Zamanın Kırılgan Döngüsü: Tristram Shandy ve Leopold Bloom’un Anlatısal Serüveni
Anlatının Zamansal Çözülüşü
Laurence Sterne’in Tristram Shandy ve James Joyce’un Ulysses adlı eserlerinde, Tristram Shandy ve Leopold Bloom, anlatının geleneksel doğrusal yapısını altüst ederek zamanı ve hafızayı yeniden inşa eder. Tristram, otobiyografisini yazarken sürekli sapmalar, anekdotlar ve kesintilerle ilerler; bu, zamanın lineer bir akıştan ziyade kaotik ve döngüsel bir doğaya sahip olduğunu gösterir. Bloom ise, Dublin’in bir gününde bilinç akışı tekniğiyle, anıların, düşüncelerin ve algıların iç içe geçtiği bir zihinsel evrende dolaşır. Her iki karakter de, anlatının kronolojik zincirlerini kırarak, zamanı öznel bir deneyim olarak sunar. Bu, okuyucuyu, olayların sırasından çok, zihnin ve belleğin katmanlı yapısına odaklanmaya zorlar. Bergson’un “süre” (duration) kavramı, bu bağlamda, zamanın nesnel bir ölçü birimi olmaktan çıkıp, bireyin bilinç akışında sübjektif bir bütünlük kazandığını vurgular. Tristram’ın anlatısı, süreklilikten yoksun gibi görünse de, aslında zihnin süre kavramındaki kesintisiz akışını yansıtır; Bloom’un zihni ise, geçmiş ve şimdiki zamanın birleştiği bir süresel alan yaratır.
Belleğin Katmanlı Yapısı
Hafıza, her iki karakter için de anlatının omurgasını oluşturur, ancak bu hafıza, sabit bir arşiv olmaktan çok, sürekli yeniden şekillenen bir süreçtir. Tristram’ın anlatısı, çocukluğundan anılarını aktarırken, sık sık başka hikayelere sapar; bu, belleğin doğrusal bir hatıra dizisi değil, birbiriyle yarışan fragmanlar topluluğu olduğunu gösterir. Bloom’un zihni ise, 16 Haziran 1904’teki bir günde, kişisel tarihini, Dublin’in sokaklarını ve kültürel referansları bir araya getirerek, hafızanın mekansal ve zamansal sınırları aştığını ortaya koyar. Bergson’un süre teorisi, hafızanın statik bir depodan ziyade, bilinçte sürekli yeniden inşa edilen bir akış olduğunu savunur. Tristram’ın kesintili anlatısı, bu akışın kaotik doğasını yansıtırken, Bloom’un bilinç akışı, hafızanın anlık algılarla nasıl iç içe geçtiğini gösterir. Her iki karakter de, belleğin bireysel kimliği şekillendiren bir güç olduğunu, ancak bu kimliğin sabit değil, akışkan ve çok katmanlı olduğunu vurgular.
Zihnin Öznel Gerçekliği
Tristram ve Bloom, anlatılarının merkezinde, zihnin öznel gerçekliğini dış dünyanın nesnel gerçekliğine üstün tutar. Tristram’ın hikayesi, kendi doğumunu bile tamamlayamadan dallanıp budaklanır; bu, onun zihinsel dünyasının, dış olaylardan bağımsız bir evren oluşturduğunu gösterir. Bloom’un zihni ise, Dublin’in somut mekanlarında gezinirken, mitolojik göndermeler, edebi alıntılar ve kişisel anılarla zenginleşir. Bu öznel gerçeklik, Bergson’un süre kavramıyla açıklanabilir: Zaman, bireyin bilincinde, dış dünyanın mekanik saatlerinden bağımsız olarak yaşanır. Tristram’ın anlatısındaki kesintiler, zihnin süreklilik arayışını; Bloom’un bilinç akışı ise, zihnin anlık algılarla süreye nasıl anlam kattığını yansıtır. Her iki karakter de, anlatının geleneksel “başlangıç-orta-son” yapısını reddederek, zihnin özgür ve sınırsız doğasını kutlar. Bu, okuyucuya, gerçekliğin yalnızca öznel deneyimlerle anlam kazandığını düşündürür.
Toplumsal Bağlamda Birey
Tristram ve Bloom, bireysel bilinçleriyle toplumsal bağlam arasında bir gerilim yaşar. Tristram, 18. yüzyıl İngiltere’sinde, dönemin rasyonel düşünce ve ahlaki normlarına karşı, absürt ve ironik bir anlatı sunar. Onun hikayesi, bireyin toplumsal beklentilere uymak yerine, kendi kaotik gerçekliğini yaratma çabasını yansıtır. Bloom ise, 20. yüzyıl Dublin’inde, Yahudi kimliği ve dışlanmışlığıyla, modernitenin yabancılaşma duygusunu temsil eder. Her iki karakter de, toplumsal normların bireysel bilinci kısıtladığını, ancak bu kısıtlamalara karşı zihinsel özgürlükleriyle direndiklerini gösterir. Bergson’un süre kavramı, bu bağlamda, bireyin toplumsal zamanın mekanik ritimlerine karşı, kendi içsel zamanını yaratma gücünü vurgular. Tristram’ın sapmaları ve Bloom’un iç monologları, bireyin toplumsal düzene karşı özerk bir alan yaratma çabasını simgeler.
Dilin Anlatısal Gücü
Dil, her iki eserde de, zamanı ve hafızayı yeniden şekillendiren bir araçtır. Sterne, Tristram’ın anlatısında, tipografik oyunlar, boş sayfalar ve kesintilerle, dilin geleneksel anlam aktarımını sorgular. Bu, dilin zamanı sabitleme çabasının başarısızlığını ve anlamın akışkanlığını vurgular. Joyce ise, Bloom’un bilinç akışında, dilin zihnin anlık devinimlerini yakalama gücünü keşfeder. Bloom’un düşünceleri, bazen kesik kesik, bazen şiirsel bir akışla, dilin zamanı ve hafızayı nasıl esnetebileceğini gösterir. Bergson’un süre kavramı, dilin bu işlevini destekler: Dil, nesnel zamanı değil, bilincin süresel akışını ifade eder. Tristram’ın absürt diyalogları ve Bloom’un iç monologları, dilin, bireyin öznel gerçekliğini dışa vururken, aynı zamanda evrensel bir insan deneyimini yansıttığını gösterir.
İnsan Deneyiminin Evrenselliği
Tristram ve Bloom, farklı dönemlerde ve bağlamlarda olsalar da, insan deneyiminin evrensel yönlerini temsil eder. Tristram’ın kaotik anlatısı, insanın kendi hikayesini anlatma arzusunun, aynı zamanda bu hikayeyi tamamlayamama çelişkisini yansıtır. Bloom’un bir günlük serüveni ise, sıradan bir bireyin, mitolojik bir kahraman gibi, kendi varoluşsal yolculuğunu yaşadığını gösterir. Bergson’un süre kavramı, bu evrenselliği, zamanın ve hafızanın insan bilincinde birleştiği bir alan olarak tanımlar. Her iki karakter de, zamanın ve hafızanın öznel doğasını keşfederek, insanın kendini anlama çabasını yüceltir. Tristram’ın mizahi kaosu ve Bloom’un melankolik derinliği, insanlığın hem absürt hem de anlam arayışıyla dolu doğasını gözler önüne serer.
Zamanın ve Hafızanın Yeniden İnşası
Tristram Shandy ve Leopold Bloom, anlatının geleneksel yapısını bozarak, zamanı ve hafızayı öznel, akışkan ve çok katmanlı bir deneyim olarak yeniden tanımlar. Bergson’un süre teorisi, bu yeniden tanımlamayı, bilincin nesnel zamanı aşan bir bütünlük yarattığını göstererek aydınlatır. Tristram’ın kesintili anlatısı ve Bloom’un bilinç akışı, bireyin zihinsel evreninde zamanın ve hafızanın nasıl yeniden şekillendiğini ortaya koyar. Bu karakterler, insanın kendi hikayesini anlatma çabasının, aynı zamanda bu hikayeyi asla tamamlayamama gerçeğiyle yüzleşmesini simgeler. Anlatının bu kırılgan ama zengin doğası, okuyucuya, zamanın ve hafızanın yalnızca bireysel değil, aynı zamanda evrensel bir insan deneyimi olduğunu düşündürür.