Deposu her daim dolu bir mutlu adam Müjdat Gezen – Elif Şahin Hamidi

Bugünden yarına yaşamın her alanında çok şey depolayan Müjdat Gezen ile unutulmaz anılardan geleceğe bırakılanlara uzanan bir yolculuğa çıktık.

Unutulmaz bir an: Sahneye ilk çıkış
Sahneye ilk kez 1953 yılında “Küçük Çiftçiler” adlı ilkokul piyesinde çıktım. Öğretmenimin kafama vurduğu cetvelle sahneye çıkmaya zorlandım ve bir daha da o sahneden inemedim. Sahneye çıkmam için kafama inen o koca cetvelin “taaak!” diye çıkardığı ses bugün bile kulaklarımda çınlar. Sizlerle de paylaşayım. Yıl 1953, on yaşındayım ve Hırka-i Şerif İlkokulu’nun üçüncü sınıfında öğrenciyim. Öğretmenim iki yıldır beni okutuyor ve çok seviyor. Daha birinci sınıfta ezbere Türkiye haritasını çizmeme pek şaşar, beni sınıf sınıf gezdirirdi. Okulda oynanacak “Küçük Çiftçiler” adlı piyeste illa ki başrolü benim oynamamı istedi. Bense istemiyordum; “ben artist değilim, tiyatroda falan oynamam” dedim ve öğretmenim ısrarcıydı ve meşhur cetvel o zaman “taaak”ladı kafamda. Alnım o anda şişti. Öğretmenim telaşlandı. Mümessil Bayram’ı bakkala gönderip ekmek aldırıp içini bana çiğnettirdi ve alnıma yapıştırdı. Daha sonra araya annemi sokup beni razı etti. Evimiz çok yakındı okula; öğretmenim de anneme gidip “Bu çocuk piyeste oynamak istemiyor” demiş. Okuldan bana izin verdiler ve eve gönderdiler. Annem “Yapma evladım, bak öğretmenin buraya kadar gelmiş” dedi. Ben yine oynamam dedim. Bunun üzerine annem; “Baban duyarsa çok üzülür” dedi. Babamdan da çekinirdim; peki dedim ve oynadım.

Beş kız ve bir erkek rol alıyordu oyunda; erkek başrolde. Oyun da felaket bir melodram; erkek oyuncunun kardeşi verem olmuş. Doktorlar, “Sonbaharda yapraklar yere düşünce, kız kardeşin de toprağa düşecek” demiş. Benim de elimde iğne-iplik, yaprakları yerlerine dikiyorum. Bu, benim sahneye ilk adım atışımdı ve ilk başarımdı. Oynadığım oyunla herkesi ağlatmıştım. Bilinçaltımı yokladığımda, ilk oyunumda herkesi ağlarken görmüş olmamın, beni dramdan uzaklaştırıp komedyenliğe ittiğini görüyorum.

Yavaş ol savaş!
Konservatuar hazırlık öğrencisiyiz. Hoca, Moliere’in, Mösyö de Pourceagnac isimli bir komedisini sahneye koyacak. Pourceagnac rolünü bana verdi. Rolleri çok iyi tariflerdi. Bir gün prova yapacağız. Hoca sınıfa geldi ve “Bugün prova yok” dedi. Karşıki binayı bize verdiler; orada bir tatbikat sahnesi yapacağız ve pandomim grubu kurup çalışmalara başlayacağız. Karşı binaya geçtik ve kendimize nefis bir sahne inşa ettik. Gece gündüz çalıştık. Bir gün boya işi yapıyoruz. Rahmetli Savaş Dinçel çok yaramazlık yaptı galiba, durmadan şarkı söylüyor. Hoca bir sabretti, iki sabretti, sonra sinirlendi ve yarım yamalak Türkçesiyle Savaş’a çıkıştı: “Dostum Yavaş, lütfen biraz savaş ol”. Hepimiz başladık gülmeye. Hoca da güldü tabii.

“Hastalandığını sanmak” hastalığı
Evet, ben sık sık hastalanırım. Rahmetli Aziz Nesin ağabeyime göre ise bu, “hastalandığımı sanmak”tır. Ne zaman sağlığımdan şikâyet etsem, O, bir yolunu bulup bana takılırdı. Halit Kıvanç’ın eşi Gülbin Abla, eşim Leyla’ya bu hastalığımla ilgili bir tavsiyede bulunmuş: “Bu hastalık hastalığı, onu yaşayandan çok yanındaki, yakınındaki insan için zordur. Bu hastalığın artmasını önlemek için sakın çok ilgi gösterme! Çünkü ilgi görürse daha da çok hastalanır. İlgilenmiyormuş gibi yap, ama tedbiri de elden bırakma!”

Dev sahnede çarpışan iki insan
Perran Kutman’la öyle tatlı anılarımız var ki, seyircisiz kendi kendimize bile gülerdik. İzmit’teyiz, Kocaeli Fuarı’nda. Çok büyük bir anfi yapmışlar, muhteşem bir sahne. Beş tane folklor ekibini yan yana koyun; üç tane de senfoni orkestrasını yerleştirin onların yanına. Bana mısın demez, yine de boş yer kalır; öylesine büyük bir sahne. Programı biz açıyoruz. Ben, smokin giymiş olarak geliyorum sahneye “Hoş geldiniz sayın seyirciler” diyorum. Alkış, alkış, alkış… Sonra da “Karşınızda Perran Kutman” anonsunu yapıyorum, Perran geliyor. Ama anlatılır gibi değil, sahne o kadar büyük ki. İşte o zaman sahnede bir tek ben varım. Ötesi bomboş, göz alabildiğine bir boşluk. Perran çıktı o büyük sahneye. Yürümeye başladı; yürüdü, yürüdü, yürüdü… Ve o dev boşluk içinde Perran geldi, geldi ve bana çarptı! Çarpmasıyla da gülmeye başladı. Ben de kendimi tutamayıp gülmeye başlayınca seyirci, hiç mi hiç hakim olamadı kendine. Bir kahkaha tufanıdır koptu. Dakikalarca nasıl gülme, nasıl kahkaha, nasıl alkış! Bu olayı her hatırlayışımızda yine kahkahalarla güleriz sevgili Perran ile.

Müjdat Gezen Sanat Merkezi’nde neler oluyor…
Müjdat Gezen Sanat Merkezi bu sene 19’uncu yılına girecek. Avrupa yakasında da bir okulumuz var ve bu sene Ankara’da da bir şube açma teklifi geldi. Sıcak bakıyorum buna çünkü ekibi beğendim. Müjdat Gezen Tiyatrosu, geçen sene ve ondan önceki sene çok güzel işler çıkardı. Seyircimizin ayağı da alıştı artık; önümüzdeki sezon da umduğum kadarıyla güzel işler ortaya koyacağımızı düşünüyorum.

Geleceğe bırakılan çizgiler
1961 yılında o zamanki ismi Güzel Sanatlar Akademisi olan şimdiki Mimar Sinan’a gidip oradaki hocalardan resim yapmayı öğrenmeye çalışırdım. Aynı zamanda konservatuar öğrencisiydim. Bizim sınıftan bir kişi de güzel sanatlarda okurdu. Onun vasıtasıyla akademiye gider gelirdim. 60’lı yılların başından itibaren aralarla resim yaptım. Fakat son birkaç yıldır daha da hız verdim resme. 2007 yılında bir de sergi açtım; resimlerim satıldı, mutlu oldum. Satılmayanları da dostlarıma hediye ediyorum. En son Ayşe Kulin’in Sit Nene’nin Masalları adlı çocuk kitabını resimledim. Bundan sonra kendi yazdığım kitapları resimlerim belki.

55 sanat yılının ardından
“Geriye dönüp baktığımda…” diye başlayan cümleler vardır. Ben çok fazla böyle cümleler kullanmıyorum. Hep ileriye, geminin gittiği istikamete bakmak istiyorum. Ama o ileride de, geride bıraktığınız yıllar kadar bir zaman olmadığı da bir gerçek. Onun için bundan sonraki zamanımı daha ekonomik kullanmayı düşünüyorum; kendimi daha az yorarak, haftanın bir günü iki okulda toplan on saat derse giriyorum, haftanın üç günü çekim, bir günü de dublaj yapıyorum. Zaten haftanın altı günü böylelikle bitiyor ve tamı tamına bir gün kalıyor geriye. Onu da dinlenerek geçirmek istiyorum. Bu nedenle de taleplere yetişemiyorum; üniversiteler konferanslara çağırıyor, çok kolay yanıt veremiyorum.

O bir kaptan

Müjdat Gezen aynı zamanda bir kaptan. “Kalamış LM İstanbul” isimli bir teknesi bulunan Gezen, tam bir deniz tutkunu…

Kalamış LM İstanbul
Ben teknede büyüdüm sayılır. Küçük yaşlarda, 1950’li yıllarda amcamın teknesiyle tanıştım denizle. İstanbul’da kırk-elli tekne varsa biri de Vamık Gezen’indi. Teknenin adı da “Gezen”di. Hafta sonları amcamla denize açılırdık. Evde dolmalar, börekler yapılırdı ve onları alır tekneye giderdik Dragos’a. Adanın arkasına çekilirdik. Ayrıca ben askerliğimi de bahriyede yaptım. Sonra da kendime bir tekne aldım, ismi “Kalamış LM İstanbul” yani Leyla, Müjdat ve İstanbul. Kaptanlık ehliyetim de var. On yıl kadar Kalamış’ı kendim kullandım. Bu süre zarfında Mustafa Alabora ile birlikte Marmara’da millerce dolaştık. Akdeniz’de “mavi tur” yapılır ama kirlilikten dolayı bizimkisi “gri tur”du tabii. Çok keyifli bir şeydi, denizi çok seviyorum. Ama balık tutamıyorum. Balığın can çekişmesine pek dayanamıyorum. Balığı tutacaksın, canlı canlı oynarken ağzından iğneyi çıkartacaksın; balık avlamak bana göre değil. Ama yemeyi çok severim, hele ki buğulama olursa zevkle yerim.

Deniz insanlığa çok lazım
Eski bir İstanbulluyum ve İstanbullular denizle çok yakın bir ilişki içindeydiler önceleri.
Eskiden Florya’da yazlık kiralıyorduk ve orada kalıyorduk. Ama son yıllarda denize girilemez oldu tabii ki, Marmara’nın suyu çok kirlendi. Ben Adaların arka tarafında denize girmeyi tercih ediyordum. Geçmişten bugüne baktığımızda Marmara çok değişti. Şimdi Caddebostan Plajı tekrar açıldı ve denize girebiliyor insanlar yeniden. Yapılan çalışmalar neticesinde suda belirli bir oranda temizlenme sağlandı sanırım.

Deniz, insanlığa çok lazım, hatta yakın gelecekte belki içme suyu olarak kullanmak için bile lazım olacak. Mesela Avşa Adası’nda, deniz suyundan kullanma suyu elde etmek için çalışmalara başlanacakmış. Bilindiği üzere Japonlar böyle bir şey yaptı. Denizleri temiz tutmamız, kirletmememiz gerekiyor. “Deniz Temiz” diye bir dernek var ve o bu konuda elinden geleni yapıyor. Hepimizin denize, çevreye, doğaya karşı duyarlı olması gerekiyor.

Şiirlerimde de deniz var
İlkokul dörtten beri şiir yazıyorum ve okumayı da yazmayı da çok seviyorum. Şiire yalnızca romantizm, duygusallık açısından bakmamak lazım. Edebiyatın çok sevimli ve hoş bir türü. Ayrıca zor bir türü, az sözle çok şey anlatmaktır şiir. Denizle ilgili de epeyce şiirim var. Denizi gerçekten çok seviyorum. O soğuk suya girip çıkmanın ötesinde denizin ortasındaki bir teknenin içinde yer almak insanı çok rahatlatıyor. Tekne, denizin orta yerinde kapıların çalmadığı, kimselerin seni arayıp sormadığı bir yerdir. Ve işte, insan orada müthiş kafasını dinliyor. Denizin ve gökyüzünün maviliği, iyot kokusu, temiz hava, hele bir de Adaların arkasındaysanız çamların yeşilliği insanı alıp başka yerlere götürüyor. Gerçekten denizde çok dinleniyorum. İstanbul’u çok seviyorum, annem ve babam da eski İstanbulludur. Yazlığım Kilyos’ta ve orayı da çok seviyorum. Kilyos, Karadeniz’de yer aldığı için biraz vahşi ve hırçındır ama temizdir.

“Denizciler Geliyor” filminde boğuluyordum
1966 yılında, “Denizciler Geliyor” filminin çekimleri sırasında boğuluyordum neredeyse. Yönetmenin asistanıydım ancak oyunculardan birisi gelmeyince bana yönetmen yardımcılığının yanında, küçük bir rol oynama şansı doğdu. Benim rol aldığım sahne de denizde çekiliyor. Senaryoya göre biz beş teğmeniz, ancak cezalıyız ve ceza olarak suya atlamamız gerekiyor. Yüzerek geri çıkacağız. Ne var ki bu sahnenin çekildiği yer, Boğaz’da Kanlıca Koyu; orada demirli bir gemiden atlıyoruz. Atlamasına atladık da, meğer o kadar tehlikeli bir yermiş ki. Müthiş anafor varmış, yüzmek çok zormuş. Yüzbaşı rolünü oynayan Ekrem Bora düdük çaldı ve atladık. Fakat yüzebilene, daha doğrusu suyun yüzünde durabilene aşk olsun. O koyda, bizden önce iki balık adamın boğulduğunu, denize atlamadan söyleselerdi!

Tugay Toksöz, Süleyman Turan, Şeref Gedik, Meral Sayın ve ben; beş güzü pek denizci! Ben, atlar atlamaz suyun dibine gittim. “Guluk guluk” diye sesler çıkarmaktan öte bir şey yapamıyorum. Yüzemiyorum ki! “Dibe gidiyorum” diye bağırabildim bir iki kez. Süleyman bir tıpa mantarı bulmuş, onu atıyor bana, tutunayım diye. Şişe mantarıyla kurtulacakmışım. Birden Tugay Toksöz’ü fark ettim yanımda. Rahmetle andığım, genç yaşta kaybettiğimiz Tugay’ın “omzuma dokun” demesiyle öyle bir dokudum ki hiç sesi çıkmamıştı o güzel insanın. Benim tutunuşumla Tugaycık dibe gitmez mi? Derken Şeref’i gördüm yakınımda. “Seni çıkaracağım karaya” diye bana güç veren Şeref’i de dibe yollamam üzerine, iki balıkadam suya atladılar. Onları dibe itmeye gücüm yetmemiş olmalı ki çocuklar iki yanımdan tutarak beni karaya çıkardılar. Kurtulduk kurtulmasına da, Ertem Eğilmez ağabey çok kızmış: “Böylesi anafor olan tehlikeli bir yerde film çekilir mi?” diye payladı görevlileri. Çekim paydos edildi. Aynı günün akşamı, yapımcımız Ertem Eğilmez’le karşılaştım. Ne dese beğenirsiniz: “Hayırlı olsun oğlum, bugün boğulmuşsun”. Bu olaydan sonra ayağımın yere basmadığı yerden denize girerken fazla açılamıyorum.

“Deniz insanı” farklıdır
Bahriyeliler, gemiciler yani deniz insanları farklıdır. Çünkü o alanın içerisinde, küçük bir maden parçasının içinde birtakım şeyler paylaşırsınız. Dolayısıyla deniz insanları daha toleranslı, daha hoşgörülüdür.

Elif Şahin Hamidi
NOT: Müjdat Gezen ile bu söyleşi, 2008 yılında yapılmıştır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir