İnsan bir kitap okurken ne kadar gülebilir? Gözlerinden yaş gelene kadar kahkaha atması mümkün müdür mesela? Dikkatinizi çekmek isterim: Bir komedi filmi izlerken değil, bir kitap okurken diyorum. Bugüne kadar benim için böylesi pek olmadı diyebilirim. Dudaklarımın sağa ve sola doğru iyice yayıldığı an’lar çok oldu elbette, ama “Sozopol’de Sonyaz”ı okurken, bazı sayfalarda adeta “gülmekten öldüm”. Üstelik beni onca güldüren işkilli, kararsız, aksak, yarım yamalak, buruk, hüzünlü bir aşk hikâyesiydi. Hiciv ustası Hikmet Temel Akarsu’nun, o nevi şahsına münhasır üslubu ve nüktedan dili, böyle bir hikâyede bile kahkahalarla gülmemize imkân veriyor. Sozopol’de Sonyaz, “Duygusal Yolculuklar” başlığını taşıyan dizinin ikinci kitabı. Dizinin ilk kitabı “Symi’de Aşk”ta yorgun ve kederli bir aşk hikayesi anlatan Akarsu, bu ikinci ‘novella’da, akademyanın kapalı kapıları ardındaki çetrefil aşkları gün yüzüne çıkarıyor.
Novalis kadar olmasa da bedbaht bir adam
Akarsu, Sozopol’de Sonyaz’a “intro” yapmadan önce Novalis’e şöyle bir sitem göndermiş: “Ahh, biricik Novalis; sen ve şiirlerin bu buruk aşk hikâyesine hiç karıştırılmasaydınız olmaz mıydı?!” Küçük, tatlı ve hırçın Professor Whimsical’ın peşinden koşup derbeder olan hikâyenin başkişisini yakından tanıdıkça, yazarın Novalis’e ettiği siteme hak vermemek elde değil. Schiller’in öğrencisi ve Alman romantiklerinin belki de en romantiği Novalis “Bazen en uzun yolculuk, iki insan arasındaki mesafedir” der ya, bu lafı sanki çilekeş aşık ile hırçın profesör arasındaki ilişkiyi betimlemek için etmiş. Çünkü hikâyenin, orta yaş bunalımının orta yerindeki yazar kahramanı, Novalis kadar olmasa da bedbaht bir adam. Başında safari şapkası, gözünde simsiyah gözlükleri ve bacağında bermuda şortuyla, Professor’ün peşi sıra kendini yollara vuruyor. Ve fakat bu tatlı ve hırçın kadın sürekli pençelerini aşığının etine geçirmek üzere tetikte. Yine de kahramanımız şanslı sayılır, çünkü sevdiceği, pençelerini sık sık göstermeyi sevse de hep onun yanında yöresinde, gözünün önünde. Oysa yalnızca yirmi dokuz yıl şu yeryüzünde ikamet etme şansına sahip olan Novalis, onca romantikliğine rağmen, aşkına kavuşamayan bir ademoğlu olarak tarih sahnesindeki yerini almış ve onunki, ucunda ölüm olan hazin bir aşk hikâyesiydi. Âşık olduğu ve nihayetinde nişanlandığı Sophie veremden öldüğü için maalesef evlenip birbirlerine kavuşamamışlardı. Ne var ki bu hikâyede ince hastalıktan ya da bir başka sebepten ölen yok. Ama gelin görün ki Professor’ün akademik hırsı ve tutkusu, aşığını verem edecek türden. Anlayacağınız akademyada aşk bir başka! Kitabın “intro”sundaki cümleyle söyleyecek olursak: “Olasılıksız aşklar mekânıdır akademya?!”
Sozopol’de Sonyaz, “kalbi kırık, ekonomisi çökük, bahtı sönük”, “mağdur, mağrur ve muğber” Bulgaristan’ın kederli ve sapa ve “cool” sahil kasabası Sozopol’de yaşanan marazi bir aşk hikayesi. Dahası “Narin, nazende, nalan kasaba irisi” Sozopol’de geçen hüzünlü, zevkli, ironik ve fakat son derece seksi, anlaşılmaz ama dokunaklı, şıradışı ve unutulmaz bir sonyazın öyküsü. Hikmet Temel Akarsu, burnu havada, küstah yazarlardan hiç hazzetmez ve dolayısıyla kitabına baş kişi olarak seçtiği “yazar kahraman” da inanılmaz nahif, son derece doğal, samimi, içten bir adam. Samimiyetsiz mimar entelektüellerin peşine takılıp kendini entelektüel ama sempatik Sozopol’de bulan kahramanımız yapmacıklıktan uzak, göründüğü gibi olan ya da olduğu gibi görünen, zaaflarını da sansürsüzce ortaya koyan bir er kişi. Ya da “yazarlığın ar damarını çatlattığı bir asrî zaman yol bulamayanı”. Elbette bir cinsi latif karşısında hayli narin, hassas, hüzünlü ve çocuksu. Yeni eseri için ilhamlar peşinde kendisi. Hal böyle olunca şiir gibi Bulgar yavrulara bigâne kalması pek mümkün değil! Hayat su olmuş akıyor ve o “yaşamasız bir yazar” değil tabii ki. Gel gelelim “kaknem akademisyenler”in cirit attığı akademya, adeta herkesin birbirinin gözünü oymaya can attığı bir cenk meydanı!
Herkes düşman ve birbirine diş biliyor
“Midlife crisis” insanı yazar kahramanımız, özgür ruhlu küçük profesörü ile seyahat etmeyi çok seviyor, lakin öyle akademik seyahatleri değil: “Daha normal insanlara göre olanlarını. Gezilip tozulup hayattan kâm alınanlarını…”. Her ne kadar kelli felli ve de gedikli akademya mensupları dev kongre salonlarını doldurup, engin ve derin bilgilerini paylaşıp, burunlarını bir karış daha havaya kaldırma gayreti içerisinde olsalar da bizim yazar, o hüzünlü kasabanın ve hayatın tadını çıkarmayı ihmal etmiyor. Professor Whimsical ise tabiri caizse ismiyle yaşayan bir insan. İngilizce bir sıfat olan “whimsical” kelimesi “kaprisli, meraklı, değişken, acayip fikirli” anlamına geliyor ve bu, kitapta dip not olarak özellikle belirtilmiş. Kahramanımızın küçük, tatlı ve fakat hırçın sevdiceği, işte böyle bir hatun kişi. Genç yaşta profesör olma şerefine nail olmuş bu hatun kişi, pek sevilmeyen, kendisi de kolay kolay kimseyi sevmeyen, manyakça akademik ihtirasları olan bir şahsiyet. Öyle ki söz konusu olan akademik mevzularsa “ansızın kurtlaşır, adeta gövdesinde ilave tırnak, pençe, diş üretir”. Professor Whimsical de, bizim beş parasız yazara bir isim takmış elbet: Postmodern Henry. Professor’un “gerizekâlı ve heveskâr bir yazar parçası” olarak gördüğü kahramanımız, garip akademik hırsları beyhude, komik ve eğlenceli buluyor. “Hava taksilerinin yaygınlaştığı bir dünyada havayolu trafiğinin estetiği ne olabilir” gibisinden absürd bir tartışmanın yürütüldüğü toplantı salonuna girebilmek için türlü maymunluklar yapan bu geçkin yazar, salondaki atmosferi şöyle resmediyor: “Herkesin yüzünde buldog köpeklere özgü, çirkin, sempatik ve masum bir öfke; herkes aportta; herkes nazik ve diplomat; ama herkes düşman ve birbirine diş biliyor. Ama bu düşmanlıklar da sahte… Çünkü iki dakika sonra unutulup, birlikte eğlenceye geçiliyor. Ne hoş diyorum kendi kendime. Hayat gibi değil; anaokulu gibi! Dünyada her şey böyle olsa! Ne güzel! Kavgalar bile yalancıktan. Bir öfke patlaması ve bir saman alevi… Bir sindirme harekâtı ve bir meydan okuma. Ve konuşulanlar külliyen âfaki…” İşte akademyanın görünmeyen, öteki yüzü…
Mimar kimliğinin izleri
Akarsu, döneminin gözde ve güzide meslekleri arasında yer aldığı için mimarlık okumuş ve mimar olmuş, ancak yazarlık dışında başka hiçbir işle hemhal olmamış bir yazar. Buna rağmen mimarlık birikimi, ince ince sızıyor her yazdığına. Hemen her eserinde mimar kimliğinin izlerini apaçık görmek mümkün. Akarsu ülkeler, şehirler gezerken; yapılara, tarihi binalara, sokaklara, caddelere hep o gözle bakıyor belli ki. Öte yandan gezip gördüğü her yerin uzak ve yakın geçmişini, yaşama ve yeme içme kültürünü de eserlerinim satır aralarına mutlaka yediriyor. Yazar kahramanımız ve küçük profesörü, otobüsle İstanbul’dan Bulgaristan’a geçerken Dereköy sınır kapısında, pasaport kontrol noktasında soluklandıklarında şöyle bir manzara/atmosfer resmediyor Akarsu: “On yıllar öncesinin ıssız Anadolu tren istasyonlarını anımsatan, bakımsız, tozlu, loş, küçük binalar; kirli tuvaletler, özensiz memurlar ve ‘auteur’ sinemasının kasaba filmlerinde gördüğümüz türden itici bir sükûnet… (…) Pasaport kontrol noktası sapına kadar kafkaesk bir bina ise de dijital teknoloji devrede”. Bir ülkeden diğerine geçişlerin yapıldığı, kötücül bakışlı memurların kol gezdiği, sorgu sualle pasaportların incelendiği sınır kapıları kötücül, huzursuz. Bu sınır geçiş, adam seçişlerle ilgili olarak yazar kahramanımıza şunları söyletiyor Akarsu: “Dünyada artık her devlet kurulduğunda içim sızlıyor. Her biri eksiltmeksizin şu sınır geçiş, adam seçiş, pasaport inceleyiş, haraç alış, kuşkulu bakış, sorgu sual ediş, sindirme şovu sergileyiş ve ürkütme operasyonu yapış ve daha sayamayacağım kadar çok muameleyi ihmal etmeden bir bir icra eyliyor. Bu trend böyle giderse; bu gidişle dünyada kıpırdamak için bile yanımızdakinden izin almak zorunda kalacağız”. Sözde küçük bir köye dönüşen ama ne ki sınırların her geçen gün daha kalın çizgilerle belirlendiği dünyamızda, belki bir duyan, gören, okuyan olur umuduyla bunu da alıntılamadan edemedim.
Dildeki katı kurallar yerle yeksan…
Yazarın diğer kitaplarıyla da tanışıklığı olanların bildiği üzere Akarsu, sözcüklerle arası çok iyi bir yazar ve metinlerine farklı dillerin sözcükleriyle de ilmekler atmayı çok seviyor. Yani onun yapıtlarında Türkçe, Farsça, Osmanlıca, İngilizce kelimeleri yan yana, diz dize, sarmaş dolaş görmek, kaçınılmaz. Akarsu’nun beni cezbeden bu dil işçiliği, kimi okurlara belki tuhaf, tekinsiz, yadırgatıcı, marjinal gelebilir. Ya da öz Türkçeciler, burun kıvırabilir yazarın bu zengin diline. Ama ben tüm içtenliğimle şunu diyebilirim: dildeki katı kuralları yerle yeksan eden, adeta dille oyun oynayan Akarsu’nun yapıtları, has edebiyat meftunları için birebir. Akarsu, ironi ve mizahın gücünden fazlasıyla istifade ettiği son kitabı Sozopol’de Sonyaz’da, çoğumuzun yan yana gelmesini bile absürd bulacağı, hatta yan yana kullanmaktan itina ile kaçınacağı “akademya” ve “aşk” kelimelerini bir arada kullanıyor. Akademinin kalın duvarlarının ardında, yüksek tavanlı salonlarında, devasa amfilerinde, azametli kongrelerinde de aşklar yaşanır pek tabii. Dedim ya “olasılıksız aşklar mekânıdır akademya!”.
NOT: Bu yazı, Arka Kapak dergisinin Temmuz 2018 sayısında yayımlanmıştır.
Elif Şahin Hamidi
(elif.sahin@gmail.com)