ÜTOPYANIN MEKANİZMASI – E. M. Cioran

YOLUM hangi büyük şehre düşse, orada her gün ayaklanmaların, katliamların, aşağılık bir kasaplığın, bir dünya sonu kargaşasının başlamıyor olmasına hayran olurum. Bu kadar kısıtlı bir alanda nasıl oluyordur da onca insan birbirini yok etmeden, birbirinden ölesiye nefret etmeden bir arada yaşayabiliyordur. Aslında birbirlerinden nefret etmekte, ama nefretlerinin hakkını verememektedirler. Bu vasattık, bu güçsüzlük toplumu kurtarır, sürmesini ve istikrarını teminat altına alır. Zaman zaman, içgüdülerimizin sebeplendiği bazı sarsıntı dönemleri olur; sonra, hiçbir şey olmamış gibi birbirimizin gözünün içine bakmaya ve fazla görünür biçimde birbirimizi hırpalamadan bir arada yaşamaya devam ederiz. Her şey tekrar düzene girer; son tahlilde, düzene ara vermiş olan kaos kadar amansız yırtıcılığın sükûnetine dönülür.

Ama toplum bu haldeyken, bazılarının büsbütün başka bir toplum tasarlamak için çabalayıp durmalarına daha da çok hayranlık duyuyorum. Bunca safdillik, ya da bunca çılgınlık nereden gelebilir? Bu soru alabildiğine normal ve sıradansa da, buna karşılık, beni bunu sormaya yönelten merakın marazı olma mazereti varılır.

Yeni badireler arayışındayken ve bunu bulmaktan ümidi kesmeye başladığım bir anda, ütopik edebiyat üzerine atılma, “şaheserleri”ne başvurma, bundan etkilenme ve gırtlağıma kadar buna gömülme fikri geldi aklıma. Büyük bir tatmin duygusuyla, orada tövbe arzumu ve nefsimi köreltme iştahımı bastıracak şeyler buldum. Daha iyi bir gelecek, “ideal” bir toplum düşlerinin sayımını yapmakla birkaç ay geçirmek, okunmaz şeyleri tüketmek ne büyük talihti! Hemen belirteyim ki bu usandırıcı edebiyat ders yönünden zengindir ve onunla düşüp kalkmakla da tam anlamıyla zaman kaybedilmiş olmaz. Öncelikle, olayların doğuşunda mutluluğun değil de mutluluk fikrinin, tarihle birlikte demir çağının6 yaygınlaşmasına rağmen niye her devrin altın çağ üzerine saçmalamaya giriştiğini açıklayan fikrin oynadığı rol (bereketli ya da uğursuz, nasıl istenirse) ayırt edilir. Hele bu saçmalıklara bir son verilsin: Tam bir durgunluk gelirdi bunun ardından. Ancak imkânsızın büyüsüyle harekete geçeriz: Bir ütopya doğurup kendini buna hasredemeyen bir toplum, köhneleşme ve yıkım tehdidiyle karşı karşıyadır adeta. Hiçbir şeyden büyülenmeyen bilgelik, verili, mevcut mutluluğu tavsiye eder; insan bunu reddeder ve bir tek bu reddediş bile onu tarihsel bir hayvana, yani bir hayal edilmiş mutluluk meraklısına çevirir.

“Yakında her şeyin sonu gelecek; ve yeni bir gökyüzü ve yeni bir yeryüzü olacak,” diye okuruz Kıyamette. Gökyüzünü kaldırın, sadece “yeni yeryüzü”nü muhafaza edin; ütopik sistemlerin sırrına ve formülüne sahip olursunuz. Daha fazla sarahat için belki de “yeryüzü”nün yerine “site”yi koymak gerekirdi, ama sadece bir ayrıntıdır bu; yeni bir geliş perspektifidir önemli olan, temel bir beklentinin ateşidir; içinden, nasipsizler için onca değerli olan o sistemlerin çıktığı küçülmüş zuhurdur bu. Sefalet ütopyacının gerçekten büyük yardımcısıdır, üzerinde çalıştığı maddedir, düşüncelerini beslediği cevherdir, saplantılarının koruyucusudur. Onsuz münhal olurdu; fakat sefalet ütopyacıyı, zengin olup olmamasına bağlı bir biçimde meşgul eder, çeker ya da rahatsız eder; öte yandan, şimdisinden kaçış imkânı üzerine bitmek bilmeyen bir meditasyon olan sefalet ütopyacısız da yapamaz; o teorisyene, o gelecek hayranına ihtiyacı vardır; başka bir yeryüzü takıntısına saplanmadan üzüntüsüne pek tahammül edemez. Bundan şüphe mi ediyorsunuz? Fukaralığı tatmamış olmanızdandır bu. Buna ulaşırsanız, mahrumiyet çektiğiniz ölçüde, zamanınızı ve enerjinizi her şeyde reform yapmaya, düşünmeye, yani boşuboşuna harcadığınızı göreceksiniz. İnsanın yarattığı şeyler olan kurumları kastetmiyorum sadece; elbette ki bunları toptan ve kesin olarak mahkûm edeceksiniz, ama nesneleri, ne kadar anlamsızı olursa olsun nesneleri kastediyorum. Onları oldukları halleriyle kabul edemediğinizden, yasalarınızı ve kaprislerinizi onlara dayatmak, onlar hilafına bir yasa koyucu ya da tiran çalışması yapmak isterdiniz; unsurların yaşamına müdahale etmek ve şeklü şemailiyle yapısını değiştirmek isterdiniz. Hava mı rahatsız etti sizi: Değişsin o zaman! Taş da öyle. Bitki de, insan da. Varlığın dayanaklarının ötesine, kaosun temellerine kadar inmek; onu ele geçirmek ve orada yerleşmek için! Cepte bir metelik bile kalmadığında huzursuz olunur, zırvalanır, her şeye sahip olmak düşlenir ve taşkınlık sürdüğü müddetçe gerçekten de her şeye sahip olunur, kendiyle Tanrı denk tutulur ama kimse bunun farkına varmaz, Tanrı bile, kişinin kendisi bile. Fukaranın sayıklaması olay doğurur, tarih kaynağıdır: Başka bir dünyayı hemen şu dünyada isteyen bir ateşliler kalabalığı. Ütopyaların ilhamını onlar verir, ütopyalar onlar için yazılır. Ama hatırlatalım ki, ütopya, yokistan anlamına gelir.

Peki kötülüğün akla bile gelmediği, çalışmanın kutsandığı ve hiç kimsenin ölümden çekinmediği o siteler nereden çıkacaktır? Mükemmel bir dünya, mamul bir dünya gösterisinin zorunlu olarak sunduğu geometrik idillerden, kurala bağlanmış vecdlerden, iç kaldıran binlerce harikadan oluşmuş bir mutluluğa katlanılır orada. Campanella, “damla hastalığı, ishal, nezle, siyatik, su toplama, gaz”dan masun olan Solarien’leri, Güneş Ülkesinde yaşayanları gülünç bir titizlikle tasvir eder. neş Ülkesinde her şey gani ganidir, “çünkü herkes yaptığıyla dikkat çekmeye önem verir. Her şeye başkanlık eden şefe Kral denir… Gruplar halinde bölünmüş olan kadınlar ve erkekler, kralları’nın emirlerine hiç karşı gelmeden ve bizim gibi yorulduklarını hiç göstermeden işlerine bakarlar. Şeflerini babaları ya da ağabeyleri gibi görürler”. Bu türün diğer eserlerinde, özellikle de edebi ya da değil tüm eserler için onca elzem olan o bir tutam acıdan tümüyle yoksun bir Cabet’nin, bir Fourier’nin ya da bir Morris’in eserlerinde aynı zırvalar bulunacaktır.

Hakiki bir ütopya tasarlamak, inanarak bir ideal toplum tablosunun genel çizgilerini çıkarmak… bunun için muayyen bir dozda saflık, hatta fazla bariz olduğu takdirde sonunda okurun tepesini attıracak bir zevzeklik gerekir. Sadece sahte olan ütopyalar okunmaya layıktır; oyun ya da eğlence olsun diye, veya insandan kaçmak için yazılmış olanlar; yanılgıdan kurtulan insanın kutsal kitabı, kuruntulara dayanmayan hayallerin en özlüsü ve ümitsiz bir ütopya olan Guliverin Seyahatlerini müjdeleyenler ya da zikredenler. Swift, kinayeleriyle bir türü hiçleşme noktasına getiresiye zevzeklikten kurtarmıştır.

Bir ütopya hazırlamak, bir kıyamet hazırlamaktan daha mı kolaydır? Her birinin kendi ilkeleri ve kendi basmakalıpları vardır. Harcıâlemliğiyle derin içgüdülerimize daha iyi uyum sağlayan ilki, ikincisinin erişemediği bollukta bir edebiyatı doğurmuştur. Kozmik bir felâkete bel bağlamak ya da bunun ilan edildiği dili ve tarzı sevmek herkesin elinde olan bir iş değildir. Ama bu fikri benimseyen ve buna alkış tutan kişi, zaafının taşkınlığıyla, Patmos’ta7 başarı kazanabilecek hüner ve klişeleri okuyacaktır İnciller’de: “… gökyüzü kararacak, ay ışık vermeyecek, yıldızlar düşecektir…, yeryüzündeki bütün kabileler ağlayıp sızlanacaktır…, bütün bu şeyler olmadan da bu nesil geçmeyecektir.” Bu işitilmedik, büyük bir olay sezgisi, bu temel bekleyiş yanılsamaya dönüşebilir ve bu da yeryüzünde veya başka yerde bir cennetin ümidi olacaktır; endişeye dönüşürse de, ideal bir Beter, haz alınarak çekinilen büyük bir felâketin hayali olacaktır.

“ … ve milletleri vurmak için ağzından keskin bir yatağan çıkar.” Muteber dehşetler, usullerdir bunlar kuşkusuz, eninde sonunda gayri şahsî bir mutluluğun sizi soluksuz bıraktığı, “evrensel uyum”un sıkıştırıp ezdiği ada ve site tasvirlerinden daha tercihe şâyan bir çöküş gösterisi olan o harikulade zırvalardan yana tercihini yaptığı andan itibaren, Aziz Yuhanna da düşmüştür bunun içine. Ütopyanın düşlediklerinin çoğu gerçekleşmiştir, ama onun tasarladığından bütünüyle farklı bir anlayışta olmuştur bu; ütopya için mükemmeliyet olan şey bizim için kusurdur; onun kuruntuları bizim belalarımızdır. Lirik bir tonda hayallediği toplum tipi, kullanıcısı olan bizlere hoşgörülmez görünür. İkaros’a Yolculuk’tan alınma olan aşağıdaki parçaya bakarak hükme varılsın: “İki bin beş yüz genç kadın (modacılar) bir atölyede kimi oturur durumda, kimi ayakta çalışır; hemen hepsi hoştur… Her işçi kadının aynı şeyi yapmaktan gelen alışkanlığı, çalışmanın hızını iki misline çıkarır ve buna mükemmeliyet katar. Her sabah, güzel yaratıcılarının ellerinde, en zarifinden binlerce duvak doğar…” Buna benzer zırvalar ya gerizekâlılığa ya da zevksizliğe bağlıdır. Oysaki Cabet maddi açıdan doğru görmüştür; sadece özde yanılmıştır o. Olmak ile üretmek arasındaki mesafe hakkında hiç bilgisi olmadığından (ancak yaptıklarımızın dışında, fiiliyatımızın ötesinde, kelimenin tam anlamıyla var oluruz), ister zanaat olsun ister sanayi ya da başka bir şey, her çalışma biçimine bağlı olan mukadderatı ortaya çıkaramıyordu. Ütopik anlatılarda en çok çarpıcı olan şey, psikolojik koku alma ve önsezi noksanlığıdır. Şahsiyetler robot gibidir, kurgu ürünü ya da simgelerdir: Hiçbiri sahici değildir; işaret noktası olmayan bir evrenin ortasında yolunu yitirmiş bir fikir, bir hayalet konumunu hiçbiri aşamaz. Orada çocuklar bile tanınmaz hale gelirler. Fourier’nin “katılımcı devlet”inde o kadar saftırlar ki, çalmanın, “ağaçtan bir elma koparmanın” cazibesinden bile habersizdirler. Ama çalmayan bir çocuk çocuk değildir. Bir kuklalar toplumu yaratmanın ne hayrı vardır? Falanster tasvirini, en işe yarar kusturuculardan biri olarak tavsiye ediyorum.

Bir La Rochefoucauld’nun karşı ucunda yer alan ütopya mucidi, içimizde sadece çıkar gütmemeyi, fedakârlık isteğini, kendini unutmayı gören bir ahlâkçıdır. Kansız, mükemmel ve bomboş, günahtan ve zaaftan mahrum, ne cüssesi ne sınırı belli olduğundan; varlığa, kendinden yüzü kızarmaya, utançlarını ve çilelerini çeşitlendirme sanatına hiç vâkıf olmadığından; hemcinslerimizin çökmesinin bize verdiği zevki, tepetaklak yuvarlanmalarını nasıl bir sabırsızlıkla bekleyip izlediğimizi pek tasavvur etmez, Bu sabırsızlık ve bu zevk, nitelik merakı vesilesiyle ortaya çıkabilir ve hiçbir şeytanî yön barındırmayabilir. Bir varlık yükseldikçe, gelişip büyüyerek ilerledikçe kim olduğu bilinmez; zira yükselişi onu kendinden uzaklaştırdığından gerçeklik noksanlığı çeker, var olmaz. Benzer biçimde, ancak düşmeye başladığımız andan itibaren, insanî çıkarlar düzeyinde herhangi bir başarının imkânsız olduğunun ortaya çıkmasıyla birlikte kendimizi tanırız: Kişinin kendi varlığını tekrar eline alarak evrensel uyuşukluktan koptuğu basiretli yenilgi. Kendinin ya da başkasının düşmüşlüğünü daha iyi kavramak için kötülükten geçmek, gerekirse de ona dalmak gerekir: Devlet ilkesi ya da hikmet-i hükümet nedeniyle kötülüğün dışlandığı şu siteler ve şu adalarda nasıl başarılabilir bu? Oralarda karanlık yasaktır; sadece ışık kabul görür. Hiçbir ikicilik izi yoktur: Ütopya, özü gereği Maniheizm karşıtıdır. Anormalliği, biçimsizliği, düzensizliği çekemez; homojenin, tipin, yinelemenin ve Ortodoksluğun sağlamlaştırılmasına yönelir. Ama yaşam kopmadır, sapmadır, maddenin kurallarına aykırılıktır. İnsan da yaşam nazarında ikinci dereceden bir sapmadır; bireyselin, kaprisin zaferidir; uykuda canavarlar tutan olan toplumun doğru yola getirmeyi hedeflediği bölücü hayvandır, saçma sapan hayalettir. Tamı tamına sapmış, uyandırılmış canavar olan o cisimleşmiş yalnızlıktır, evrensel düzene aykırılıktır; bir istisna olmakla kendini eğler, külfetli imtiyazları içinde tecrit olur ve “hemcinslerimden fazla kazandığını süre olarak öder: Ne kadar göze batarsa o kadar tehlikeli ve kırılgan olacaktır, zira uzun ömrüyle ötekilerin huzurunu bozar ve sitenin ortasında kendine bir istenmezlik statüsü yaratır.

“İnsan türünün gelecekteki hali üzerine umutlarımız şu üç önemli noktaya indirgenebilir: uluslar arasında eşitsizliğin yok edilmesi, aynı halkın içinde eşitliğin ilerlemeleri ve nihayet insanın mükemmelleştirilmesi” (Condorcet).

Gerçek sitelerin tasvirine bağlı kalan, her yerde ve her zaman umutlarımızın yerine gelmesinden ziyade yıkılmasını tespit eden tarih, bu öngörülerin hiçbirini onaylamamıştır. Tacitus’lar nezdinde hiçbir ideal Roma yoktur.

Ütopya, akıldışını ve onarılmazlığı ortadan kaldırarak, tarihin son kertesi ve özü olan trajediye de karşı çıkar. Mükemmel bir toplumda her tür karşıtlık biterdi; orada iradeler engellenir, teskin edilir ya da mucizevî bir biçimde aynı yöne dönük kılınırdı. Orada, tesadüf ya da çelişki işe karıştırılmadan, sadece birlik hüküm sürerdi. Ütopya, çocuksu bir akılcılıkla dinden bağımsızlaşmış bir meleklik karışımıdır.

Kötülük içinde boğulmuşuzdur. Bütün fiiliyatımız fena olduğundan değildir bu; ama iyi fiiller işlediğimizde, içimizden gelen hareketlere karşı koymuş olmanın acısını çekeriz: Fazilet pratiği bir tövbe alıştırmasından, çileye girmenin öğrenilmesinden ibarettir. Gözden düşmüş meleklikten yaratıcılığa soyunan, Yaratılış’ta görev alan Şeytan Tanrı’nın karşısına dikilir ve şu dünyada ondan daha rahat, hatta daha güçlü görünür; bir gaspçı olmadığı gibi efendimizdir de, evren insandan ibaret olsa Çok Yüksek’e baskın çıkabilecek meşru bir hükümrandır. Dolayısıyla kime bağlı olduğumuzu kabul etme cesaretini gösterelim.

Büyük dinler bu konuda yanılmamışlardır: Mâra’nın Buda’ya, Ehrimen’in Zerdüşt’e, İblis’in İsa’ya sundukları şey yeryüzüdür ve yeryüzünde üstünlüktür; bunlar da hakikaten şu dünya Prensi’nin gücü altındaki gerçekliklerdir. Yeni bir egemenlik, genelleşmiş bir ütopya ya da bir dünya hükümdarlığı kurmayı istemek onun oyununa gelmektir, girişimiyle işbirliği yapmak ve bunu tamamına erdirmektir; zira onun da en büyük dileği, bizim onunla düşüp kalkmamız ve bu temas içinde nurdan, eski mutluluğumuzun özleminden yüz çevirmemizdir.

Aziz Yuhanna Hrisostomos’a göre İsa’nın can çekiştiği anda, beş bin yıldır kapalı olan cennet tekrar açılmıştır; hergele de peşinde Âdem’le ve “insanlığın kurtuluş saati”ni bekleyerek cehennemde sürünen sınırlı sayıda makbul kimseyle nihayet vatanına kavuşabilmişim.

Kapının yeniden sürgülendiğine ve daha uzun süre de öyle kalacağına inanmak için bütün nedenler mevcuttur. Kimse bu girişi zorlayamaz: Bundan yararlanan birkaç imtiyazlı, yeryüzünde harikalar yarattığını gözlemledikleri bir sistemle içeride barikat kurmuşlardır muhtemelen. Bu cennet sahici gibidir: Çöküntülerimizin en derininde onu hayalleriz, onun içinde erimek isteriz. Ani bir itkiyle ona yönelir ve dalarız: Ezelden beri yitirdiğimiz şeyi bir anda tekrar kazanmak ve doğmuş olmamızdaki hatayı onarmak mıdır istediğimiz? Cennetin, hangi ân olursa olsun zamanın hiçbir ânıyla çakışa-maması, özlemin metafizik anlamını en iyi açığa vuran şeydir; çok gerilerde kalmış, anılardan silinmiş, yüzyıllara kulak asmayan ve sanki oluş öncesi bir geçmişte arar tesellisini.

Çektiği dert -başlardaki bir kopmanın sonucu- altın çağı geleceğe yansıtmasına engel olur; onun tasarladığı doğal olarak eskisidir, ilkidir; zevkten bayılmaktan ziyade düpedüz bayılmak için, bilincin yükünü üzerinden atmak için özler bunu. Zamanın kaynağına dönmesi, pişmanlıklarının konusu olan hakikî cenneti orada bulmak içindir. Bunun tam zıddında, şu dünyada cennet fikrini doğuran özlem, tam olarak da pişmanlık boyutundan mahrum olacaktır: Altüst edilmiş, sahteleştirilmiş ve bozulmuş nostalji; geleceğe yöneltilmiş, “ilerleme” tarafından bulanıklaştırılmış, kökendeki cennetin zamansal karşılığı olan, yüzü buruşuk başkalaşım. Bulaşıcılık mı? Otomatiklik mi? Bu başkalaşım sonunda her birimizin içine işlemiştir. Gönül rızasıyla veya zorla, gelecek üzerine bahse gireriz, onu her derde deva bir hale getiririz ve onu bizzat zamanın içinde büsbütün başka bir zamanın ortaya çıkışıyla bir tutarak, bitmez tükenmez ve hâlbuki bitmiş bir süre gibi, zamandışı bir tarih gibi görürüz. Daha ifadesinde çelişik bir şeydir bu; yeni bir egemenlik… oluşun bağrında çözülmezliğin zaferi ümidinden ayrılmaz. Daha iyi bir dünyaya dair düşlerimiz teorik bir imkânsızlık üzerine kurulurlar. Onları haklı çıkarmak için sağlam paradokslara başvurmanın gerekmesinde şaşırtıcı ne vardır?

Hıristiyanlık ruhları tatmin ettiği müddetçe ütopya onları baştan çıkaramazdı; hayal kırıklığına uğratmaya başladığından beri, onları fethetmeye ve oraya yerleşmeye uğraştı. Daha Rönesans’ta buna çalışıyordu, ama ancak iki yüzyıl sonra, “aydınlanmış” bâtıl inançların hüküm sürdüğü bir dönemde başardı bunu. Böylelikle, tesadüfe yer olmayan, en ufak fantezinin bir sapkınlık ya da bir tahrik gibi belirdiği, bozulmaz bir mutluluğun, yönetilen bir cennetin hayali olan Gelecek doğdu. Bunun tasvirini yapmak, tahayyül edilemeyenin ayrıntılarına girmek olurdu. İdeal bir sitenin fikri bile akıl için bir ıstıraptır, yüreği onurlandıran ve zihni eleyen bir girişimdir. (Bir Platon nasıl buna gönül indirebilmiştir? Az kalsın unutacaktım, modern yanılsamaların kurucusu Thomas Morus’un tekrar ele aldığı ve vahimleştirdiği tüm bu saçmalıkların, hareketlenmelerin atası odur.) Fiiliyatımızın dehşet verici bir etiketle kataloglandığı ve düzenlendiği, edepsizliğe varan bir hayırseverlikle bizzat artdüşüncelerimizin üzerine eğilinen bir toplum tasarlamak, cehennemin uçurumlarını altın çağa aktarmak ya da iblisin yardımıyla bir insanseverlik yarışması düzenlemektir. Güneş Ülkesi’nde, Ütopya’da, Harmonia’da yaşayanlar -korkunç isimleri, onları idealleştirdiğimize göre bizim de başımıza gelecek olan kâbusa, bahtlarına benzer.

Çalışmanın avantajlarını ısrarla öve öve, ütopyalar Tekvine ters düşmek zorundaydılar. Bilhassa bu noktada, zahmete batmış bir insanlığın ifadesidirler, düşüşün sonuçlarıyla -ki en önemlisi randıman saplantısıdır- gönül eğlendirmekten gurur duyarlar. “Alınteri”ni yücelten, onu bir soyluluk işareti haline getiren, sevinçten uçarak koşuşturan ve zahmet çeken bir soyun işaretleri; iş tutmayı ya da herhangi bir alanda ön plana çıkmayı reddeden sevgili kulun biz cehennemliklere dehşet vermesi bundandır. Onun başına kaktığımız reddedişe, yalnızca çok eski bir mutluluğun anısını muhafaza eden kişi kalkışabilir. Hemcinslerinin ortasında yurtsuzlaşmıştır, onlar gibidir ama yine de onlarla duygu birliğine girememektedir; hangi taraftan bakarsa baksın, kendini buralı hissetmemektedir; ayırt ettiği her şey ona kapkaççılık gibi görünür: Bir ismi olması bile… Girişimleri başarısızlığa uğrar, inanmadan atılır onlara: Sarih bir başka dünya imgesinin ona yüz çevirttiği benzeştirimlerdir. Artık onu düşünmesin ve acısını çekmesin diye insanın ayağı cennetten bir kaydırıldı mı, bunun telafisi olarak isteme melekesini, fiile yönelme, coşkuyla ve canlılıkla kendini mahvetme melekesini elde eder. Ama irade yitimine uğramış kişi, kayıtsızlığıyla, tabiatüstü çöküntüsüyle hangi etkiyi yaratsın? Hangi konuya versin kendini? Onu yokluğundan çıkmaya hiçbir şey teşvik etmez. Bununla birlikte ortak lanetin elinden o da bütünüyle kurtulamaz: Bir pişmanlığın içinde kendini tüketir ve bizim tüm marifetlerimizde harcadığımızdan daha fazla enerji harcar buna.

İsa, “Tanrı’nın krallığı”nın “burada” ya da “şurada” değil içimizde olduğunun güvencesini verirken, “krallığı” zorunlu olarak dışta gören, onun derin benliğimizle ya da bireysel selametimizle bağını hiç kurmayan ütopya inşalarını peşinen kınıyordu. Bunlar bizi öylesine derinden etkilemişlerdir ki, kurtuluşumuzu dışarıdan, şeylerin akışından ya da toplulukların ilerlemesinden bekleriz. Yeni hiçbir şey eklemeden ilerleme modasının yerini almış olan Tarihin Anlamı böyle belirecektir. Bununla birlikte, bir kavramı değilse de onun suiistimale uğramış sözlü tercümelerinden birini ıskartaya çıkarmak gerekmiştir. İdeolojik konularda, eşanlamlıların yardımı olmadan kendimizi kolay kolay yenileyemeyiz.

Büründüğü biçimler ne kadar çeşitli olursa olsun, mükemmelleştirilebilirlik fikri huylarımıza nüfuz etmiştir: Onu söz konusu eden kişi bile kabullenir bunu. Tarihin, fazlası olmadan, belirlenmiş bir yönden, bir amaçtan bağımsız cereyan etmesine kimse razı olmak istemez. “Bir amacı var, ona koşuyor, potansiyel olarak ulaştı ona,” diye ilan eder arzularımız ve öğretilerimiz. Bir fikir doğrudan vaatlerle ne kadar yüklü olursa, zafer kazanma şansı da o kadar olacaktır. “Tanrı’nın krallığı”nı içlerinde bulmayı beceremeyen ya da daha ziyade bunu aramak istemeyecek kadar uyanık olan Hıristiyanlar, oluşa yerleştirmişlerdir onu: Bir öğretiyi, başarısını temin etmek amacıyla bozmuşlardır. Kaldı ki bizzat İsa da muğlaklığı ayakta tutmuştur; bir yandan Farisiler’in imalarına cevap verirken, zamanın dışındaki bir içsel krallığı öğütler; öte yandan müritlerine, selamet yakın olduğundan, onların ve “halihazırdaki neslin” her şeyin bitimine şahit olacaklarını anlatır. İnsanların bir doğru için çekmeyi kabul etmedikleri azabı boş düşler için kabul ettiklerini anlamış olduğundan, zayıflıklarıyla uyuşmuştur. Başka türlü hareket etmiş olsa, eserinin de itibarını düşürmüş olurdu. Ama onda taviz veya taktik olan şey, ütopyacılarda öngerçek veya tutkudur.

İnsanlar birbirlerine daha iyi ıstırap çektirmek için, birleşmeleri, toplum halinde örgütlenmeleri gerektiğini anladıkları gün büyük bir adım atılmış oldu. Ütopyalara bakılırsa bunu ancak yanın yamalak başarmışlardır; dolayısıyla onlara bu işte yardımcı olmayı, tam bir mutluluğun icrasına yaraşır çerçeveyi sunmayı teklif ederler; bunun karşılığında özgürlüklerinden feragat etmelerini, ya da muhafaza ederlerse onu sadece birbirlerine yarışırcasına verdikleri ıstıraplar ortasında sevinçlerini haykırmada kullanmalarını talep ederler. İnsanlara gösterdikleri cehennemi ilginin bu anlama geldiği görülmektedir. Bu koşullarda, tersine bir ütopya nasıl tasarlanmaz? Hangisi olursa olsun bütün toplumsal düzenlerin varlığına bağlı ufacık iyilikle kocaman kötülüğün tasfiyesi. Tasarı iştah kabartıcıdır, dayanılmaz bir çekiciliktedir. Böylesine büyük bir anormallik külliyatına hangi yöntemle bir son verilebilir? Bunun için, simyacıların aradığı evrensel çözücüyle kıyaslanabilir bir şey gerekirdi; metaller yerine kurumlar üzerindeki etkisi takdir edilirdi o zaman. Bunun formülü aranadursun, şöyle bir belirtelim ki simyayla ütopya olumlu veçhelerinde birleşirler: Heterojen alanlarda, aynı olmasa da benzer bir dönüşümün peşine düşmüşlerdir; biri tabiattaki indirgenemezlikten çıkarır öfkesini, ötekiyse tarihteki indirgenemezlikten. Yaşam iksiri ve ideal site de aynı ruh zaafından veya aynı ümitten doğar.

Nasıl bir ulusun diğerlerinden ayırt edilmek için, aşağılamak ve ezmek ya da sadece eşsiz bir fizyonomi sahibi olmak için kendisine rehberlik eden ve gerçek kapasitesiyle ortak ölçüsü bulunmayan hedefler öneren ipesapa gelmez bir fikre ihtiyacı varsa, bir toplum da ancak ona kendi olduğu şeyle kıyaslanamayacak idealler önerildiği ya da dayatıldığı ölçüde kendini vurgular. Toplulukların yaşamında ütopya, halkların yaşamında misyon fikrine tahsis edilen işlevi doldurur. Mesihçi ya da ütopyacı hayaller olan ideolojiler bunun bir yan ürünüdür ve kaba ifadesi gibidir.

Bir ideoloji kendi başına ne iyi ne kötüdür. Hangi anda benimsendiğine bağlıdır her şey. Mesela komünizm, muktedir bir halka uyarıcı etkisi yapar, onu ileri iter ve yayılmasını kolaylaştırır; sallantıda bir ulusa etkisi daha az hayırlı olabilir. Ne doğru ne yanlış olduğundan süreçleri hızlandırır; Rusya da halihazırdaki gücünü ondan ötürü değil, onun üzerinden elde etmiştir. Avrupa’nın kalan kısmına yerleştiğinde de aynı rolü oynayacak mıdır? Bir yenilenme ilkesi mi olacaktır orada? Bunu ümit etmek isteriz; her halükârda bu sorunun, tarihsel dizgedeki benzerliklerden esinlenen dolaylı ve keyfi bir cevabı vardır. Hıristiyanlığın başlangıcındaki etkilerini bir düşünelim: Antik topluma öldürücü bir darbe vurmuş, onu felç etmiş ve işini bitirmiştir; buna karşılık, onunla temas içinde içgüdüleri azan Barbarlar’a bir lütuf olmuştur. Tiridi çıkmış bir dünyayı diriltememesi bir yana, sadece zaten diri olanları diriltmiştir. Aynı şekilde komünizmin, sadece zaten kurtulmuşları kurtarmasının da elikulağındadır, can çekişenlere somut bir umut veremeyecek, hele cesetleri hiç canlandıramayacaktır.

Ütopyanın gülünçlüklerini kınadıktan sonra, şimdi meziyetlerine gelelim; mademki insanlar da toplumsal durumu o kadar iyi idare ediyorlar ve buna mündemiç olan belayı neredeyse ayırt etmiyorlar, biz de onlar gibi yaparak onların bilinçsizliğine katılalım.

Mülkiyetin zararlarını, temsil ettiği korkunçluğu, sebep olduğu musibetleri kınadıkları için ütopyaları ne kadar övsek azdır. Ufak ya da büyük, mal sahibi özünde kirlenmiştir, kokuşmuştur: Kokuşması, dokunduğu ya da kendine mal ettiği en ufak nesneye bile bulaşır. Hele “servet”i bir tehdit edilsin, hele elinden bir alınsın, normalde göstermediği bir bilinçlenmeye zorlanacaktır. Tekrar insanî bir görünüme bürünmek için, tekrar “ruh”una kavuşmak için yıkıma uğraması ve yıkımına rıza göstermesi gerekmektedir. Devrim ona bu işte yardım edecektir. Onu ilk çıplaklığına döndürerek, o an içinde hiçleştirir ve mutlak içinde kurtarır, zira ilk başta vurduklarını, varlıklıları özgürleştirir…, elbette içsel olarak. Onları yeniden sınıflandırır, eski boyutlarına döndürür ve ihanet etmiş oldukları değerlere doğru götürür. Daha onları vurma yolunu ya da fırsatını bulmamışken bile, içlerinde yararlı bir korku harlandırır: Uykularını bozar, kâbuslarını besler; kâbus da metafizik uyanışın başlangıcıdır. Demek ki bir tahrip etkeni olarak yararlı olduğu ortaya çıkar; zararlı olmuş olsaydı bile onun kefaretini bir şey öderdi daima: Muhtemel dünyalar içinde en korkuncu olan bu mülk sahipleri dünyasını sarsmak için ne tür bir terör kullanması gerektiğini bir tek o bilir. Bu konuda ısrar etmekten çekinmeyelim, varlık sahibi olmanın her biçimi alçaltır, aşağılıklaştırır, hepimizin içinde uyuklamakta olan canavarı pohpohlar. Herhangi bir şeyi kendi malı görmek, bir süpürge sahibi bile olmak, genel bayağılığa katılmaktır. Hiçbir şeyin size ait olmadığının farkedilmesiyle nasıl kibirlenilir! Ne vahiydir o! Kendinizi son insan zannederken, birden, mahrumiyetinizden şaşkın ve sanki aydınlanmış gibi, artık acı çekmezsiniz; tam aksine, bundan gururlanma payı çıkarırsınız. Hâlâ temenni ettiğiniz tek şey de, bir aziz veya bir kaçık kadar yoksun olmaktır.

Geleneksel değerler canımıza tak ettiğinde, zorunlu olarak onları inkâr eden ideolojiye yöneliriz. Olumlu formüllerinden çok, inkâr gücüyle baştan çıkarır o. Toplumsal düzenin altüst olmasını arzulamak, komünist temaların az ya da çok izini taşıyan bir bunalımdan geçmektir. Tıpkı dün olduğu gibi, yarın olacağı gibi, bugün de bu böyledir. Sanki Rönesans’tan beri zihinler yüzeyde liberalizmin, derinde de, bir tesadüf ürünü veya bir tarih kazası olmadığı gibi ütopik sistemlerin mirasçısı olan ve uzun bir yeraltı çalışmasının yararını gören komünizmin çekiciliğine kapılmışçasına olup bitmektedir her şey. Önce kapris ya da mezhep ayrılığıydı, sonra da bir alınyazısı ve bir ortodoksluk karakterine bürünecekti. Şimdiyse bilinçler ancak iki tür başkaldırıya çalışabilirler: Komünist ve antikomünist. Bununla birlikte, antikomünizmin, komünizmin geleceğine yönelik kudurmuş ve dehşet içinde bir inançla eşdeğer olduğu nasıl farkedilmez?

Bir ideolojinin vakti geldiğinde, her şey onun başarısına yardım eder, bizzat düşmanları bile; bunun yayılmasını ya da başarıya ulaşmasını geciktirmeyi ne polemik ne polis başarabilecektir; gerçekleşmek, cisimleşmek istemektedir ve elindedir bu; ama buna ulaştıkça, tükenme riskiyle karşı karşıyadır; kurulduğu zaman ideal kapsamı boşalacak, kaynaklarını söndürecek, sonunda da elinde bulundurduğu kurtuluş vaatlerini mahvederek gevezeliğe ya da bostan korkuluğuna dönecektir.

Komünizmin ömrü, ütopya rezervlerini hangi tutumla harcayacağına bağlıdır. Bu rezervde bir şeyler kaldıkça, onu tecrübe etmeyen tüm toplumları kaçınılmaz olarak çekecektir; şurada gerileyip burada ilerleyerek, hiçbir ideolojinin elinde bulunmayan meziyetlerle donanmış bir halde, merhum ya da sallantıda dinlerin yerini alarak ve her yerde modern kalabalığa hiçliğine lâyık bir mutlak önererek yerkürede bir tur atacaktır.

Tek başına ele alındığında, gelecek üzerine bir gıdım bile yanılsama muhafaza edildiği takdirde halâ katılınabilecek yegâne gerçeklik gibi görünür: İşte bunun için, hepimiz çeşitli derecelerde komünistiz… Ama bir doktrini pratik olarak hayata geçişinden ayrılmaz olan anormallikler haricinde yargılamak, kısır bir spekülasyon değil midir hiç? İnsan hep adaletin gelmesini umacaktır; adaletin zaferi için özgürlüğünden vazgeçecek, sonra da buna pişman olacaktır. Hangi işe girişirse girişsin, fiiliyatını ve düşüncelerini pusuda bir çıkmaz beklemektedir; sanki bunların sonu değil de başlangıç noktasıymış, şartı ve anahtarıymış gibi. Eskisinin avantajlarını koruyabilecek hiçbir yeni toplumsal biçim yoktur: Bütün toplum tiplerinde hemen hemen aynı sayıda mahzurla karşılaşılır. Hem bireylerin hem toplulukların acısını çektiği lanetli bir denge, devasız bir durgunluk. Tarihin zemini görünümüne damgasını vuran doktrinleri içine sızdırmadığından, teorilerin elinden hiçbir şey gelmez. Hıristiyanlık çağı Hıristiyanlık’tan bambaşka bir şey olmuştur; komünist çağ da olduğu haliyle komünizmi çağrıştıramazdı. Doğal Hıristiyan, ya da doğal komünist olay yoktur.

Ütopya, dayanakları olan bir yanılsamaysa, komünizm daha da ileri giderek bunun kararnameye bağlanmış ve dayatılmış yanılsaması olacaktır: Kötülüğün her taraftaki mevcudiyetine bir meydan okumadır, mecburî bir iyimserliktir. Tecrübe ve badirelerden geçe geçe hayal kırıklığı sarhoşu olan ve Tekvin’in yazarı örneğinde olduğu gibi altın çağla oluşu birleştirmekten tiksinen kişi, zor alışacaktır buna. “Sınırları çizilmemiş ilerleme” manyaklarını ve onların adaleti şu dünyada üstün getirmek için çabalarını horgördüğünden değil; ama bu kendisine mutsuzluk da verse, adaletin maddî bir imkânsızlık, muazzam bir saçmalık, asla gerçekleşmeyeceğini kesinlikle teyit edebileceğimiz ve aleyhinde tabiatla toplumun tüm yasalarını seferber etmiş göründükleri tek ideal olduğunu bilmektedir.

Bunlar bir yalnızın çekişmeleri, çatışmaları değildir sadece. Az ya da çok şiddetle hepimiz hissederiz onları: Şu toplumun yıkılmasını, yerini alacak olanın başımıza getireceği bütün terslikleri bile bile arzulamaz mıyız? Yararsız bile olsa tam bir altüst oluş, inançsız bir devrim, artık hiç kimsenin gerçek bir devrimci olacak kadar yürek temizliği taşımadığı bir dönemde hâlâ umulabilecek tek şeydir. Zihin taşkınlığının eline düşmüşken kaos taşkınlığına teslim olduğumuz zaman, çılgınlığını aşmış bir çılgın, melekelerine sahip bir kaçık ya da zihni açık bir öfke krizi sırasında eserlerini ve varlığını toz duman etmekten hoşlanan bir tanrı gibi tepki gösteririz.

Gelecek düşlerimiz artık ürküntülerimizden ayrılmazdır. Ütopik edebiyat, başlarda ortaçağa, onun cehenneme atfettiği yüce itibara ve dünyanın sonu hayallerine düşkün olmasına başkaldırıyordu. Bir Campanella’nın ya da bir Morus’un onca teskin edici sistemleri, sadece Azize Hildegarde’nin sayıklamalarını gözden düşürmek amacıyla tasarlanmıştır adeta. Bugün, dehşetle barışmışızdır; kıyamet aracılığıyla bir ütopya bulaşıcılığına tanık oluyoruz: Bize ilan edilen “yeni yeryüzü” gitgide daha fazla yeni bir cehennem çehresi almaktadır. Ama bu cehennemi bekleriz, hatta onun gelişini hızlandırmayı kendimize görev biliriz. Birbirine hiç benzemez görünen iki tür, ütopyacı ve kıyametçi türler birbirinin içine geçer, birbirine renk verir, sonunda da üçüncü bir tür çıkarırlar; bu üçüncü tür, bizi tehdit eden ama yine de evet diyeceğimiz, düzgün ve yanılsamasız bir evet diyeceğimiz cinsten bir gerçekliği yansıtmaya harikulade elverişlidir. Mukadderat önünde kusursuz olma tarzımız olacaktır bu.

E. M. Cioran
Tarih ve Ütopya
çeviren: Haldun Bayrı
Metis Yayınları