Platon’un Ölümsüzlük Kuramı

PLATON’UN ÖLÜMSÜZLÜK KURAMI
Phaedon adı verilen diyalog, değişik yönlerden ilginç. Sokrates’in son anlarını dile getiriyor. Yani baldıran otu içmeden az önceki zamanla, içtikten, bilincini yitirene değin geçen zaman arasındaki söyleşileri. Platon’un, en yüksek aşamada bilge ve iyi olan ve ölümden hiç çekinmiyen ideal insanına ilişkin bir tablo bu. Platon yönünden betimlenen Sokrates, eski ve yeni zamanlarda sağtöresel (ethic) bakımdan önem kazanmıştır. İncil’deki, İsa’nın acısına (Passion) ve çarmıha gerilmesine ilişkin öykü bir Hristiyan için neyse, Tanrıtanımaz ya da özgür bir filosof için Phaedon oydu.39 Sokrates’in, son anındaki sarsılmazlığı, ölümsüzlük inancına sıkı sıkıya bağlıdır. Phaedon yalnız bir şehitlik olayını değil, daha sonra Hristiyanlığa geçen pek çok öğretiyi dile getirmesi bakımından önemlidir. St. Paulus ve Kilise babalarının din bilimi, dolaylı ve dolaysız, geniş ölçüde ondan türemişti. O dinbilim, Platon bilinmezse güç anlaşılır.
Daha önce yazılan Kriton diyaloğu, Sokrates’in kimi ardıl ve arkadaşları yönünden Thessalia’ya kaçırılması için bir plan düzenlendiğini açıklamaktadır. Sokrates kaçsaydı belki Atina makamları epey sevinecekti. İleri sürülen planın başarıya ulaşma olasılığı oldukça yüksekti denilebilir. Fakat, plana aldırmadı Sokrates. Kurala uygun yasa işlemiyle suçlandığını, cezadan kaçarak yasa dışı iş görmenin doğru olmıyacağını belirtti. Sokrates, bizim, İsa’nın Dağ Öğütü’yle çağrıştırdığımız ilkeyi ortaya atar. Havarilerine verdiği o öğütte, “kötüye, ondan ne denli kötülük görürsek görelim, kötülükle karşılık vermemeliyiz.” diyordu İsa. Sokrates daha sonra, Atina yasalarıyla söyleştiğini imgelemekte (hayal etmekte). O söyleşide yasalar, Sokrates’in kendilerine, bir oğulun babaya, bir kölenin efendisine göstereceği türden, hatta daha da aşırı bir saygı göstermesi gerektiğini ve her Atina yurttaşının, Atina devletini beğenmemesi durumunda başka yere göçmekte bağımsız olduğunu anlatır ve uzun bir bir söylevi şöyle bitirir:
“Şimdi dinle bizi Sokrates. Seni kim yetiştirdi? Önce yaşantını ve çocuklarını, sonra adaleti değil; önce adaleti, sonra yaşantını ve çocuklarını düşün. Düşün ki yeraltının egemen kişileri önünde haklı çıkasın. Eğer Kriton’un önerdiği gibi davranırsan, sen ve sana bağlı olanlar bu dünyada da öteki dünyada da daha mutlu daha kutsal, daha doğru olamaz. Şimdi, suçsuz ve acı çekmiş, kötülük yapmamış, yasalara değil, insanlara kurban olmuş biri olarak ayrılıyorsun bu dünyadan. İleri gider, bizimle yapmış olduğun sözleşme ve anlaşmayı bozarak, en doğru biçimde davranmanın gerekli olduğu kendine, dostlarına, ülkene ve bize karşı yanlış davranıp kötülüğe kötülük, fenalığa fenalık yaparsan, yaşadığın sürece güceniriz sana. Yeraltı dünyasında bulunan yasa kardeşlerimiz de bir düşma n olarak karşılar seni. Bizi yıkmak için elinden geleni yapmış olduğunu bilirler çünkü.”
“Kulaklarımda bir gizemcinin (mystic) kulaklarındaki flüt sesine benzer, mırıltı işitir gibiyim” der Sokrates. Sonra kalıp, ölüm yargısına katlanmanın, görevi olduğu sonucuna varır.
Son saati gelmiştir, zincirleri çözülür, dostlarını karşısına alıp konuşmasına izin verilir. Ağlıyan karısının üzüntüsü, konuşmasını kesmesin diye onu dışarı yollar.

ÖLÜMÜ SEVİNÇLE KARŞILAMAK
Sokrates, şu kanıyı savunarak girişir işe: Felsefe tini taşıyan herhangi biri, ölümden korkmıyacak ve onu sevinçle karşılıyacaksa da, yasa dışı olduğundan, kendi yaşamını kendi eliyle sona erdirmeyecektir. Dostları, kendini öldürmenin neden yasa dışı olduğunu sorar. Sokrates’in Orpheosçu öğretiye uyan karşılığı, tam bir Hristiyan’ın verebileceği karşılıktır: “Gizlice fısıldanan bir öğreti, insanın bir tutuklu olduğunu ve kapıyı açıp kaçma hakkına sahip bulunmadığını anlatır. Bu benim bütünüyle anlıyamadığım büyük bir gizemdir.” Sokrates, insanın Tanrı’ya olan bağlantısını, sığırın sahibine olan bağlantısıyla karşılaştırır. “Öküzünüz yoldan çıkıp özgürlüğü seçerse kızarsınız. Dolayısıyla insan beklesin, Tanrı, şimdi beni çağırdığı gibi kendisini çağırana değin yaşantısına son vermesin demek usa uygun ve yerinde bulunabilir.” Ölüme üzülmüyordu Sokrates. Şöyle düşünüyordu: “Bilge ve iyi olan tanrılarla birlikte olacağım (bu tür konuların herhangi birinden emin olduğum ölçüde eminim bundan), sonra (inancım o ölçüde güçlü olmamakla birlikte) benden önce göçmüş ardımda bıraktıklarımdan daha iyi kişilerle buluşacağım. Ölülere bir şey, iyi kişiye ise kötüye olduğundan daha iyi bir şey kaldığı konusundaki umudum yüksektir.”
Ölüm Sokrates’e göre, tinle bedenin ayrılmasıdır. Burada, Platon’un gerçek-görünüş, idealar-duyulur nesneler, us-duyu algılaması, tin-beden ikilikleriyle karşılaşıyoruz. Bu çiftler bağlamlıdır. her çiftin birinci ögesi ikinciye gerçeklik ve iyilik bakımından üstündür. Bu ikiliğin sonucu, çileci (zühdi) bir ahlaktı. Hrıstiyanlık sadece kısmen almıştır onu. Onun bütünüyle alınmasını engelleyen iki neden vardı: 1) Platon haklı olsaydı, görünür dünyanın yaradılması koyu (sünni) Hristiyanlıkta kötü bir iş olacaktı. Yaratıcı iyi olamaz sonuçta. 2) Bekârlığı daha yüce tutmuşsa da evliliği hiçbir zaman kınamamıştır Platon. Manichaeus dinine bağlı olanlar her iki bakımdan da daha tutarlıydı.
Felsefede, bilimde ve gündelik düşüncede sık sık sözü edilen, ilkin tin-beden ayrımı biçiminde ortaya çıkan zihin ve madde ayrımı dinsel bir kökene sahiptir. Önce de gördüğümüz gibi bir Orpheos, kendini, yeryüzüyle yıldızlı göğün çocuğu sayar. Onun bedeni yeryüzünden, tini gökten gelmiştir. Felsefe dilince anlatmak istediği kuram işte budur Platon’un (ya da Platon’un Sokrates’inin Ç.N.)

ÇİLECİ YÖNLER
Sokrates, Phaedon’da öğretisinin çileci (ascetic, zühdi) içerimlerini geliştirmek ister. Ilımlı ve efendicedir onun çileciliği. Filosofun gündelik beğenilerden bütünüyle kaçınması gerektiği değil sadece o tür beğenilerin kölesi olmaması gerektiği kanısındadır o. Filosof, yiyip içmeye aldırış etmeyecek, gerekli ölçüde yiyip içecektir. Oruçla ilgili bir öneri yoktur. Sokrates’in içkiye ilgisiz olduğu, fakat gereğinde, esrikleşmeksizin, herhangi bir kişiden daha çok içtiği söylenir. Onun kınadığı içme değil, içmede beğeni bulmaktır. Aynı biçimde filosof, sevginin beğenisine, pahalı giysilere, sandallara, süslere aldırış etmemeli. Onun alışverişi bedenle değil, tinledir. Filosof “bedenden olabildiğince kaçıp, tine dönmek isteyecektir,”
Anılan öğretinin, yaygın biçimiyle çileci olacağı açıktır. Fakat o bu niyetle ileri sürülmüş değildir. Duyu beğenilerinden kaçınma çabasında bulunmayacak, başka şeyler de düşünecektir filosof. Yemek yemeyi unutan, yediği sırada da kitaplara dalan pek çok filosof tanıdım. Platon’un istediği biçimde davranıyordu onlar. Moral bir çabayla boğazlarını düşünmemeye çalışmıyor, ama başka konulara daha çok ilgi gösteriyorlardı. Bir filosof, görünüşte evli barklı, çoluk çocuk sahibi olacaktır. Ama yine aynı dalgınlık içinde. Kadınlar bağımsızlık kazanalı beri güçleşti bu iş. Xantippe’nin şirretliğine şaşmamalı.
Sokrates’e, göre, filosoflar, tini bedenle birlikte olmaktan kurtarmaya çalışırlar. Halksa, “hiçbir beğeni duygusu ve beden beğenilerinden hiçbir payı olmayan” kişi, için yaşamın yaşamaya değer yanı olmadığını ileri sürer. Bu noktada Platon, belki de bilmeyerek bir bölüm ahlakçının görüşünü evetlemiş olmaktadır. Duyu beğenilerini aramıyan kişinin, bütün beğenileri ortadan kaldırmış ve erdemli biçimde yaşıyor olması gerektiğini kabul eder o ahlakçılar. Sözü edilmemiş bir zarara neden olan bir yanlıştır bu. Zihin ve bedenin ayrılığı kabul edildiği sürece en iyisi ölçüsünde en kötü beğeniler de (kıskançlık, zalimlik, zorbalık gibi) zihinsel demektir. Milton’un şeytanı, fiziksel eziyette üstünlük kazanır, kendini tüm yıkım işine adar. Bundan da zihinsel bir beğeni duyar. Tanınmış pek çok din adamı duyu beğenilerini kınadığından öbür beğenilerden korunacak durumda da olmadığından, sözde din adına, korkunç zulüm ve eziyete varan bir güç sevgisinin egemenliği altına girmiştir. Hitler, bu tipin bir örneğidir. Duyu beğenileri onda pek küçük önem taşır. Bedenin tiranlığından kurtulmak, büyüklüğe yardımcı olur. Erdeme olduğu ölçüde günaha da uzanan bir büyüklüktür bu.

DİNİN ANLIKSAL YANI
Dinin, doğru ya da yanlış olarak, Platon yönünden Sokrates’e yüklenen anlıksal yanına varmış oluyoruz şimdi. “Beden, bilgi kazanmaya engeldir, görme, işitme, doğru konuşmayan tanıklardır” deniyor. Gerçek varlık tine açılmışsa eğer, duyguda değil, düşüncede olmuştur bu. Bir an için bu öğretinin içerimlerini alalım ele. Tarih ve coğrafya dahil, görümsel (ampirik) bilginin tümüyle yadsınmasını içeriyor o. Dolayısıyla biz, Atina gibi bir yeri, Sokrates gibi bir insanı, bu insanın ölüşünü, ölürken gösterdiği yiğitliği, görüntü dünyasına ilişkin olarak, sadece görme ve işitme yoluyla biliriz. Gerçek bir filosofsa görme ve işitmeyi bir yana bırakır. Ya ne kalıyor ona? Önce mantık ve matematik. Onlar da varsayımsaldır ve gerçek dünya konusunda kesin savlar ileri sürmez. Bir sonraki adım (can alıcı adım) iyi düşün’üne (ideasına) dayanır. Bu ideaya ulaşınca filosofun, iyi olanın gerçek olduğunu bildiği, böylece, düşünler (idealar) dünyasının gerçek dünya olduğunu çıkarımlıyabileceği varsayılır. Daha sonra filosoflar, gerçekle iyinin özdeşliğini sürmüşlerdir ileri. Platon, bu özdeşliğin apaçıklığını önceden varsaymış görünüyor. Onu anlamak istiyorsak, varsayımsal olarak, bu varsayımız yerindeliğini onaylamalıyız.
Zihin kendi içine kapandığında, seslerle, görmelerle, acıyle, beğeniyle rahatsız edilmediğinde, bedenle ilişiğini kesip gerçek varlığı özlediğinde beliren düşünce en iyi düşüncedir, der Sokrates. “O an da filosof, bedeni onurlamaz olur.” Bu noktadan Sokrates, idealar ya da biçimler ya da özlere geçer. Göze görünmiyen mutlak adalet, mutlak güzellik, mutlak iyilik vardır. “Yalnız saydıklarımdan değil, mutlak güçleri, her şeyin görülebilen gerçek yapısından ya da özünden söz ediyorum.” Bütün bunlar, yalnız anlıksal görülebilirler. Böylece biz bedendeyken, tin bedenin kötülüklerine bulanmışken, doğruluk yolundaki arzumuz doyurulmıyacaktır.
Bu görüş, bilimsel gözlem ve deneyi, bilgiye varma yöntemi olmaktan çıkarıyor. Deneycinin zihni, kendi içine kapanmış, seslerden ve görüşlerden kaçmaya yönelmiş değildir. Platon’un öğütlediği yöntemle izlenebilecek iki zihinsel işlevlik türü, matematik ve gizemci iç görülerdir. Bu iki işlevlik türünün Platon ve Pythagoras’ta nasıl içten birleştiği açıklanır böylece.
Görümcü (ampirik) için beden, dış gerçekliği olan dünyayla ilişki kurmamızı sağlar. Platon’a göre o, iki katlı kötüdür:
1 – Dünyayı bir cam arkasından bakar gibi karanlık görmemize yol açan yanıltıcı bir ortam olarak;
2 – Bizi bilgi uğraşısından, doğruluk görü’sünden uzaklaştıran arzuların kaynağı olarak.
Şu aktarımlar daha iyi açıklar durumu:

BEDENİN KÖTÜLÜĞÜ
“Beden, sadece yiyecek gereksinimi yüzünden bile, sonsuz üzüntü kaynağı bize. Ayrıca bizi uğraştıran, gerçek varlığı araştırmamıza engel olan sayrılıklara da açık. Her tür sevgi, istek, korku, gelip geçici boş imgeler ve bitimsiz aptallıklarla doldurur içimizi. Gerçekten, dendiği gibi, olanca düşünme gücümüzü alıp götürür. Savaşlar, dövüşler, anlaşmazlıklar, çatışmalar nereden doğar? Bedenden ve bedenin isteklerinden değil mi? Para sevgisinden çıkar savaşlar. Paranın beden uğruna ve bedenin işine yaraması için elde edilmesi gerekir. Bütün bu engeller nedeniyle, felsefeye ayıracak zamanımız kalmaz. En sonu ve en kötüsü, kendimizi düşünceye verecek zamanımız olsa bile, beden daima başımıza çöreklenir, araştırmalarımızda sıkıntı ve karışıklığa yol açar. Şaşırır, doğruyu göremeyiz. Herhangi bir şeyin doğru bilgisine sahip olmayı istediğimizde, bedenden sıyrılmak gerektiği deneyle kanıtlanmıştır. Tin, kendi içinde, içlerinden kavramalı şeyleri. O halde, istediğimiz, sevdiğimizi söylediğimiz bilgeliğe, yaşarken değil, öldükten sonra kavuşacağız demektir. Çünkü, bedenle birlikteyken, tin salt bilgiye yaramıyorsa, bilgiye ölümden sonra varılacaktır, eğer varılacaksa.”
“Böylece, bedenin aptallıklarından, çılgınlıklarından kurtulunca arılanacağız ve arıyla içli dışlı olacağız, doğruluk ışığından başka bir şey olmıyan aydınlık ışığını her yerde kendiliğimizden bileceğiz… Arılık tinin bedenden ayrılmasından başka nedir?.. Tinin bu ayrılış ve kurtuluşuna ölüm denir. Gerçek filosoflar, sadece onlar ölümü ararlar daima.”
“Bütün şeylerin kendisiyle değiştirilebileceği tek bir geçer akçe vardır: Bilgelik.”
“Gizemlerin kurucuları bir gerçeği anlatmak istemiş olmalı. Onlar, gerekli yüküm ve işlemi yerine getirmeksizin yeraltı dünyasına geçenlerin, çamurlar içinde yatacağını; gerekli işlem ve arılanmadan sonra geçenlerinse tanrılarla birlikte olacağını bu denli eskiden anlatırlarken saçmalıyor değillerdi. Çünkü gizemlerde söylendiği gibi insanların çoğu thyrsos(40) taşıyıcıdır ve pek azı gizemcidir. Daha doğrusu, benim yorumumla, pek azı gerçek filosoftur.” (gizemci: mistik)
Burada bütün dil gizemcidir ve gizemlerden türemiştir. “Arılık” her şeyden önce törensel (ritual) bir anlamı olan Orpheosçu bir kavram. Platon için, bedene kölelik etmekten ve bedenin isteklerinden kurtuluş. Savaşların para sevgisinden doğduğunu, paranın sadece beden için gerekli bulunduğunu söylemesi ilginç Platon’un. Bu kanının ilk yarısına Marx da katılır. Fakat ikinci yarısı çok ayrı bir görüşle ilişkinlidir. Platon, bir kişinin, gereksinimlerini en düşük aşamaya indirdikten sonra çok az bir parayla yaşıyabileceğini düşünür. Kuşkusuz, doğrudur bu. Fakat o, aynı zamanda bir filosof, başkalarının kazandığı parayla geçinecektir. Dolayısıyla çok yoksul bir devlette filosof olmaması akla yakındır. Atina felsefe çalışmalarına, Perikles dönemindeki emperyalizm yol açmıştır. Daha geniş konuşursak, anlıksal ürünler, daha maddi ürünler ölçüsünde pahalıdır ve ekonomik koşullardan o ölçüde az bağımsızdır. Bilim, kitaplık, laboratuvar, teleskop, mikroskop, v.ö’ni gerektirir. Bilim adamı başkasının emeğiyle desteklenmelidir. Gizemci için bütün bunlar aptallıktır. Hindistan ya da Tibet’te kutsal bir kişi, hiçbir bir aygıt gereksinimini duymaz, ketenden bir giysi giyer, sadece pirinç yer. Kendisini bilge sanıp beş on kuruş sadaka da verirler. Onunla geçinir gider. Platon’un görüşünün mantıksal gelişimi budur.

RUHUN ÖLÜMSÜZLÜĞÜ
Yine Phaedon’a dönelim: Kebes, tinin ölümden sonra yaşayıp yaşamadığı konusunda kuşkuya düşer. Kanıt vermesi için zorlar Sokrates’i. Sokrates de verir. Fakat, kanıtlarının çok güçsüz olduğunu belirtmek gerek.
İlk kanıt, karşıtı olan şeylerin, karşıtlarından türediğidir. Bu anlatım, Anaximandros’un evrensel adaletini anımsatır. Yaşam ve ölüm karşıttır. Dolayısiyle onların birbirini türetmesi gerekir. Buradan, ölü tinlerinin herhangi bir yerde var olduğu sonucu çıkar. St. Paul’un deyimiyle “Tohum ölmeyince canlanmaz.” Bu anlatım, böyle bir kurama ilişkin görülüyor.
İkinci kanıt, bilginin anımsama olduğu, sonuçta tinin, doğumdan önce bulunduğudur. Bilginin bir anımsama olduğu kuramı, deneyden türetilemeyen tam, eşit gibi düşünlere (idealara) sahip olmamızla desteklenir. Yaklaşık eşitliğe varabiliyoruz. Gerçi, mutlak eşitlik, duyulur şeyler arasında bulunmuyor. Ama onunla ne demek istediğimizi biliyoruz yine de. Böyle bir şeyi yaşayarak öğrenmediğimizden bu konudaki bilgimizi daha önceki bir varlıktan getirmiş olmalıyız. Platon, benzer bir kanıtın öteki bütün düşünlere (idealara) uygulanacağı kanısında. Böylece, bütün özlerin varlığı ve bizim onları anlama yeteneğimiz, tinin daha önceden var olduğunu ve bilgiye sahip bulunduğunu kanıtlamakta.
Bütün bilginin bir anımsama olduğu savı daha geniş olarak Menon’da (s. 82 ve ötesi) ele alınmıştır. Orada Sokrates, bilgi konusunda öğretmenin değil anımsamanın söz konusu olduğunu söyler. Görüşünü kanıtlamak için, Menon’un bir köle çocuk çağırmasını ister ve çağrılan çocuğa geometri soruları sormaya girişir. Kölenin, vereceği karşılıklarla, geometriyi gerçekten bildiğini ortaya koyacağı varsayılır. Çocuk o zamana değin farkedememişlir geometri bildiğini. Phaedon’da olduğu gibi Menon’da da aynı yargıya ulaşılır: Tin, bilgiyi daha önceki bir varlıktan getirir.
Kanıtın görümsel (ampirik) bilgiye hiç de uygulanamayacağını gözlemek kolay. Sözgelimi köle-çocuk, piramitlerin ne zaman yapıldığını, Troia (Truva) kuşatmasının gerçekten olup olmadığını bu olaylarda hazır bulunmadıkça anımsamıyacak. Sadece, a priori adı verilen, özellikle mantıksal ve matematik bilginin, herkeste, deneyden bağımsız var olduğu ileri sürülebilir. Gerçekte bu, Platon’un gerçek bilgi saydığı gizemci iç görüden ayrı tek bilgi türü. Kanıtın matematik karşısındaki durumunu görelim:
Eşitlik kavramını gözden geçirelim: Duyulur şeyler arasında, tam eşitlik konusunda bir deneylememiz bulunmadığını kabul etmeliyiz. Deneylemesine (experience) sahip olduğumuz, sadece yaklaşık eşitliktir. Bu durumda, mutlak eşitlik düşününe (ideasına) nasıl ulaşıyoruz? Böyle bir düşüne sahip değil miyiz yoksa?
Somut bir durumu alalım ele: Metre, Paris’te bulunan belirli bir çubuğun belirli bir sıcaklıkta ki uzunluğu diye tanımlanır. Başka bir çubuk için de, “tam bir metre” dediğimizde ne anlatmak isteriz? Herhangi bir şey anlatmak istediğimizi sanmıyorum. Günümüzde, bilinen en kesin ölçme işlemi bile, çubuğumuzun, Paris’teki standart metreden daha uzun ya da daha kısa olduğunu göstermiyecektir. Aceleci davranışla, ölçme tekniğinde ortaya çıkacak gelişimlerin, bu sonucu değiştirmiyeceğini önceden bildirebilirdik. Bir belgenin herhangi bir anda çürütülebileceği anlamında görümsel (ampirik) bir anlatımdır bu. Mutlak eşitlik düşününe sahip olduğumuzu sanmam. Öyle sanmıştı Platon.
Böyle bir düşüne sahipsek bile, belirli bir yaşa ulaşana değin hiçbir çocuğun ona ulaşamayacağı, bu düşünün deneylemeyle (experience) doğrudan doğruya türetilmiyorsa bile deneylemeyle ışığa kavuştuğu açık. Ayrıca, doğuştan önceki varlığımız, kendisi bir duyu algılaması olmadıkça, mutlak eşitlik düşününü de yaratmada yeteneksiz kalacaktı, yaşantımızın yeteneksiz kalması gibi. Daha önceki varlığımız, kısmen duyulur üstü sayılıyorsa, aynı varsayımı neden şimdiki varlığımız konusunda da ileri sürmiyelim? Nereden bakılırsa bakılsın, tutacak yanı bulunmaz böyle bir kanıtın.

TİNİN ÖLÜMDEN SONRA YAŞAMASI
Kebes, anımsama öğretisinin kurulduğunu varsayarak şunları söyler: “Gerekenin aşağı yukarı yarısı kanıtlandı. Tinlerimizin, biz doğmadan var oldukları anlaşılıyor, onların, ölümden sonra da yaşıyacağı, sorunun kanıtlanması gereken ikinci yarısıdır.” İstenen kanıtlamaya girişir Sokrates. Karşıtından doğan her şeyle ilgili olarak söylenenden çıkar kanıt. Buna göre, yaşamın ölüme yol açması gibi, ölüm de yaşama yol açmalıdır. Felsefede daha uzun bir geçmişi olan başka bir kanıt da ekler: Yalnız, karmaşık olan çözüşür. Tin basittir. Parçalardan kurulu değildir. Basit olan, başlıyamaz, bitemez, değişemez. O halde özler değişmez. Sözgelimi mutlak güzellik daima aynıdır. Güzel nesnelerse sürekli olarak değişir. Bu bakımdan, görünen şeyler geçici, görünmiyen şeyler ilksiz-sonsuzdur. Sonuçla tin, ilksiz-sonsuz şeyler arasında sayılabilir. İlksiz-sonsuz olduğundan, sonsuz şeyleri, yani özleri düşünür. Duyu algısında olduğu gibi, değişen şeyler dünyasını düşündü mü şaşırır, yönünü yitirir.
“Vücudu algı aygıtı olarak kullandığında, yani, görme işitme ya da başka bir duyuyu kullandığında (vücut aracılığıyla algılama, duyu aracılığıyla algılamadır)… değişebilirler bölgesine sürüklenir vücut yönünden, başı boş dolaşır, şaşalar bocalar. Dünya çevresinde döner durur, bir sarhoş gibidir değişimle ilinti kurunca… Kendine gelince düşünür tin, sonra başka dünyaya geçer. Arılık, ilksiz-sonsuzluk, ölümsüzlük, değişmezlik bölgesine. Tinin yabancısı değildir onlar. Kendi başına kaldığında tin, engele kösteğe uğramadığında onlarla yaşar, sapıklığı bırakır. Değişmiyenle birlikte olduğu için değişmiyendir. Tinin bu durumuna bilgelik denir.”
Yaşamında vücudun köleliğinden kurtulmuş gerçek filosofun tini, ölümünden sonra, tanrılar kurulunda rahmetle yaşamak üzere, görünmez dünyaya geçecektir. Vücudu seven anlaşmamış tin, mezarın çevresinde dönen bir hayalet olacak ya da karakterine göre eşek, kurt, şahin gibi hayvanların vücuduna girecektir. Filosof olmadığı halde erdemli olan biriyse, bir arı ya eşek arısı ya karınca ya da sürü durumunda, topluca yaşıyan hayvanlardan birinin kılığını alacaktır.
Öldüğünde göğe çıkacak olan sadece gerçek filosoflur. Felsefe çalışmamış, tüm arı olmayanlardan hiçbiri tanrılara eşlik edemez. Sadece bilgeseverler o hakka kavuşabilir. Felsefeye gerçekten sarılanların, bedenle ilgili beğenilerden kaçma nedeni budur. Yoksulluktan ya da küçümsenmekten çekindikleri için mi böyle davranırlar? Hayır. “Onlar tinin vücuda yapıştığını, sarıldığını, felsefeye katılana değin, gerçek varlığı, kendi kendine, kendi içinden değil, bir tutuklular evinin demir parmaklıkları arasından gözlediğini bilirler… Aşırı arzusu yüzünden, kendi tutsaklığının başlıca sorumlusudur tin.” Filosof ılımlı olacaktır. Çünkü “her beğeni ya da acı, tini vücuda bağlıyan bir çivi ya da perçindir. Sonunda tin beden gibi olur. Bedenin doğru dediğinin doğruluğuna inanır.”
Bu noktada Simmias, tinin bir ezgi (harmony) olduğu konusundaki Pythagorasçı kanıyı ileri sürer, “Lir kırılırsa ezgi kalır mı?” diye sorar. Sokrates, ezginin karmaşık, tininse, yalın olduğu yanıtını verir. Ayrıca, tinin bir ezgi olduğu görüşünün, onun anımsama öğretisiyle saptanan önceki varlığıyla uyuşumlu sayılamayacağını, çünkü, ezginin lirden önce var olmadığını ekler sözlerine.
Sonra felsefesini anlatmaya girişir Sokrates. İlginçtir bu. Fakat asıl kanıtla köklü bir bağlantısı yoktur. Ardından, düşünler (idealar) vardır, “başka şeyler onları paylaşır, adlarını onlardan alır” vargısına ulaşan düşünler öğretisini ve tinlerin ölümden sonraki yazgılarını dile getirir. İyi cennete, kötü cehenneme gidecek, iyiyle kötü arasındakiler de arafta kalacaklardır.

SOKRATES’İN KARAKTERİ
Sokrates’in ölümü ve esenleşmeleri de yer alır Menon’da. Son sözleri, “Kriton, Askelipos’a bir horoz borçluyum, ödeyiver”, biçimindedir. Askelipos’a bir horoz verildi. (Sayrılıktan kurtulmak için horoz adanırdı Askelipos’a Ç.N.) Yaşantı hummasından kurtuluyordu Sokrates.
Phaedon’da şu sonuca varılır: “Zamanın en bilge, en doğru, en iyi kişisiydi.” Platon’un dilinden dinlediğimiz Sokrates, yüzyıllarca filosoflara örnek olmuştur. Sağtöresel açıdan ne diyebiliriz onun için? (Sadece, Platon’un çizdiği portreyi alıyorum ele.) Erdemleri (Meziyetleri) açıktır. Dünya nimetlerine boş vermiştir. Son anında şakacı, terbiyeli, sakin kalacak ölçüde sıyrılmıştır korkudan. Herhangi bir şeyden çok, doğruluğuna inandığı şey üzerinde direnmektedir. Yine de büyük eksikleri vardır. Her kanıtlamasında doğruluk dışı ve düzenci gibi (sophistesçe, sofistçe) davranır. Özel düşüncesinde, kendi işine gelen vargıları kanıtlamak için yansız bilgi araştırmasından çok, zekâyı kullanır. Onda, kötü bir din adamını andıran bir rahatlık, bir aldırmazlık vardır. Eğer tanrılar katında sonsuz rahmete ereceğine inanmadan ölüme karşı aynı yiğitliği gösterebilseydi, kuşkusuz, çok daha büyük sayardık onu. Kendinden önce gelenlerin bir bölüğünden, düşüncesinde bilimsel olmayışı ve kendi sağtöresel (standartlarına) uygun evreni kutsallaştırma çabasıyla ayrılır. Böylesi, doğruluğa ihanet ve felsefi günahların en büyüğüdür. Herhangi bir kişi olarak, azizler öbeğine katıldığına; fakat, bir filosof olarak, bilimsel arafta uzun süre kalması gerektiğine inanabiliriz Sokrates’in.

Bertrand Russell
Batı Felsefesi Tarihi 1
Çeviren: Muammer Sencer

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir