Pınar Selek ile romanı Cümbüşçü Karıncalar üzerine söyleşi; Elif Şahin Hamidi

“Küçük dayanışmalar büyük olanaklar doğuruyor”
Sosyolog-yazar Pınar Selek’in son romanı Cümbüşçü Karıncalar, dünyanın bütün kötülüğüne ve kokuşmuşluğuna rağmen adeta “kaderini sev” deyip, Sisifos’un kayasını elbirliğiyle sırtlanan ve birlikte düş kurup birbirine tutunarak varolmaya çalışan kahramanlarla tanıştırıyor bizleri. Selek bu kitapla, daha güzel bir dünyanın, işbirliği ve dayanışmayla mümkün olduğunu ve bunu, karıncalar gibi didinen kişilerin başaracağını müjdeliyor adeta. Dayanışmanın fikirlerimizden, hayal ettiğimiz, uğruna mücadele verdiğimiz dünyadan daha gerçek olduğunu belirten Selek “Dayanışmadan, zor durumda olanlara göz ve el vermeden hiçbir şeyi değiştiremeyiz, çünkü yarını böyle kuruyoruz” diyor. Selek ile Cümbüş Karıncalar’ın yanı sıra yazarlığını ve dille ilişkisini, göçleri ve göçmenleri, dayanışmayı ve direnmeyi, ekolojik örgütlenmeyi ve endüstriyel hayvancılığı ve Türkiye’ye dair öngörülerini konuştuk.

SÖYLEŞİ: Elif Şahin Hamidi
Çümbüşçü Karıncalar, daha güzel bir dünyanın mümkün olduğunu ve bunu karınca misali didinen kişilerin başaracağını müjdeliyor adeta. Nasıl doğdu bu kitap ve bu umudu nereden devşirdiniz, paylaşır mısınız?
Cümbüşçü Karıncalar klasik bir başarı hikâyesi değil. Tersine, başarıya sırtını dönen, tutunmayanların iş birliğinden doğan güzel bir macera hikâyesi. Ciddi iş birliğinden bahsediyorum. Birlikte düş kurup kolları sıvamaktan… Bu kitap doğdu, çünkü ben bu maceranın bir kısmına tanık oldum ve varoluşsal sorgulamaların içine düştüm. Sonrası hayal tabii…

Gündelik hayatınızda, üniversitede, sokakta kullandığınız dil Fransızca, ama romanlarınızı Türkçe yazıyorsunuz. Akademik yazın ve edebi yazın arasında nasıl bir denge kuruyorsunuz ya da bir denge kurmak gerekiyor mu?
Yakınlarımla telefon konuşmalarım ya da kısmi okumalarım dışında Türkçeyle en önemli bağım edebiyat. Bunu özenle korumak istiyorum. Kendi çocukluğumla, tarihimle, düşlerimle ilişkimi canlı tutuyorum böylece. Ama kolay değil. Bir dilden diğerine geçmekte değil zorluk, iletişimde. Çünkü ben tek bir alanla sınırlı değilim, eylemciyim, araştırmacıyım, yazarım. Ve bunların biri bile eksik olduğunda, Pınar da eksik kalır. Ben zaman zaman bu eksikliği hissediyorum iki ayrı ülkede. İki dillilik zenginleştirici bir deneyim ama eğer düzenli bir çeviri sistemi kuramadıysanız farklı dillere yarım yarım akmak durumunda kalıyorsunuz. Mesela Türkiye’deki okurlar benim son zamanlarda yazdığım makalelerle, çalışmalarla buluşamıyorlar. Fransa’daki okurların ise romanımın çevrilmesini beklemeleri gerekiyor. Bu da çok uzun zaman alabiliyor. Mesela Cümbüşçü Karıncalar Fransa’daki, özellikle de Nice’teki hikâyeleri anlatıyor. Dolayısıyla onu buradaki arkadaşlarımla paylaşmak için sabırsızlanıyorum. Ama kolay değil. Beklemek zorundayım. Türkiye’den gelen olumlu tepkiler çok mutluluk verici, ama içimde gıcık bir eksiklik duygusu var. Nice’teki derbederlere ulaşmadı henüz.

Çift dille düşünmek, okumak-yazmak, her iki dille de varolmak ve elbette “sürgün”, yazınınızı nasıl besliyor?
Kapanmıyorsunuz iki dilli var olunca. Başka varoluşların sesini daha rahat algılayabiliyorsunuz. Benim yazım, sürgün yazını mı bilmiyorum. Sınırlarım gittikçe zayıflıyor, orası kesin. Ama yeni sınırlara da sürgün olmadım, sanırım.

Bir sosyolog olarak kadın örgütleriyle, göçmenlerle, LGBTI+ örgütleriyle sürekli temas halindesiniz ve pek çok farklı insana dokunma, onların hikâyelerine tanıklık etme şansına sahipsiniz. Gerçek hayatla yazınınız arasında nasıl bir paralellikten söz edilebilir? Sosyolog olmak ve yazar olmak arasında nasıl bir bağ var?
Ben hayatımda hiçbir şey olmak istemedim. Sosyolog olmak mesela… Sadece öğrenmek, ifade etmek ve eylemek istedim. Sosyolojik düşünmek dünyayı algılama biçimlerinden sadece biri. Hayatımı, çevremde olup bitenleri analiz etmemi, birbirinden farklı gibi görünen alanlar arasında bağları fark etmemi sağlıyor. Bunun dışında, hayatımda öğrendiğim, karşılaşmalar sayesinde anladığım her şey, edebi ya da değil, yazılarıma yansıyor. Masallara bile bir hakikat tadı veriyor.

Cümbüşçü Karıncalar, müzikli bir kitap diyebiliriz. Fonda Leonard Cohen’in “Suzanne”ini ve daha başka şarkılar dinliyoruz. Ben de Suzanne eşliğinde okudum kitabı. Okurken ve yazarken müzikten de beslendiğinizi açıkça görebiliyoruz. Bu kitabın müzikleri nasıl ortaya çıktı ya da seçildi?
Ne güzel soruyorsunuz… Beş yıl önce bir adamla tanıştım. Şarkıdaki gibi sonsuz bir gece yaşadık. Sabahın köründe bana Suzanne’ı söyledi. O günden beri hep söylüyor. Eskimiyor ne şarkımız ne aşkımız. Romandaki her notanın, her şarkının benzer bir hikâyesi var. Yani tesadüfen girmediler Cümbüşçülerin hikâyesine. Ben de hep müzikle yazdım.

Göç ve göçmen sorunu artık tüm dünyayı ilgilendiren bir sorun. Kitapta da farklı ülkelerden göçen, göçmek zorunda kalan ve Nice’te yolları kesişenler var: Azucena, Goelan, Siranouche, Alex, Marisa, Luna… Aralarında da inanılmaz bir dayanışma söz konusu ve bu insanlar birbirine tutunarak varoluyorlar. Gerçeklikte, Türkiye’de ve dünyada durum nasıl sizce? Gözlemleriniz böyle mi, yani dayanışma var mı gerçek hayatta da?
Var. Hem de nasıl var. Yoksa bu kötülüğe batmış dünyada nasıl yaşanır? Yaşamanın da ötesinde, küçük dayanışmalar büyük olanaklar doğuruyor, sonrası da geliyor, su gibi akıyor. Dayanışma çok gerçek bir şey. Fikirlerimizden, hayal ettiğimiz, uğruna mücadele verdiğimiz dünyadan daha gerçek. Dayanışmadan, zor durumda olanlara göz ve el vermeden hiçbir şeyi değiştiremeyiz, çünkü yarını böyle kuruyoruz. Dayanışma eylemi kendi kültürünü yaratıyor, iki tarafı da değiştirerek…

Göçün en çok mağdur ettiği kesim kadınlar ve çocuklar. Ülkelerin, sınırlarını giderek daha da kalınlaştırdığı günümüzde bu sorunun çözümünde devletlerin yanı sıra sivil toplum örgütlerinin yapması gereken ya da yapabilecekleri ama henüz yapmadıkları şey nedir sizce?
Sermayenin liberal bir eksende küreselleşmesi en zayıf olanları vuruyor. Onlar da hayatta kalmak için yer değiştiriyorlar. Ama sınırlar sermaye için kalktı sadece, yoksulların çevresi kalelerle çevrili. Bu koşullarda, en zayıfların sınırları geçmesi neredeyse imkânsız. Yaşamak için imkansıza başvuranlar kendilerini bambaşka sömürü çarklarının içinde buluyorlar. 2017 istatistiklerinde, yerkürede göç edenlerin arasında kadınların oranı yüzde 54. Ama görünmüyorlar. Görünmezlik içinde daha da korunmasız kalıyorlar. Çoğu uluslararası insan ticareti şebekelerinin tuzağına düşüyor. Fransa’da fuhuş sektörünün yüzde seksenini kâğıtsız kadınlar oluşturuyor mesela. Ya da ev içi hizmet mafyası ortaya çıkıyor. Günde on Euro karşılığında tüm gün temizlik işlerine giden, kâğıtlarına şebekenin el koyduğu yüzlerce kadınla tanıştım. Birkaç ay önce feminist örgütler olarak Nice valiliğinin önünde eylem yaptık bu yüzden. Ama sesimizi duymak istemiyorlar. Devam edeceğiz tabii, ama kendi alanlarımızı kurmamız lazım, romandaki Paranoyaklar gibi…

Kadın-erkek, insan-hayvan, baba-kız, biz-onlar (öteki) gibi her türlü hiyerarşi yerle yeksan oluyor kitapta. Doğa ve hayvan da bireye dönüşüyor. İnsanın doğa üzerindeki hükmü sona eriyor; börtü böceğe, toprağa, tohuma, hayvana kol kanat geren, güzel insanlarla dolu kitap. Doğaya-çevreye duyarlı, beton ormanlarına karşı ekolojik örgütlenmeler son yıllarda Türkiye’de de çoğalıyor, cümbüş kuruluyor. İnsanlar ağacı ya da deresi için mücadele ediyor, tohum takası yapıyor vs. Türkiye’deki ekolojik örgütlenmeleri nasıl görüyorsunuz?
Bana en büyük umudu bu hareketler veriyor. Türkiye’deyken ben de bu mücadelenin bir parçasıydım. Şimdi de burada… Sabırlı olmamız lazım. Ve yaptığımız her şeyin, küçük de olsa, önemli olduğunu unutmamamız. Yoksa egemenlerin istediği olur. Yani öğrenilmiş çaresizlik. Çünkü aramızda büyük bir güç farkı var. Bunu aşmak kolay değil. Ama Türkiye’de her şeye rağmen, yani mahkûm edildiğimiz korku filmine rağmen, yeni senaryolar yazan, kulaklarını kapatıp yeni melodiler besteleyen yoldaşlar az değil. Zaman zaman umudumuz kırılıyor ama devam edelim. Tohum takası yapmaya, parasız değişim ağları kurmaya, çocukların çekirdek aile dışında yaşayacağı alanlar yeşertmeye… Türkiye koşullarının bize öğrettiği en önemli şeylerden biri radikal pragmatizm ve adaptasyon taktikleri. Feminist hareket nasıl ortaya çakabilirdi yoksa 12 Eylül karanlığında? Çok özledim ben dostlarımı, bu yaratıcılık içinde filizlenen çocuksu ama akıllı oyunları.

Endüstriyel hayvancılık karşısında vejetaryenlerin, veganların ve çevre örgütlerinin çabalarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizce “sömürmeyen” bir ilişkiler ağı nasıl kurulabilir gerçek hayatta?
Endüstriyel hayvancılık toplamsal iktidar ilişkilerini meşrulaştıran en önemli kurumlardan biri. Buna karşı mücadele etmek kolay değil. Aramızda büyük bir güç dengesi var çünkü. Ama bu bilinç hızla gelişiyor ve en önemlisi, tüketim dünyasının dışına çıkma çabaları güçleniyor. İhtiyaçlarımız sahiden ne? Bize satmak istedikleri şeylere gerçekten ihtiyacımız yok. Tamam, şiddeti bu koşullarda tamamen ortadan kaldıramayız. Mesela ağaçtaki kayısıyı kopardığımızda belki duymadığımız bir çığlık kopuyor. Ama bu şiddeti sınırlayabiliriz. Ben ihtiyacım dışında hiçbir canlıya el sürmemeye çalışıyorum. Varlığımın başka varlıklara en az zarar verebileceği biçimde yaşamaya… Budist rahip gibi yaşamıyorum tabii, ama en azından sınırlamaya çalışıyorum. Bizim bireysel çabalarımız ve bu çabalarımızı ortaklaştırdığımız gruplaşmalar çok önemli yeni bir dünya için, ama yetmez. Toplama kamplarını andıran endüstriyel hayvancılığa karşı daha etkin bir mücadeleye ihtiyacımız var. İşkence oralarda meşrulaşıyor en çok.

Kitapta “Paranoyaklar” ismini taşıyan örgütlenmenin içinde yer alan kahramanlar, Nice’in tarihi önemi olan meydanlarında ya da mezarlıklarında bir araya geliyorlar. Örneğin Auguste Blanqui Meydanı ya da St. Roch Mezarlığı. Kahramanlarınızı nasıl ve neden buralarda buluşturmaya karar verdiniz?
Bu kitabı şehirde dolaşarak yazdım. Saatlerce mezarlıklarda, meydanlarda oturup düşünerek… Sonra yürüyerek. Yani kahramanlarım benim geçtiğim yerlerde doğdular, yaşadılar. Roman çıktıktan sonra onları aradım aynı yerlerde, hâlâ arıyorum.

Azucena’nın Manu’ya sorduğu şu soru çok düşündürücü aslında: “Anlamıyorum Manu. Ne gelecek başımıza. Şiddete karşıyız, uyuşturucu satmıyoruz. Tohum dağıtmak yasak değil.” Ama bir sınıf savaşının içindeler ve en çok da onlar gibilerden korkuyorlar: şiddete başvurmadan dünyayı değiştirmeye cesaret edenlerden. Neden böylelerinden korkuluyor sizce?
Çünkü onlar yeni bir kültür yaratıyorlar, üstelik bunu yaparken herkese değiyorlar. Hrant’tan niye bu kadar korktular? Benim davam hâlâ neden sürüyor?

Kitabın son sayfasında şu satırlar yer alıyor: “Anlamadığımız şeyler vardı, bilginin söz geçiremediği. Bu kısacık hayatta, çoğalmak ve büyümek yerine yüzünü varolana dönmeyi, özgür bir kuşla arkadaş olmayı öğrenebilirdi insan. Hüküm kurmadan sevmeyi. Hafiflemeyi”. Nedir “hüküm kurmadan sevmek” ve nasıl başarılır bu?
Reçetesi yok bence. Herkes kendi hikâyesi içinde bulur yolunu. Ama tabii bize öğretilmiş sevgi kalıplarını sorgulamak zorundayız öncelikle. Sonrası yavaş yavaş gelir. Sahip olmadan sevmek mümkün, değil mi? Sahiden buluşmak yani.

Katy, mektubunda şöyle diyor Mavi’ye: “Anladım ki insanın karşılık beklemeden, yaptığının getirisini düşünmeden öylece yaşaması lazım bir süre. Düşmeyi öğrenmesi lazım. (…) Çıplak ve özgür olmak yerine, mevkinin gereklerine tutsak olup saçma sapan hesaplarla gününü geçirenler mi akıllı, onu da bilmiyorum. Mevkiye niye ihtiyaç duyuyor insanlar?” İnsanın hayattaki varlık amacını sorgulaması ve “neden?” sorusuna bulacağı cevap onun nasıl bir insan olmayı seçtiğini belirliyor aslında, öyle değil mi? Düşmeyi öğrenince mi “dekorlar yıkılıyor” ve “neden?” sorusu yükseliyor acaba?
Evet, sorularımızın sınırlarını kuran şey yaşamımızdaki sınırlar. İkisi de birbirini kuruyor. Soru sordukça dekorlar anlamsızlaşıyor. Onlardan kurtuldukça başka sorulara kavuşuyoruz birdenbire. Ama kolay değil. Düşmeyi, Simone Weill’in yaptığı gibi vazgeçmeyi denemek, denedikçe, denedikçe, yeniden denedikçe, boşluğu öğrenmek büyük iş.

Katy bir gazeteci ve her şeye rağmen medyaya dair umudunu koruyor: “Medya pis bir çarkın üstünde dönüyor ama gazeteciliği küçümseme. Bağımsız medya yeni kuşakla birlikte bağımsız bir güç haline geliyor. Ayrıca her zaman savaş suçlarını, şiddeti, ağır haksızlıkları hayatları pahasına ortaya koyan cesur ve dürüst gazeteciler var”. Türkiye’deki yeni kuşak gazeteciler ve medyanın içinde bulunduğu durum hakkında ne düşünüyorsunuz?
Cesur ve dürüst gazeteciler için mesleğini sürdürebilme koşulları hep zordu Türkiye’de. Çocukluğumda tüm basına 12 Eylül rejimi el koymuştu. Bir tek Cumhuriyet vardı, hatırlıyorum. Sonra Gırgır çıktı… Sonra başka gazeteler aldı direnişi. Gündem bin defa kapandı, yeniden açıldı. Şimdi internet gazeteleri haber vermeye devam ediyor. Gerçek gazeteciler için ayakta kalmak, haber yapmak çok zor. Ama direniş sürüyor. Türkiye’de iki hikâye var: Birincisi baskının, şiddetin, haksızlığın hikâyesi. İkincisi de direnişin. Ben ikincisinin içinde doğdum, orada şekillendim. Ve benim gibi binlerce insan, her şeye rağmen direniyor.

Son olarak şunu da sormadan edemeyeceğim: 24 Haziran sonrası Türkiye için neler öngörüyorsunuz? Kadınları, çocukları, göçmenleri, çevrecileri, LGBTI+’ları, köpekleri ve tüm “ötekileri”, sokakta yaşayanları, işsizleri, akademisyenleri, gazetecileri, hakları ihlal edilenleri neler bekliyor sizce?
Direniş sürecek. Bilmiyorum daha ne kadar. Yorulduk, orası kesin. Yorgunluk başımızı eğdirmiyor tabii, ama insan içinden “keşke başka şeyler yazsam, başka şeyler konuşsam, başka şeyler yaratsam” diyor. Bozuk plağın içine hapsolmak gibi. Son zamanlarda Nietzsche’nin sözünü çok düşünüyorum: Gerçekten bizi öldürmeyen şey güçlendiriyor mu? Hem evet hem hayır. Şiddete uğramak bizi yaralıyor, yoruyor aynı zamanda. Yaralıyız yani. Hassasız. Bir yandan da güçleniyoruz, evet, içinden geçtiğimiz deneyim bize yeni yollar aramayı öğretiyor. Umarım yeni kuşaklar bozuk plaktan çıkıp yeni şarkılar söylerler. Paranoyaklar gibi…

NOT: Bu söyleşi, 9 Temmuz 2018 tarihinde www.zeroistanbul.com’da yayınlanmıştır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir