine tam karşıtını koymak elimden gelmezse, en azından farklı olanı yerine koyarım. Değişkenlik her zaman bir ferahlama getirip, sıkıntıyı eritir ve dağıtır; sıkıntıyla savaşamazsam hiç değilse ondan yakayı sıyırarak ve kaçarak ona yan çizerim, hile yaparım. Yeri, uğraşı, arkadaşları değiştirerek izimi bulamadığım ve kaybettiğim başka uğraşlar ve düşünceler kalabalığında kendimi kurtarırım.
Doğa, değişkenliğin iyiliğiyle bu şekilde iş görür; Çünkü acılarımızın en etkili ilacı olarak bize verdiği zaman, etkisini ancak böyle gösterir, sunduğu çeşitli hayaller, bu güçlü duyguyu dağıtır, uzaklaştırır. Bir bilge, ölen dostunun acısını yirmi beş yıl sonra, ilk zamanlarındakinden daha az hissetmez. Epikuros’a göre de daha az hissetmez. Çünkü o, acıların dinmesini ne önceden bilmeye, ne de eskiliklerine bağlar. Ama bu ilk düşüncenin içinde birçok başka düşünce geçtiği için, bu düşünce sonunda zayıflar ve yorgun düşer.
Alcibiades, halkın kendi hakkında yaptığı dedikoduların yönünü değiştirmek için en güzel köpeğinin kulaklarını ve kuyruğunu kestirip meydana saldı; bu şekilde, güzel bir dedikodu konusu bulmuş olan halk onu diğer eylemlerinde rahat bırakacaktı. Ben kadınların kendi üzerlerindeki kanıları ve erkeklerin düşüncelerini saptırmak amacıyla gerçek aşklarını sahte aşklarla gizleyerek aldatıcı yollarla söylentiler yaydıklarını da gözlemledim. Ama bunlardan birinin kendi yalanına kendini kaptırdığını, ilk aşkını yalancıktan gösterdiği tutku uğruna terk ettiğini de gördüm; ondan öğrendiğime göre aşkları gerçekten kabul edilmiş âşıkların bu maskeyi takmaları ahmaklıktır. Herkes tarafından kabul gören bu sahte sevgilinin sonunda sizin yerinizi alıp alamayacağını ve kendi yerini size vermeyi becerip beceremeyeceğini bir düşünün, bu kesinlikle akıllıca bir iş olmaz. Bir başkası giysin diye ayakkabı biçip dikmektir bu.
Pek az şey bizi oyalar ve eğlendirir; Çünkü bizi meşgul eden şeyler çok azdır. Olayları bütünü içinde hemen hiç incelemeyiz ve tekil inceleriz; dikkatimizi çeken şeyler özel durumlar ya da ufak ve yüzeysel görünüşlerdir. Ve bundan çıkan da yararsız dış kabuklardır;
Folliculos ut nunc teretes æstate cicadæ
Linquant.
“Ağustosböceklerinin yazın üzerlerinden attıkları
şu ince gömlekler gibi.” (Lucretius, V, 801)
Plutarkhos bile kızının çocukluğunda yaptığı maskaralıkları özler. Bir ayrılığın, bir eylemin, özel bir kibarlığın, bir vasiyetin hatırası bizi etkiler. Sezar’ın giysisi bile, ölümünde bile bu olmamıştı. Adların sesi kulaklarımızda çınlar: “Zavallı efendim!”, “Büyük dostum!”, “Heyhat, sevgili babam!” – ya da, “Sevgili kızım”. Bu sözlerin hatıralarını anımsadığım ve bunlara yakından baktığım zaman, ancak sözcüklere ve ses perdesine dayandıklarını görüyorum; bana erişip etkileyen onlardır. Balıkçı çığlıklarının, dinleyenleri nedenlerinden daha çok heyecanlandırması gibi, sofraya getirilmek için öldürülen bir hayvanın yürek parçalayan çığlığının bize çarpması gibi, konumun gerçek ve somut özünü ne hissedebiliyorum, ne de ona nüfuz edebiliyorum.
Hic se stimulis dolar ipse lacessit.
“Acı bu iğnelerle kendiliğinden daha da azar.” (Lucain, II, 42.)
bunlar acımızın temelleridir.
Taşlarımın özellikle erkeklik organımda diretmeleri beni bazen üç dört gün gibi uzun süre işemekten alıkoydu ve ölüme öyle yaklaştırdı ki, bu durumun yol açtığı dayanılmaz acılara bakınca, bunu atlatacağımı ummak, hatta atlatmayı umut etmek delilik olurdu. Ey imparator! Canileri erkeklik organlarını bağlatıp işemelerini önleyerek öldüren ve bu şekilde cellatlık sanatında üstatlığa yükselmiş olan sen (Tiber) ne güzelsin! Kendimi bu durumda bularak, yaşama özlem beslemem için hayal gücü hafif ve uçarı şeyleri nasıl kullanıyor diye gözden geçirdim; hangi atomlar ruhumda bu göçüşün ağırlığını ve zorluğunu oluşturuyordu. Bir köpek, bir at, bir kitap, bir bardak –neyi düşünmüyorduk ki? –, tüm bunlar ben yitip giderken hesaba katılıyordu. Başkaları için, bunlar belki onların tutkuları, para keseleri, meslekleridir; bence bunlar da daha az aptalca değil. Ölümü evrenselliği içinde ölçüp biçtiğim zaman, ona sükûnetle yaşamın sonu gibi bakarım. Bütün olarak onunla baş edebiliyorum; parça parça olunca yakamı kurtaramıyorum. Bir uşağın gözyaşları, eşyalarımın dağıtılması, tanıdık bir elin teması, basit bir avutma sözü, tüm bunlar beni duygulandırıp heyecanlandırır.
Bunun için edebi eserlerdeki yakınmalar ruhumuzu etkiler; Didon’un ya da Ariadne’nin Virgilius’daki ve Catulle’deki acıları inanç duymayanları bile merhamete getirir; Polemon mucizesiyle ilgili olarak anlatılanlardan hiçbir heyecan duymamak inatçı ve katı kişiliğe bir örnektir: O kudurmuş bir köpek bacağının etli kısmını koparıp götürdüğünde de sararmadı.
Hiçbir bilgelik, düşünme yetisiyle, bu kadar canlı ve tam bir üzüntüyü önceden algılayamaz; özellikle kendini boş olaylara kaptıran gözler ve kulaklar işin içine girdiği zaman.
Sanatların bile doğal ahmaklığımızdan yararlanmaları ve bundan yarar sağlamaları akla uygun mudur? Hatip der söz sanatı, ancak savunması olan bu güldürüde bizzat kendini sesinin tınısı ve sahte çalkantılarıyla heyecanlanmaya terk edecektir. Oynadığı bu temsil sayesinde, cenazelerde yas törenine yardımcı olması için tutulan gözyaşlarını ve üzüntülerini satanların yaptıkları gibi, davanın hiç etkilemediğini yargıçlara acıyı bulaştırmak için gerçekten acı çekiyormuş tavrı takınacak. Çünkü davranışları zorlama bir tavır olsa bile sonunda kendilerini gerçekten oyuna kaptırırlar ve içlerini gerçek bir melankoli kaplar.
La Fere kuşatmasında öldürülmüş olan Gramont beyinin bedenini Soissons’a götüren dostlarının arasında ben de vardım. Geçtiğimiz her yerde, karşılaştığımız halkın cenaze kafilesini görür görmez ağladığını ve dövünmeye başladığını gördüm; halbuki ölünün adını bile bilmiyorlardı.
Quintilian, “oynadıkları acı kendilerine öylesine kaptıran oyuncular gördüm ki evlerine gittiklerinde bile ağlamayı sürdürüyorlardı” der. Kendisi de bir başkasında acıma duygusu yaratmaya kalkışmış ve bu işe kendini o kadar kaptırmıştı ki, sadece gözyaşlarına gark olmakla kalmayıp, sararmış yüzüyle gerçekten acı çeken bir insana dönüşmüş.
Dağlarımıza yakın bir bölgede kadınlar hem sorgulayan papaz, hem de yanıtlayan papaz yamağı rolü oynarlar; eğer özlemlerini yitirilmiş kocanın iyi ve hoş yanlarının hatırasıyla güçlendirirlerse, acımalarıyla bir parça denge oluşturmak için hep birlikte onun kusurlarını anlatmaya başlarlar. Tanıdığımız birini kaybedince, ona yeni ve yalan övgüler düzeriz ve onu olduğundan başka biri gibi göstermeye kalkarız. Artık gözümüz onu görmeyince bize eskisi gibi gelmez olur. Kadınlar bunu bizden daha iyi yaparlar. Sanki acı öğretici bir şey ya da gözyaşları aklımızı yıkayarak ona yeni ışıklar veriyor. Daha şimdiden benden yanı tanıklıklardan vazgeçiyorum, layık olmadığımdan değil, ölmüş olacağımdan.
Şu adama “Bu kuşatmayı sürdürmekte ne yararınız var?” diye sorulsa, “Örnek teşkil etmesi ve sadece hükümdara itaat etme” diyecektir. “Bundan hiçbir yarar beklemiyorum. Şana gelince benim gibi sıradan bir kişinin bundan çıkarabildiği payın ne kadar küçük olduğunu biliyorum. Bu konuda ne bir tutkum, ne de tartışmam var.” diye ekleyecektir. Onu bir de ertesi gün görün, tamamen değişir; savaş safında, atılmak için yerinde duramaz olur ver öfkeden kıpkırmızı kesilir. “Çok nafile bir dava!” diyeceksiniz. Nasıl dava bu? Ruhumuzu karıştırmak için buna gerek yok: Bedensiz ve cisimsiz bir düşünce ona komuta ediyor ve onu harekete geçiriyor. İspanya’da şatolar kurmaya kalkayım ve hayal gücüm bana ruhumu gerçekten okşayan ve şenlendiren hoşluklar ve zevkler uydurur; kaç kez aklımızı bedenimizi ve ruhumuzu bozan bu tür yanılsamalarla hüzün ya da öfkeyle dolduruyoruz ve kendimizi hayali ıstıraplar içine yerleştiriyoruz! Şaşkın, gülen, mahcup yüz ifadeleri yüzümüzde ne hayalleri tahrik eder! Ya kol ve bacaklarımızın aniden hareket etmeleri ve sesimizin titremesi! Şu adam tek başına olduğu halde pazarlık ettiği bir insan kalabalığının önündeymiş gibi yanılmıyor mu? Yoksa içinde ona eziyet eden bir iblis mi var? Kendi kendinize, “bu değişimin nesnesi nerede diye?” sorun. Biz hariç, doğada hiçliğin beslediği, üzerinde etkili olabileceği bir şey var mı?
Combises, uyurken Pers kralı olması gerektiğini rüyasında gördüğü için erkek kardeşini öldürttü; her zaman sevdiği ve güven duyduğu bir kardeşti bu! Messenyalılar’ın kralı Aristodemus, köpeklerin bilmem hangi ulumasını kötüye yorarak kendi canına kıydı. Kral Midas da bunun aynısını yaptı; Çünkü gördüğü bir rüyayla ruhsal sıkıntıya ve bunalıma girmişti. Bir düş uğruna hayatı terk etmek, hayatına bir düş kadar değer vermektir.
Yine de, ruhumuzun, vücudumuzun sefaletini, zayıflığını, her türlü yaraya ve bozulmaya maruz olmasını alt etmesine kulak verin. O böyle konuşmakta gerçekten haklı:
O prima infœlix fingenti terra Prometheo!
Ille parum cauti pectoris egit opus.
Corpora disponens, mentem non vidit in arte;
Recta animi primum debuit esse via.
“Ey sen, pek talihsiz biçimde Prometheus tarafından şekillendirilmiş ilk balçık! O, eserini yaparken içine pek az bilgelik kattı! Eserinde sadece bedeni görüp, ruhu ihmal etti; bununla beraber iyi yapmak için
baştan başlamak yine ona düştü!” (Propertius, III, V, 7)
Michel de Montaigne
Denemeler
(IV. Kitap)
Fransızcadan Çeviren: Engin Sunar
Say Yayınları