Pozitivist Tarih Anlayışı

Almanya’da öbür Batı ülkeleriyle oranlanamayacak bir zenginlik ve genişlikle işlenen tarih konusu, 19. yüzyılda öbür Avrupa ülkelerinde daha sınırlı ve değişik bir ilgiyle ele alınmıştır. Bilgi anlayışında empirist, ahlak öğretisinde yararcı, politika öğretisinde ise liberal çizgiler taşıyan pozitivizm akımı, tarihi, Fransa’da ve özellikle de İngiltere’de, doğayla analoji içinde çalışan ve doğa bilimleri gibi yasalar koyan bir bilim olarak konumlamak istemiştir. Ne var ki pozitivizm, tarihi de doğa bilimi modeline göre kurmak isterken, büyük ölçüde dayandığı Francis Bacon’ın düşüncelerinden birini atlamıştır. Gördük ki Francis Bacon, doğal olgular ile tarihsel olaylar arasında tam bir ayrım yapıyor ve “bilim”in (scientia) rastlantısal ve düzensiz olaylar yığını olarak tarihsel olayları konu alamayacağını, bu yüzden onun yasalar elde etmeye elverişli düzenli doğal olgular üzerinde kurulabileceğini belirtmişti ve bu nedenle historia’yı bilimler sisteminin dışında bırakmıştı.
Bacon’a rağmen 19. yüzyıl pozitivizmi, doğa bilimlerine duyulan büyük güvenle, tarihi de bir “yasa bilimi” olarak konumlamak istemiştir. August Comte’a göre böyle bir bilim, “tüm geçmişi, bireysel ve kolektif doğamızın bağlı olduğu sabit yasalara göre sağın (eksakt) olarak açıklama”yı hedef edinecektir.39 Böyle bir bilim tüm tarihsel olayları bu yasalara bağlı bir gelişim içinde ele alacak ve “tüm büyük tarih çağlarını bu temel gelişimin belirli evreleri olarak betimleyecektir.”40 Ama böyle bir “yasa bilimi”, artık klasik anlamıyla bir historiyografi değil, bir sosyoloji olabilir. Bir yasa bilimi olarak sosyoloji de bu haliyle bilimler sistemi içindeki yerini alacaktır. Comte’a göre insanlığın şimdiye kadar böyle bir bilim kuramamış olmasının nedeni, insanlığın teolojik ve metafiziksel evrelerden pozitif evreye henüz yeni geçmiş olmasıdır. Pozitif evre, bir bilimler çağı olarak, henüz yeni yaşanmaya başlamıştır. Bu yüzden insanlık da “kendi tininin tarihi”ne ancak bu evrede eğilebilir hale gelmiştir.41 Gelinmiş olan bu evrenin kendisi de aynı zamanda “pozitif tinin tarihi” olarak yaşanmaktadır ve bu yüzden insanlığın tüm geçmişi de yine bu “pozitif tin”in bakış açısı altında ele alınacaktır. Pozitif tinse, “bilimsel tin”dir ve bu yüzden tüm geçmiş ve bugün, sosyoloji adlı bu yeni yasa biliminin konusudur. Bu yeni yasa bilimi altında geçmiş, tarih yazıcılığı tarafından anlatılan ya da yorumlanan bir konu olmaktan çıkacak ve belli yasalara göre açıklanacak bir olgu alanı olarak görülecektir. Gerçekten de Comte, kendi bilimler sistemi içinde “tarih” adıyla bir bilime yer vermez; onun sisteminde tarihin yerini sosyoloji alır.
John Stuart Mill, Comte’un bu girişimini mantıksal ve bilgikuramsal açıdan desteklemeye ve denetlemeye çalışır. Mill’e göre, toplu yaşamda doğal yeteneklere ve coğrafi koşullara göre oluşan farklılıklar varsa da özellikle “pozitif tin”in yaşanmaya başladığı bu yeni dönemde bu farklılıklar azalmaya, toplumlar arasında benzerlikler çoğalmaya başlamıştır. Bu yüzden pozitif tinin gelişmesine koşut olarak, toplumlar giderek birbirlerine açılmaya, birbirlerine benzemeye ve dolayısıyla daha türdeş hale gelmeye başlamışlardır. Böyle olunca, tarih yazıcılığı (historiyografi) “toplumsal yaşamın empirik yasalarını daha iyi sorgulayabilecek” bir duruma, yani bir “sosyoloji” olmaya doğru gitmektedir. Ama Mill’e göre, sosyoloji olmaya doğru giden böyle bir tarih yazıcılığının arayacağı yasalar, yine de doğa yasaları türünden değildir. Çünkü tarihsel yasaları doğa bilimlerinde olduğu gibi endüksiyon yoluyla elde etmek tam bir sorunsal olarak görünmektedir. Çünkü endüksiyon ancak gözlemlenebilir olgulara uygulanabilir. Bu yüzden “tarih yasaları”nı olsa olsa insanın doğasının bağlı olduğu biyolojik ve psikolojik doğa yasalarının yönlendirdiği, bu yasalardan çıkan ya da türevlenen süreç yasaları olarak görmek gerekir. “Tarih yasaları”nın doğabilimsel anlamda genelgeçerliğinden de ancak bu açı içerisinde söz edilebilir. Bu mantıksal ve bilgikuramsal belirlemelerden sonra Mill, Comte gibi, insanlığın belli evrelere (teolojik, metafiziksel, pozitif) göre bir ilerleme içinde olduğunu belirtir. Mill’e göre bu ilerleme, bir “temel enerji” olarak insanın entelektüel etkinliğinin bir sonucudur. Pozitif evrede insan kendini belirleyen koşulların giderek daha çok bilincine varmakta ve bu bilinç içinde insanların ve toplumların çokyönlü bir belirlenim içinde olduklarını kavrarken, öbür yandan da pozitif tinin getirdiği özgürlük düşüncesiyle insanlığın daha eşitlikçi bir yaşama doğru ilerleyeceğini umabilmektedir. İşte tarih de büyük ölçüde doğabilimsel yasaların türevleri durumundaki “tarih yasaları”nı, bu yüzden yine biyoloji ve psikolojinin desteğinde saptayan ve böylece bizi çevreleyen zorunluluklar hakkında bizi bilinçli kılan bir bilim, bir sosyoloji olmalıdır ve biz onun sayesinde bizi çevreleyen zorunlulukların bilincinde olarak daha fazla özgürlüğe yürüyebiliriz.42
Comte ve Mill’den etkilenen Henry-Thomas Buckle, tarihçinin doğa bilimi ve istatistiği örnek alması gerektiğini savunur. Ona göre, tarih yasaları da ancak bu yolla elde edilebilir. Hyppolite-Adolphe Taine, tarihi tam olarak doğa bilimi örneğine göre kurmak gerektiğini belirtir. Herbert Spencer, biyolojik evrim kuramını tarihe uygulayarak tarih hakkında da bir evrensel ilkeye varılabileceğini söyler. Ama o da böyle bir tarihin artık, bir “sosyoloji” olacağını belirtir ve yine Comte gibi, kendi bilimler sisteminde tarihe değil, sosyolojiye yer ayırır. Charles Darwin, türlerin kökeni ve gelişimi üzerindeki çalışmalarıyla analoji içinde, “hayvan ve bitkilerin uzun birer tarihleri” olduğunu ve doğa tarihinden çıkarılan bu gözlem yardımıyla, insanlık tarihinin geleceğine de ışık tutulabileceğini söyler. Max Nordau, buradan yola çıkarak Darwinizmi kendi tarih görüşüne model yapar. Ona göre, “En son anlamda tarih, insanın kendi varoluşu çevresinde sürdürdüğü yaşama savaşına ait episodlar toplamıdır.”43 Bunun gibi Ernst Haeckel, “dünya tarihi” ya da “insanlık tarihi” denen şeyin, yeryüzü tarihi ve gezegenler tarihinin kısacık bir episodu olduğunu belirtir.44
Böylece 19. yüzyıl pozitivizminde, bir yandan Comte’da olduğu gibi tüm tarihi, evrelere bölen ve ilerleme düşüncesinin egemen olduğu bir bütüncü tarih felsefesine rastlanırken; öbür yandan tarih yazıcılığını doğa bilimi örneğine göre bir yasa bilimi olarak kurma eğilimi ağır basar. Ama her iki durumda da, yani hem tarih felsefesi düzleminde hem de tarih biliminin felsefesi düzleminde, 19. yüzyıl pozitivizminde de Almanya’da olduğu gibi, başlıca sorunun theoria-historia karşıtlığını aşmak olduğu söylenebilir. Bu aşma denemesi Almanya’da daha çok bir “rasyonalist idealizm”le yapılırken, 19. yüzyıl pozitivizmi, doğa bilimini örnek alan bir “tarihsel natüralizm”e başvurur.

Doğan Özlem
Tarih Felsefesi – Beşinci Bölüm
No­tos Ki­tap

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir