Psikiyatrik Tanıların Felsefi ve Eleştirel Sorgusu: Foucault ile Szasz’ın Yaklaşımları


Deliliğin Toplumsal İnşası

Foucault’nun delilik üzerine çalışmaları, psikiyatrik tanıları tarihsel ve toplumsal bir olgu olarak ele alır. Ona göre delilik, evrensel bir gerçeklik değil, belirli bir zaman ve mekânda toplumun normlarına göre tanımlanan bir durumdur. 17. yüzyıldan itibaren Avrupa’da deliliğin, akıl dışı bir durum olarak damgalanarak kapatılma pratikleriyle şekillendiğini savunur. Bu süreçte, akıl hastaneleri sadece tedavi merkezleri değil, aynı zamanda toplumsal düzeni koruma araçları olarak işlev görmüştür. Foucault, bu kurumların bireyleri disipline ettiğini ve akıl sağlığı kavramının, toplumsal kontrol mekanizmalarının bir uzantısı haline geldiğini belirtir. Delilik, bu bağlamda, bireyin ötekileştirildiği bir kategori olarak ortaya çıkar. Psikiyatrik tanılar, bu dönemde bilimsel bir nesnellik kisvesi altında, aslında toplumsal normların bir yansıması olarak işlev görmüştür. Foucault’nun analizi, tanının bireyi değil, toplumu merkeze aldığını ve bireysel farklılıkları patolojikleştirerek susturduğunu öne sürer. Bu yaklaşım, psikiyatrik tanının nesnel bir bilimsel kategori olmadığını, aksine tarihsel bir inşa olduğunu vurgular.


Akıl Hastalığının Mitik Doğası

Szasz, psikiyatrik tanıları daha radikal bir şekilde sorgular ve akıl hastalığını bir mit olarak tanımlar. Ona göre, akıl hastalığı kavramı, fiziksel hastalıkların biyolojik temellerine sahip değildir ve bu nedenle bilimsel bir kategori olarak geçerli değildir. Szasz, psikiyatrik tanıları, bireylerin toplumsal normlara uymayan davranışlarını patolojikleştiren bir araç olarak görür. Örneğin, bir kişinin depresyon ya da şizofreni tanısı alması, onun biyolojik bir rahatsızlıktan ziyade, toplumsal beklentilere uyum sağlayamamasından kaynaklanabilir. Szasz, bu tanıları, bireysel özgürlüğü kısıtlayan ve bireyi damgalayan bir sistem olarak eleştirir. Psikiyatriyi, bir bilim dalından çok, toplumsal kontrolün bir aracı olarak tanımlar. Bu görüş, psikiyatrik tanının nesnelliğini sorgularken, bireyin öznel deneyimlerini ve toplumsal bağlamı merkeze alır. Szasz’ın eleştirisi, psikiyatrik tanının bilimsel bir gerçeklikten ziyade, bir anlamlandırma biçimi olduğunu öne sürer.


Bilginin ve İktidarın Kesişimi

Foucault’nun yaklaşımı, psikiyatrik tanıları, bilgi ve iktidar ilişkilerinin bir ürünü olarak ele alır. Psikiyatri, ona göre, modern toplumlarda bireyleri sınıflandırmak ve yönetmek için kullanılan bir disiplin olarak ortaya çıkmıştır. Akıl hastaneleri, bireylerin davranışlarını gözetleyen ve normlara uygun hale getiren bir mekanizma olarak işlev görür. Foucault, bu süreçte psikiyatrik tanının, bireyi bir hasta olarak etiketleyerek onun özerkliğini elinden aldığını savunur. Bu tanılar, bireyin toplumsal alanda nasıl algılanacağını ve nasıl davranması gerektiğini belirleyen bir çerçeve sunar. Örneğin, bir bireyin “anormal” olarak etiketlenmesi, onun toplumsal haklardan dışlanmasına ve kontrol altına alınmasına yol açar. Foucault’nun bu analizi, psikiyatrik tanının yalnızca tıbbi bir araç olmadığını, aynı zamanda bireyleri disipline eden bir iktidar pratiği olduğunu gösterir. Bu bağlamda, tanılar, bilimsel nesnellikten çok, toplumsal normların bir yansıması olarak işlev görür.


Bireysel Özgürlüğün Eleştirisi

Szasz’ın eleştirisi, bireysel özgürlük ve özerklik üzerine odaklanır. Ona göre, psikiyatrik tanılar, bireyin kendi davranışlarını ve deneyimlerini tanımlama hakkını elinden alır. Bir bireyin “akıl hastası” olarak etiketlenmesi, onun toplumsal alanda bir özne olarak tanınma hakkını zayıflatır. Szasz, bu sürecin, bireyi bir hasta rolüne hapsederek onun özerkliğini yok ettiğini savunur. Örneğin, bir kişi psikiyatrik bir tanı aldığında, onun davranışları artık kendi iradesinin bir sonucu olarak değil, bir hastalığın belirtisi olarak yorumlanır. Bu durum, bireyin kendi yaşamı üzerindeki kontrolünü kaybetmesine neden olur. Szasz, psikiyatrik tanıları, bireylerin toplumsal normlara uyum sağlamasını zorlayan bir baskı aracı olarak görür. Bu eleştiri, psikiyatri pratiğinin etik boyutlarını sorgularken, bireyin kendi deneyimlerini tanımlama hakkını savunur.


Bilimsel Nesnelliğin Sınırları

Foucault ve Szasz, psikiyatrik tanının bilimsel nesnelliğini farklı açılardan sorgular. Foucault, tanının tarihsel olarak şekillendiğini ve bilimsel bir kategori olmaktan çok, toplumsal bir inşa olduğunu savunur. Ona göre, psikiyatri, bilimsel bir disiplin gibi görünse de, aslında toplumsal normları koruma görevini üstlenir. Szasz ise, akıl hastalığının biyolojik bir temele dayanmadığını ve bu nedenle bilimsel bir kategori olarak geçerli olmadığını öne sürer. Her iki düşünür de, psikiyatrik tanının nesnel bir gerçeklikten ziyade, belirli bir bağlamda anlam kazanan bir yorumlama biçimi olduğunu vurgular. Foucault’nun yaklaşımı, bu tanıları tarihsel ve toplumsal bir çerçevede ele alırken, Szasz daha çok bireysel özgürlük ve bilimsel geçerlilik üzerine odaklanır. Bu farklı yaklaşımlar, psikiyatrik tanının hem bilimsel hem de toplumsal boyutlarını sorgular.


Toplumsal Normların Rolü

Psikiyatrik tanılar, toplumsal normlarla yakından ilişkilidir. Foucault, bu normların, bireylerin hangi davranışlarının kabul edilebilir olduğunu belirlediğini ve delilik kavramının bu normlara göre şekillendiğini savunur. Örneğin, 18. yüzyılda ahlaki normlara uymayan bireyler, deli olarak etiketlenerek akıl hastanelerine kapatılmıştır. Bu süreç, toplumun istenmeyen bireyleri dışlama ve kontrol etme mekanizması olarak işlev görmüştür. Szasz ise, bu normların bireysel farklılıkları patolojikleştirerek bireyi damgaladığını belirtir. Ona göre, psikiyatrik tanılar, bireyin toplumsal normlara uyum sağlayıp sağlamadığına bağlı olarak verilir. Her iki düşünür de, tanının nesnel bir tıbbi kategori olmaktan çok, toplumsal bir yargı aracı olduğunu savunur. Bu eleştiriler, psikiyatrik tanının birey-toplum ilişkisini nasıl şekillendirdiğini ortaya koyar.


Etik ve Toplumsal Sonuçlar

Psikiyatrik tanılar, etik ve toplumsal sonuçlarıyla da ele alınmalıdır. Foucault, bu tanıların bireyleri ötekileştirerek toplumsal dışlanmaya yol açtığını belirtir. Akıl hastanesi, bireyin toplumdan izole edildiği ve disipline edildiği bir alan olarak işlev görür. Bu süreç, bireyin toplumsal haklarını ve özerkliğini kısıtlar. Szasz ise, bu tanıların bireyin kendi deneyimlerini tanımlama hakkını elinden aldığını ve onu bir hasta rolüne hapsettiğini savunur. Her iki yaklaşım da, psikiyatrik tanının birey üzerindeki etkilerini sorgular. Foucault, tanıyı toplumsal kontrolün bir aracı olarak görürken, Szasz bireysel özgürlüğün ihlali olarak değerlendirir. Bu farklı yaklaşımlar, psikiyatrik tanının etik boyutlarını ve birey-toplum ilişkisine etkilerini ortaya koyar.