Salman Rushdie ‘Nereye baksam utanacak bir şey var. Ama utanç da diğer şeyler gibi; insan onunla uzun süre yaşadığında mobilyalarından biriymiş gibi alışıyor’

utanç‘Ülke’lerinden biri olan Pakistan’da aforoz edilmesine yol açan Salman Rushdie’nin politik romanı Utanç, yayımlanışından yirmi iki yıl sonra 2005 tarihinde Türkçeye çevrildi.
Şiddetin kökleri olarak niteliyor Rüşdi utanmazlık ve utanç duyusunu ve davranışını. “Utançla utanmazlık arasında, etrafında döndüğümüz mihver uzanıyor; bu iki kutuptaki meteorolojik koşullar da aşırı uçlarda. Utanmazlık, utanç: şiddetin kökleri.”

Utanmazlık ve Utanç karakterleri
Bir ülkenin doğumu, parçalanışı ve deyim yerindeyse ölümü konu ediliyor Utanç’ta. Klasik edebiyatta alışılageldiği üzere aile öyküsüyle ülkenin yazgısıyla
birlikte yürüyor. (Bkz: Tanzimat ve sonrası Osmanlı-Türk romanı!) Şakil Ailesi ve babası meçhul, annesi üç kız kardeş olan Ömer Hayyam’ın hikâyesi olarak bakılabilir romana. Ömer Hayyam dolayısıyla Haydar ve Harappa ailelerini de eklediğinizde çember tamamlanır. Bu aileler arasında ‘temsili’ ve gerçek olarak baba-kız Butto’lar (Zülfikâr Ali ve Benazir), bizdeki 12 Eylül darbecileriyle ‘kardeş’ Ziya-ül Hak’ın da yer aldığını belirtmek gerekiyor.
Üç kız kardeşin ortak ve babasız çocuğu, yani piç!, üstelik on iki yaşında dış dünyayla ilk temasında analarının ortak ağzından ‘ne olursa olsun, neyle karşılaşırsan karşılaş, asla utanç duyma’ tembihini, eğitimini alan Ömer Hayyam romanın ana karakteri. Utanmazlık öğretisiyle biçimlenen bu erkek karakterin eşi olacak kadın Safiye Zeynep ise, başlıbaşına ‘utanç’ ürünü, utancın kendisi.
Sinemadan gelme anne Belkıs ve kendine ‘Zır Cesaret’ lakabını veren kudretli(?!) subay devlet başkanı bile olan Rıza Haydar’ın zihinsel ve bedensel özürlü kızı, ikisinin ayrı ayrı ve ortak, birlikte utançları Safiye Zeynep. Ama o, fziksel-zihinsel ‘özür’leriyle, çevredeki bütün utancın, iç ağrılarının, dahası akıl dışılığın sanki vücut bulmuş hâlidir. Alkolik, hedonist ve de obez, hipnozcu ama müthiş uzman, bilgili yetenekli doktor, ‘utanç’ sözünü benliğinden daha doğuştan silmiş Ömer Hayyam, belki de kendi bünyesindeki bütün özürlerin uzantısıyla ilk görüşte, çocuk yaştaki Safiye Zeynep’in ‘izdivacına talip’ olacaktır!
Bu kadarıyla yetinirsek, Utanç, basit bir ‘kader haritası’, anlatısı olarak kalır ve bu da hem romana, hem yazarına haksızlık olur.
Hikâye ve başlıca aktörleri orada duruyor ama, onların doğumuna eşlik eden başka olaylar da var yazar için. Örnek mi, o sıralar yaşadığı Londra’da, -kitabın yazıldığı sırada henüz otuzlu yaşlarının başında olduğunu da anımsayalım- Pakistanlı bir adam tek çocuğu olan kızını bıçakla doğrayıp öldürmüştür. Nedeni malûm, kız, beyaz bir oğlanla sevişmiş, kirlenen namus kanla temizlenmiştir. Her ne kadar kızın ‘sonuna kadar gitmediği’ anlaşılsa da aile çevresinde, radyo ve televizyonların babanın arkadaşlarıyla yaptığı röportajlarda, ‘temizlik’ eylemi, ‘haklı’ ve ‘doğal’ karşılanmaktadır. “Bir namus ve utanç diyetiyle büyüyen bizler, Tanrı’nın ve trajedinin ölümü sonrasında yaşayan halklara akıl almaz gelebilecek bir şeyi: adamların en sevdiklerini, gururlarının merhametsiz sunaklarında kurban edeceklerini havsalamıza sığdırabiliyoruz” diyor Rüşdi, kendisini de dahil ederek. Başka bir olayda çocuğunu öldürerek namusunu temizleme eylemini bir kadının üstlendiğini de anımsayarak kurban etme işinin erkeklerle sınırlı olmadığını da ekliyor.
Daha önce alıntıladığım utanç ve utanmazlığı şiddetin kökleri olarak tanımlayan önerme, Londra’da yaşanan sıcak ve gerçek olayın uzantısında geliyor. Safiye Zeynep karakterinin kaynağında işte o babası tarafından doğranan kız yatıyor.
Utanç’ı ve Safiye Zeynep’i yazdıran başka ‘sıcak gerçek’leri de anıyor Rüşdi: Yine Londra’da geç saatlerde metroda ‘yerli-beyaz’ ergen oğlanların saldırısına uğrayan ‘Asyalı’ genç kız… Ya da bir otoparkta yanarken bulunan delikanlı. Olay yeri incelemesinde hiçbir yanıcı madde izine rastlanmıyordu; delikanlı nasıl becerdiyse içten tutuşturmuş ve alev almıştır!

Kitch ve kimlik
Buradan baktığımızda her ne romandaki herkes ve her şey ‘kitch’e bulanmış olarak kaleme alınsa da, Utanç’ı yoğuran asıl etken, ‘kimlik’ sorunu; anayurdunun dışında yaşayanların kuşatıldığı ‘utanç’ çemberinin dışlamanın kaynaklarını deşme çabası olarak çıkıyor karşımıza.
Bunu yaparken bir yandan ‘dışarılıklı’ bir göz-bakış söz konusu. Betimlemede ve söylemdeki ‘kitch’i yaratan bu dışarıdan bakış; anlatı nesnesi olan kişilere, olaylara, mekanlara başka bir ‘zihin’le ve gözle bakma. Başkalığa ‘Batılı’ diyebiliriz. Ama anlatı nesnesinin kendi gözü ve dili de giriyor öte yandan. Bu ‘Doğu’. Anlatı nesnesinin getirip romana soktuğu temel öğeyi ‘zaman’ üzerinden izlemek mümkün. Asla çizgisel başı sonu olan- bir süreç yok. Rasyonellik dışarıdan bakış- irrasyonel ve ‘doğal’ olanın karşısında darmadağın oluyor.
Batı edebiyat çevrelerinin 1960’lardan itibaren yükselen bir ivmeyle Latin Amerika edebiyatı üzerinden tanıştığı ‘büyülü gerçeklik’ Britanya edebiyatına, eski sömürgelerden gelen vatanaşları aracılığıyla katılıyor. Salman Rüşdi, bu tarzın ilk ve en önemli isimlerinden biri. Utanç da, onun adını ülke çapında duyuran Geceyarısı Çocukları’nın uzantısındaki yine ilk ürünler arasında yer alıyor.
Dil, zaman algısı ve yaşantısı, anlatımı, nihayet Utanç’ı biçimlendirdiğini söylediğim kimlik sorunu çifte dünyalılık, çifte gerçeklik durumunun ürünleri olarak kendini gösteriyor. Romanda bu duruma da değiniyor Salman Rüşdi, bir ara anlatı olarak:
“İnsanlar doğdukları topraklardan koptuklarında onlara göçmen denir. Aynı şeyi ülkeler (Bangladeş) yaptığında buna ayrılma denir. Göçmen insanlarla ayrılan ülkelerin en iyi yanı nedir? Sanırım umutlu olmaları. Eski fotoğraflardaki göçmenlerin gözlerine bakın. Solan sepya tonları arasında umut hiç sönmeden parlar. Peki en kötü yanı nedir? İnsanın bavulunun boşluğu. Ben görünmez bavullardan söz ediyorum, anlamından arınmış üç beş yadigâr taşıyan gerçek, belki karton bavullardan değil; biz birden fazla ülkeden koptuk. Tarihten ayrılıp yükseldik. Bellekten. Zamandan.”

Evimiz neresi?
Yerçekimsizlik. Yakın zamana dek belli bir coğrafyaya, belli bir nüfusa özgü olan bu ‘göçmenlik’ olgusu, şimdi ‘küresel’ dünyanın ve zamanın, dolayısıyla, her yerin ve herkesin gerçeği. O nedenle de Utanç, sadece bir yerin ve durumun değil, hem buranın özellikle buraların, bizim-, hem de her yerin, her zamanın romanı.
Son not: Novalis, felsefeyi ‘sıla özlemi’ olarak adlandırır; dünyanın her yerinde insanın kendini evinde hissetme, eve dönüş çabası olarak. Utanç’ta da Ömer Hayyam evinden çıkar ve oraya döner. Tıpkı Homeros destanındaki gibi, tıpkı Don Kişot’ta ve onu izleyen bütün has romanlarda olduğu gibi…
Buralardan hâlâ çıkmadığına göre, kendisinin de hedeflerinden ve dolaylı aktörlerinden biri olduğu 2 Temmuz Kanlı Vodvili’ni de bir gün romanlaştırır belki de Rüşdi, kim bilir!
ZEKİ COŞKUN, 23/09/2005 tarihli Radikal Gazetesi Kitap Eki

“Salman Rushdie, Geceyarısı Çocukları?ndan hemen sonra kaleme aldı Utanç?ı. Bu iki görkemli roman daha şimdiden 20. yüzyıl klasikleri arasında sayılıyor. Çok sayıda dile çevrilen Utanç şimdi Türkçede. Hiç yabancılık çekmeyeceğiniz bir ülkede, tanıdık karakterler arasında, zevkle okuyacağınızı düşünüyoruz bu romanı.
?Politik roman? diyebiliriz Utanç için. İktidar çılgınlığına kapılmış politikacılar, olgunlaşmamış gördükleri toplumun vasiliğine kendilerini atayan hırslı, ?dinibütün? generaller, elbirliğiyle demokrasisi delik deşik edilmiş bir ülke… Müthiş bir ironi ve hüzünle anlatıyor Rushdie bu ülkeyi ? politik romanların sıklıkla başvurduğu basmakalıp çözümlere rağbet etmeyen, zengin karakterlerle dolu bir alegori yaratarak başarıyor bunu.
Biri Ziya-ül Hak?a, ikisi baba-kız Butto?lara ?hem benzeyen hem de benzemeyen? karakterlerin önemli roller üstlendiği bu olağanüstü roman, yine ?benzeyen ama tam da Pakistan denemeyecek? bir ülkenin tarihini, utanç duygusunun prizmasından anlatmaya girişiyor. Ayıbı, rezaleti, skandalları da içeren bir anlam zenginliği taşıyan bu utanç özellikle iki karakterde somutlanıyor: ?Utanmazlığın? kişileşmiş hali, şişko doktor Ömer Hayyam Şakil ile başka insanların hissetmedikleri bütün utancı kendinde toplayan karısı Safiye Zeynep… ”
Tanıtım Yazısı

Kitabın Künyesi
Salman Rushdie
Utanç
Özgün adı: Shame
Çeviri: Aslı Biçen
Metis Yayınvılık
Yayına Hazırlayan: Tuncay Birkan
Kapak Tasarımı: Emine Bora
Kitabın Baskıları:
İlk Basım: Eylül 2005

İÇİNDEKİLER
I Anavatandan Kaçışlar
1 Servis Asansörü
2 Ayakkabılardan Bir Gerdanlık
3 Eriyen Buzlar
II Düellocular
4 Paravanın Ardında
5 Yanlış Mucize
6 Şeref Meseleleri
III Utanç, Müjde ve Bakire
7 Kızarma
8 Güzel ve Çirkin
IV On Beşinci Yüzyılda
9 Büyük İskender
10 Peçeli Kadın
11 Asılmış Bir Adamın Monoloğu
12 İstikrar
V Hüküm Günü
Teşekkürler

Açılış bölümü, Servis Asansörü?nden, s. 13-16.
Havadan bakıldığında her şeyden ziyade kötü orantılı bir halteri andıran ücra sınır kasabası K’da bir zamanlar üç sevimli, sevgi dolu kız kardeş yaşardı. İsimleri… ama gerçek isimleri asla kullanılmazdı, tıpkı evdeki en iyi porselenler gibi; üçünün de yaşadığı o trajedi gecesinden sonra porselenler zamanla yeri unutulan bir dolaba kilitlenmiş, böylece Çarlık Rusyası’nda Gardner seramik fabrikası tarafından üretilen büyük bin parçalık takım, gerçekliğine neredeyse inanmaz oldukları bir aile efsanesine dönüşmüştü… lafı daha fazla uzatmadan üç kız kardeşin Şakil soyadını taşıdıklarını ve herkes tarafından (yaş sırasıyla) Çanni, Manni ve Banni diye bilindiklerini söylesem iyi olacak.
Günün birinde babaları öldü.
Öldüğünde on sekiz yıldır dul olan İhtiyar Bay Şakil’in yaşadığı kasabaya “cehennem çukuru” demek gibi bir huyu vardı. Son hezeyanı sırasında büyük bölümü anlaşılmayan dur durak bilmez bir monoloğa kaptırmıştı kendini, bu monoloğun bulanık akışı esnasında hizmetkârlar uzun müstehcen bölümler, yatağının etrafındaki havayı fokur fokur kaynatan küfürler ve lanetler seçer gibi olmuşlardı. Bu son söylevinde, ihtiyar münzevi, ömrü boyunca kasabasına duyduğu nefreti baştan almış, kâh pazarın etrafındaki alçak, boz renkli “kambur zumbur” binaları yok etmeleri için iblislere seslenmiş, kâh ölüme bulanmış sözleriyle Kışla Mahallesinin serin, kireç badanalı kibrini lanetlemişti. Halter biçimli kasabanın iki ucundaki kürelerdi bunlar: eski şehir ve Kışla, eski şehirde sömürgeleştirilmiş, yerli halk otururdu, Kışla’da yabancı sömürgeciler, Angrez, yani Britanyalı sahipler. İhtiyar Şakil iki dünyadan da tiksinirdi ve yıllar boyu, kuyu gibi ışıksız bir avluya bakan, yüksek, kaleye benzer, devasa malikânesine kapanmıştı. Ev açık bir meydanın kenarındaydı ve pazarla Kışla’ya eşit mesafedeydi. İhtiyar Bay Şakil ölüm döşeğinde, binanın dışarı bakan üç beş penceresinin birinden, Rönesans üslubunda yapılmış büyük otelin kubbesini görebiliyordu; katlanılmaz Kışla Mahallesi sokaklarından bir serap gibi yükseliyordu otel ve içinde altın tükürük hokkaları, pirinç düğmeli üniforma giymiş, kutu şapka takmış evcil örümcek maymunları, her gece muhteşem bitkilerin, sarı güllerin, beyaz manolyaların ve tavana uzanan yeşim rengi palmiyelerin enerjik başkaldırısı arasında kartonpiyerli balo salonunda çalan tam tekmil bir orkestrayı bulmak mümkündü ? kısacası Flashman’s Otel’in, daha o zamandan çatlamış olan büyük yaldızlı kubbesi, kısa olmaya yazgılı ihtişamının usandırıcı kibriyle parlıyordu; o kubbe altında üniformalı postallı Angrez subayları, beyaz kravatlı siviller ve aç bakışlı, saçları lüle lüle hanımlar her gece toplanır, bungalovlarından çıkıp dans etmeye ve renkli olma yanılsamasını paylaşmaya gelirlerdi ? halbuki aslında sadece beyazdılar, hatta amansız sıcağın, bulut altında gelişmiş soluk tenleri üzerindeki zararlı etkileri yüzünden ve tabii bir de karaciğerlerini hiçe sayarak güneşin öğle vakti ifratında kırmızı Burgonya şarabı içme alışkanlıkları yüzünden gri. İhtiyar adam emperyalistlerin altın otelden yayılan, umutsuzluğun neşesinden ağırlaşmış müziğini duydu ve rüyalar oteline yüksek, net bir sesle küfür etti.
“Kapatın şu pencereyi,” diye bağırdı, “yoksa bu gürültüyü dinleye dinleye öleceğim.” İhtiyar kadın hizmetkâr Haşmet Bibi pencereyi kapattığında birazcık rahatladı ve son enerjisini toplayarak, ölümcül hezeyan selinin istikametini değiştirdi.
“Yetişin,” diye ihtiyar adamın kızlarına seslenerek odadan fırlamıştı Haşmet Bibi, “babacığınız kendini şeytana teslim ediyor.” Dış dünyayı def eden Bay Şakil ölüm monoloğunun öfkesini kendine çevirmiş, ruhunun sonsuza kadar lanetlenmesini istiyordu. “Allah bilir sinirine ne dokundu,” dedi Haşmet esefle, “ama tuttuğu yol, yol değil.”
Dul adam çocuklarını Farsi sütannelerle, Hıristiyan ayahlarla ve çoğunlukla Müslümanlıktan gelen demirden bir ahlakla büyütmüştü, gerçi Çanni babasını asıl güneşin katılaştırdığını söylerdi. Üç kız, onun öldüğü güne kadar bu labirentvari malikâneden hiç çıkartılmamıştı; hemen hemen hiç eğitim görmeden haremlikte hapis tutulmuş, birbirlerini eğlendirmek için kendilerine has lisanlar icat etmiş, çıplak bir adamın nasıl göründüğü üzerine kafa yormuş, ergenliğe ulaşmadan önce tuhaf cinsel organlar hayal etmişlerdi, mesela erkeklerin göğsünde kendi memelerinin oturacağı oyuklar, “o zamanlar öyle cahildik ki,” diye hatırlatacaklardı yaşları ilerledikçe hayretle birbirlerine, “döllenmenin memelerden olduğuna inanabiliyorduk.” Bu uzun mahpusluk üç kız kardeş arasında asla tam olarak kopmayacak çok güçlü bir bağ oluşturmuştu. Kafesli bir pencerenin önünde durup büyük otelin yaldızlı kubbesine bakarak ve gizemli dans müziğinin nağmelerine göre salınarak geçirirlerdi akşamlarını… söylentiye bakılırsa ikindilerin tembel mayışıklığında birbirlerinin vücutlarını keşfederlerdi uyuşuk uyuşuk; geceleri de babalarının ölümünü hızlandırmak için büyüler yaparlardı. Ama kem dillerin söylemeyeceği yoktur, özellikle de erkeklerin soyan gözlerinden uzakta yaşayan güzel kadınlar hakkında. Kesinlikle doğru olan bir şey varsa o da, bebek rezaletinden çok önce, bekâretlerinin soyut tutkusuyla çocuk özlemi çeken üç kız kardeşin çocukları doğduktan sonra bile üçlüyü bozmamak, sonsuza kadar gençliklerindeki yakın bağı korumak için gizli bir anlaşma yapmış olmalarıydı: yani bebekleri paylaşmaya karar vermişlerdi. Bu akdin, yalıtılmış üçlünün birbirine kattıkları âdet kanlarıyla yazıldığı ve imzalandığı, sonra yakılıp kül edildiği ve sadece belleklerinin hücrelerinde saklandığı yolundaki menfur hikâyeyi kanıtlama ya da yalanlama imkânım yok.
Ama yirmi yıl boyunca tek bir çocukları olacaktı. Adı Ömer Hayyam olacaktı.
Bütün bunlar on dördüncü yüzyılda meydana geldi. Doğal olarak Hicri takvimi kullanıyorum: sanmayın ki böyle hikâyeler hep çok uzun zaman önce vuku bulmuş. Zaman süt gibi kolayca homojenleştirilemez; dünyanın o bölgesi, yakın zamana kadar, hâlâ binüçyüzlerdeydi.
Haşmet Bibi onlara babalarının son anlarını yaşadığını söylediğinde kardeşler en renkli kıyafetlerini giyip onu görmeye gittiler. Onu utancın boğucu parmakları arasında, zorba yeis çırpınmaları içinde, Tanrı’dan, kendisini sonsuza kadar cehennem çöllerinden birine, ayakaltı olmayan bir yere göndermesini talep ederken buldular. Sonra sesi kesildi ve en büyük kızı Çanni ona üç genç kadını ilgilendiren tek soruyu sordu hemen: “Baba, artık çok zengin olacağız, değil mi?”
“Orospular,” diye küfretti ölmekte olan adam, “buna pek güvenmeyin.”
(…)

Salman Rüşdi ‘nin Hayatı
Salman Rushdie, 19 Haziran 1947, Bombay, Hindistan) Hint asıllı Britanyalı yazar ve romancıdır.

Romanlarının çoğu Hindistan’ı konu alır. Anlatımı, mit ve fantaziyi gerçeklik ile iç içe geçiren bir tarzdır. Bunun yanında Günter Grass, Mikhail Bulgakov gibi isimlerden de etkilenmiştir. Booker ödülü yanında birçok ödül sahibidir.

Salman Rushdie, Urduca ve İngilizce konuşan Müslüman bir ailenin oğlu olarak 1947’de (bağımsızlıktan iki ay önce) Bombay’da doğdu. 1961’de lise eğitimi için İngiltere’ye gönderilen Rüşdi’nin ailesi, 1964’te diğer müslümanlarla birlikte zorunlu olarak Pakistan’a göç etti ve Karaçi’ye yerleşti.

Cambridge’de tarih eğitimi gören Rüşdi, fantastik bir bilimkurgu denemesi olan ilk romanı Grimus (1975) ile eleştirmenlerin dikkatini çektikten sonra, Geceyarısı Çocukları (Metis, 2000) romanıyla (1981 Booker, 1982 James Tait Black, 1993 Booker of Bookers ödülleri) dünya çapında ün kazandı. Hindistan tarihi ve politikasına eleştirel yaklaşımı nedeniyle Hindistan’da yasaklanan bu romanı, bu kez Pakistan’da aynı akıbete uğrayan Utanç (Metis, 2005) izledi. Nikaragua anılarını aktardığı The Jaguar Smile’ın (1987, Jaguar Gülüşü, Pencere, 1989) ardından yazdığı The Satanic Verses (1988, Şeytan Ayetleri) ile 1988 Whitbread ödülünü kazandıysa da Müslümanlığa hakaret ettiği gerekçesiyle kitap Hindistan ve Güney Afrika’da yasaklandıktan sonra Humeyni tarafından yazar hakkında ölüm fetvası verildi.

Başlıca eserleri
* Grimus (1975)
* Geceyarısı Çocukları (1981)
* Utanç (1983)
* Jaguar Gülüşü: Bir Nikaragua Yolculuğu (1987)
* Şeytan Ayetleri (1988)
* Harun ve Hikayeler Denizi (1990)
* Hayali Vatanlar: Makale ve eleştiriler, 1981-1991 (1992)
* Doğu, Batı (1994)
* Mağribinin Son İç Çekişi (1995)
* Ayakların Altındaki Toprak (1999)
* Öfke (2001)
* Soytarı Şalimar (2005)
Kaynak: http://tr.wikipedia.org/wiki/Salman_R%C3%BC%C5%9Fdi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir