Süperegonun Gölgesinde: Bireyin Arzuları, Toplumsal Baskı ve June Osborne’un İsyanı

Süperego ve Toplumsal Normların İçselleşmesi: Freud’un Kuramsal Çerçevesi

Sigmund Freud’un “süperego” kavramı, bireyin ahlaki ve toplumsal normları içselleştirerek kendi arzularını denetim altına almasını açıklar. Süperego, aile, din ve toplum gibi kurumlar aracılığıyla bireyin bilinçdışına yerleşir; birey, bu normlara uyarak “doğru” bir özne olmaya çalışır. Ancak bu süreç, bireyin id’den (temel arzular) gelen doğal dürtülerini bastırmasına neden olur. Kuramsal olarak, süperego bireyi topluma entegre ederken, aynı zamanda onun özgür doğasını kısıtlar. Din ve aile gibi kurumlar, bireyin cinsellik, öfke veya özgürlük gibi arzularını “günah” veya “ayıp” olarak etiketleyerek bastırır. Freud’a göre, bu bastırma, bireyin bilinçdışında bir gerilim yaratır ve nevrozlara, mutsuzluğa yol açabilir. Soru şudur: Süperego, bireyi ahlaki bir varlık yapmak için mi vardır, yoksa bireyin özgürlüğünü ve mutluluğunu feda eden bir baskı aracı mıdır?

Bastırmanın Bedeli

Psişik düzeyde, süperegonun birey üzerindeki etkisi, derin bir içsel çatışma doğurur. Din ve aile, bireyin arzularını bastırarak onu suçluluk, utanç ve korkuyla doldurur. Politik psikoloji açısından, bu kurumlar, bireyi kontrol etmek için birer disiplin mekanizmasıdır; süperego, bireyin kendi kendini denetlemesini sağlar. Örneğin, dini öğretiler, bireyi “ahlaksız” arzularından uzak tutmak için korkuyu (cehennem, günah) bir araç olarak kullanır; aile ise “iyi evlat” olma baskısıyla bireyin özgünlüğünü törpüler. Bu bastırma, bireyin mutsuzluğunu derinleştirir; çünkü arzular tamamen yok olmaz, yalnızca bilinçdışında birikir ve kaygı, depresyon veya bastırılmış öfke olarak geri döner. Distopik bir açıdan, süperego, bireyi kendi arzularına yabancılaştıran bir hapishanedir; birey, özgür bir özne olmaktan çıkarak toplumun itaatkâr bir kulu haline gelir.

The Handmaid’s Tale ve June Osborne’un Mücadelesi: Süperegonun Eleştirisi

The Handmaid’s Tale dizisindeki June Osborne’un totaliter bir dini rejim olan Gilead’a karşı mücadelesi, süperegonun birey üzerindeki baskısını çarpıcı bir şekilde eleştirir. Gilead, dini normları mutlak bir otoriteye dönüştürerek bireyin tüm arzularını bastırır; kadınlar, doğurganlıkları dışında bir kimlikten yoksun bırakılır. June’un süperegosu, Gilead’ın dayattığı “ahlaki” normları (itaat, sessizlik, kutsal görev) içselleştirmeye zorlanır; ancak onun id’i, özgürlük, aşk ve öfke gibi bastırılmış arzularla isyan eder. Politik açıdan, Gilead, süperegonun en aşırı halini temsil eder: Birey, dini ve toplumsal normlar adına kendi varlığını yok etmeye zorlanır. June’un mücadelesi, süperegonun bu baskısına bir başkaldırıdır; o, arzularını yeniden sahiplenerek insanlığını geri kazanır. Ancak bu süreç, ütopik bir özgürleşme vaat etse de, distopik bir gerçekle yüzleştirir: Süperegonun zincirleri kolayca kırılamaz; June, her isyanında hem fiziksel hem de zihinsel işkenceyle karşılaşır.

Arzuların Özgürleşmesi Mümkün mü?

Ahlaki açıdan, süperegonun bireyi topluma entegre etmesi, toplumsal düzeni koruma adına meşru görülebilir. Ancak bireyin arzularını bastırması, etik bir soru doğurur: Toplumun “ahlak” adına bireyin mutluluğunu feda etmeye hakkı var mıdır? June’un Gilead’a karşı mücadelesi, bu ahlaki ikilemi gözler önüne serer; o, süperegonun dayattığı sahte ahlakı reddederek kendi ahlaki özerkliğini inşa eder. Ütopik bir açıdan, June’un isyanı, bireyin arzularını özgürce yaşayabileceği bir dünya hayal eder; süperego, bireyi kısıtlamak yerine onun arzularını topluma zarar vermeden ifade etmesine olanak tanıyabilir. Ancak Gilead’ın distopik gerçekliği, bu ütopik vizyonun önündeki engelleri gösterir: Toplum, bireyin arzularını her zaman bir tehdit olarak görür ve onları bastırmaya çalışır. June’un özgürleşme çabası, bireyin süperegodan tamamen kurtulmasının mümkün olup olmadığını sorgulatır.

Süperego, Bireyin Düşmanı mı, Yoksa Koruyucusu mu?

Freud’un süperego kavramı ve June Osborne’un Gilead’a karşı mücadelesi, provokatif bir soruyu gündeme getirir: Süperego, bireyin düşmanı mıdır, yoksa koruyucusu mu? Din ve aile gibi kurumlar, bireyin arzularını bastırarak mutsuzluğa yol açıyorsa, süperego bir baskı aracı mıdır? June’un isyanı, süperegonun bireyi köleleştiren bir mekanizma olduğunu haykırır; o, arzularını bastırmak yerine onları kucaklayarak insanlığını geri kazanır. Ancak süperegonun tamamen reddedilmesi, bireyi kaosa ve toplumsal düzensizliğe sürükler mi? Eğer birey, arzularını özgürce yaşarsa, toplumun birliğini tehdit eder mi? Bu sorular, bizi rahatsız edici bir gerçekle yüzleştirir: Belki de süperego, bireyin hem hapishanesi hem de kalkanıdır; birey, bu ikilemde kendi özgürlüğünü ve mutluluğunu yeniden tanımlamak zorundadır. June’un mücadelesi, bu yeniden tanımlamanın ne kadar zor, ama bir o kadar da gerekli olduğunu gösterir.