Faşizm, hem bir şey hem onun karşıtıdır

FAŞİZM VE İDEOLOJİ
Poulantzas’ın Faşizm ve Diktatörlük kitabının en göze çarpan yönü, faşizm analizine soktuğu teorik belirlemelerin istisnai zenginliğidir. Bununla, kapsadığı ampirik bilgilerin özellikle bol olduğunu kastetmiyorum; Faşist dönem üzerine, Poulantzas’ınkinden daha tam, bir sürü genel çalışma var, fakat hepsinde belirli temel eksiklikler görüyoruz: Ya sadece ampirik-betimsel düzeyde kalıyorlar, ya da karmaşık olaylar yığınını düzenleyen tarihi-açıklayıcı mekanizmalara indiklerinde, faşizmin görece basit çelişkilere indirgendiğini görüyoruz. Bu durum, faşizm hakkındaki literatüre ilişkin duyduğumuz belirli bir huzursuzluğun nedeni olmuştur: Son otuz yılda bu literatür belirgin bir şekilde artmış -faşizmin tarihine ilişkin çok daha fazla bilgiye sahibiz – fakat faşizmi anlamamızı mümkün kılacak teorik kavramların geliştirilmesinde, buna paralel bir ilerleme sağlanamamıştır. 1920’lerin sonuna doğru Ortega y Gasset şöyle yazıyordu: <Faşizmin şaşırtıcı bir görünümü var, çünkü içinde en çelişik içerikleri görüyoruz. Otoriterliği öne sürüyor ve isyan öğütlüyor. Çağdaş demokrasiye karşı savaşıyor ama öte yandan da herhangi bir geçmiş yönetimin restorasyonuna inanmıyor. Kendisini güçlü bir devletin yapıcısı olarak sunmaya çalışıyor, ama yıkıcı bir hizip veya gizli bir örgüt gibi devletin çözülmesine sebep olacak araçlar kullanıyor. Faşizme hangi açıdan yaklaşırsak yaklaşalım, onun aynı anda hem bir şey hem onun karşıtı, hem A hem A değil olduğunu görürüz. Her nasılsa, bilmecenin tamamen çözülmediğini hissediyoruz: Faşizmin devrimci bir hareket olmadığı konusunda hiçbir tereddüt yoksa bile, başardığı kitle seferberliği ve ideolojisinde devrimci geleneğe ait ögelerin bulunması gibi olguların hiçbir zaman ikna edici şekilde açıklanmamış olduğunu görüyoruz. Bunun en açık kanıtı olarak, faşizmi teorik olarak anlamak için hızla büyük ölçüde 1945’ten önce yazılmış birkaç büyük kitaba bağımlı olduğumuzu hatırlamak yeter- Guerin , Neurnann, Trotsky, ve Toghatti’nin çalışmaları; hem de onların incelemelerinin çoğunu eskimiş hale getiren sonraki çalışmaların bolluğuna rağmen. Bu eksikliğin sebebini şu olayda aramamız gerektiği kanısındayım: 1930’dan sonra Avrupa’daki entellektüel ve politik akımların hemen hemen tümü faşizmi ortaya çıktığı çelişkilerin karmaşık birikimi içinde anlamak yerine, nispeten basit çelişkilere indirgeme eğilimi göstermişlerdir. Örneğin burjuva liberal kesimde durum böyleydi: Onlara göre faşizm, nesnel tarihsel sürecin ürünü değil, normal tarihsel sürecin kesintiye uğramasıydı. Nitekim, Benedetto Croce’ye göre faşizm herhangi bir sınıfsal çıkarın siyasi ifadesi değil, «savaşın yarattığı bilinç çöküntüsü, bir uygarlık bunalımı ve sarhoşluğun sonucu” idi. Hastalıktan pay alan sadece İtalya ve Almanya değil, şöyle ve böyle 1. Dünya Savaşı’na katılmış bütün ülkelerdi. Bu durumda, faşizm Özgürlük bilincinin azalmasıyla açılmış bir parantez’di Bu üç karakteristik -ahlaki hastalık, evrensellik ve parantez -bir tek sonuca yol açtı: Faşizmi nesnel tarihsel kategoriler yoluyla anlayabilmenin imkansız hale gelmesine. Birinci karakteristik, faşizmi sınıfsal analiz terimleri içinde anlamayı engelliyor. İkinciyle, faşizm evrenselleştiriliyor ve belirli bir ulusal bağlamdan koparılıyor. Üçüncüsü de faşizmi, tarihi kategorilerin terimleri içinde anlamanın imkansızhğını öne sürüyor, zira normal tarihi gelişmede bir parantez oluşturuyor [Croce’nin History of Italy (İtalya’nm Tarihi) nin Giolctti rejimine bir övgüdür -1915’te son bulması boşuna değil]. Croce bu durumda faşizmi, savaş sonrası bunalımın ortaya çıkardığı hemen bütün biyolojik eğilimlerin tarih sahnesini istila etmesiyle açıklıyor. Toplumsal başkaldırmaları, kurumların bir bütün olarak dağıldığı ve denetimi elinden kaçırdığı bir zamanda «İnsan’ın» dizginlenemeyen içgüdülerinin ifadesi olarak gören Romalı tarihçileri, bir Sallust’u ya da bir Tacitus’u bir kere daha okuduğunu sanıyor insan.

Bu liberal yorum, faşizmin modern tarihin bütününün son noktası olarak gösterildiği görüşe kadar genişletilebilir. Örneğin, Friedrich Meinecke’e göre faşizm, kökeni Aydınlanma Dönemi modern sanayiciliğinin ortaya çıkardığı çıkar ve maddi zenginlik hırsında aranması gereken, akılcıl (rasyonel) ve akılcıl olmayan (irrasyonal) güçler arasındaki ruhi dengede bir bozulma yarattı. Bu görüş Croce’ninkinden daha «tarihi»dir, ama yalnız görünüşte; çünkü her ne kadar parantezden söz etmese de, tarihin karmaşıklığı sadece akılcıl (rasyonel) ve akılcı olmayan (irrasyonel) güçler arasındaki dengeyi bozan veya koruyan bir koşullar dizisi olarak araya giriyor; ve tabii bu güçler tarihi ürünler değil, insan doğasının özellikleridir. Benzer şekilde, Katolik-Liberal açıklamalar, faşizmi, liberalizmin başlattığı aşırılıkların bir sonucu, şeylerin doğal düzeninin bozulması olarak göstermeye çalıştılar. Nitekim, Maritain’e göre, «İnsani değil mekanik bir refleks hareketiyle komünizm, faşist ve ırkçı tipte savunmacı tepkiler ortaya çıkarır ve besler, bunlar da karşılığında komünist savunmacı tepkiler yaratır ve beslerler, öyle ki, bu iki güç, biri öbürüne dayanıp eşanlı olarak yayılıp büyürler; Her ikisi de kini erdem haline getirir, her ikisi de kendini savaşa, uluslar arasındaki ya da sınıflar arasındaki savaşa adarlar, her ikisi de Tanrı krallığının sevilmesi gereken İsa aşkını dünyevi bir topluluğa gösterilmesini isterler, ve her ikisi de insana insani olmayan bir hümanizm sunarlar; proletarya diktatörlüğünün ateist hümanizmi veya Sezar’ın putperest hümanizmi, zoolojik kan ve ırk hümanizmi». Görüldüğü gibi faşizm olgusunu basit bir çelişkiye indirgeme eğilimindeki bu analiz yoluyla da olgunun özgüllüğünü anlamak zordur.

Faşizmin köklerini psikolojik terimlerle açıklamaya çalışan eğilimler için de aynı şey sözkonusudur. Nitekim Wilhelm Reich,  insanın biyofizik yapısında üç değişik tabakanın bulunduğunu söyledikten sonra – ortalama bireyin zaptolunmuş, kibar, şefkatli ve vicdanlı olduğu yüzeysel tabaka «kabalık, sadizm, şehvet, yırtıcılık ve kıskançlık» güdülerini içeren bir orta tabaka ve insanın «namuslu, çalışkan, sevgiye ve .akla uygun bir nefrete yetenekli korperatif bir hayvanı> olduğu «en derin biyolojik çekirdek> – aşağıdaki siyasi sonucu çıkarıyor: Yüzeysel karakter tabakasını temsil eden liberalizm ve en derin tabakayı temsil eden gerçek devrimin tersine faşizm esas olarak ikinci karakter tabakasını, ikincil güdülerin tabakasını temsil eder.> . Eğer bir kimse, nesnel tarihsel belirlemelerin rolünün, şu veya bu tip karakterlerin egemenliği için koşulların yaratılmasına indirgendiği bu öncüllerden hareket ediyorsa, şu sonuç hiç de şaşırtıcı olmaz: «Bütün toplumsal tabakalar, ırklar, milliyetler ve dinlerden bireylerle yaptığım tıbbi deneyler bana, faşizmin şu veya bu ırk, ulus veya parti ile ilgili olmayan, ama genel ve evrensel olan ortalama insan karakteri yapısının örgütlenmiş siyasi ifadesi olduğunu gösterdi. Bu karakterolojik anlamında faşizm, makina uygarlığı ve mekanik-mistik hayat görüşüyle otoriter toplumda, insanın temel duygusal tavrıdır.». Benzer şekilde, Erich Fromm’a göre de insan bir kez, doğadan farklılaşmamış kimliğinden sıyrılıp da, giderek daha fazla birey haline gelince açık seçik bir seçenekle yüzyüze gelir: Ya sevgi ve üretici çabanın kendiliğindenciliği içinde dünya ile birleşmek ya da kendisinin dışındaki güçlere kör bir bağlılık içinde, özgürlüğünün ve bireysel benliğinin yıkılmasına yol açacak bir sığınak arayacaktı. Tabii, Fromm’a göre faşizm, ikinci alternatifin aşırı bir biçimim oluşturuyordu.

Bütün bu yorumlayıcı şemalarda faşizmi soyutlanmış bir birey ve onun özel doğası ile açıklama eğilimi buluyoruz. Birey tüm toplumsal aidiyet bağlarını koparmıştır ve demagogların eylemi karşısında farklılrujmamış bir kitle olarak görünür.

Bir noktaya kadar analiz etmeye çalıştıkları tarihi olgunun çağdaşı olmakla açıklanabilecek bu yorumlama eğilimleri, faşist rejimleri ve Sovyet rejimini aynı başlık altında kaplayan, savaş sonrası sistemleştirilmiş dotalitarizmı> (15) teorilerine kadar uzanır. Hannah Arendt’e göre – bu eğilimin en bilmiş temsilcilerinden biri – modern totalitarizm üç temel tarihi sürece bağlı olarak ortaya çıkar: Ulus devletin aşılması ve emperyalizmin ortaya çıkması, sınıf sistemi ve değerlerinin bunalımı ve modern kitle toplumunda bireyin atomlaşması. Bu yöntemin ideolojik anlamı açıktır: Soğuk savaşın bir yan ürünüdür ki, faşizm ve komünizm arasında özsel bir özdeşlik olduğunu iddia etmek amacıyla her iki rejimde de ortak biçimsel özellikleri soyutlamaya çalışır. Bizim analizimiz açısından önemli olan şey ise, bu yaklaşımın, faşizmi meydana getiren çelişkilerin karmaşıklığını, yeni bir tarzda, bir tarafa bırakması ve onu nispeten basit, tek bir çelişkiye indirgemesidir. Bu tür ibir yaklaşımın sonuçlarından biri, burjuva toplum biliminde faşizm analizlerinin teorik yetersizliği olmuştur; bütünüyle farklı rejimler arasındaki sadece biçimsel özdeşlikler çerçevesinde hareket etmekle, tamamen betimleyici ve teorik anlamdan bütünüyle yoksun sınıflandırma ve alt-sınıflandırmalar biriktirmekten başka bir şey yapamamışlardır. Friedrich ve Brzezinski ‘nin, Organski ve Lipset’in  kitapları bu tür yazının tanınmış örnekleridir. Kornhauser ve Lederer  gibi «kitle toplumu» teorisyenleri, bir başka açıdan, benzer bir yaklaşımda ısrar etmektedirler.

Bu tür öznelci sapma, faşizm analizlerinin «kitleler» ve tecrit edilmiş bireyin «bilincinin serüvenleri» terimleri içinde gdiştirilmediği Marksist tartışma içinde şüphesiz varolmamıştı. Fakat faşizm analizinin basitleştirilmesi, başka bir yönde de olsa Marksizm içinde de işlemiştir ve işlemeye devam etmektedir. 1920″Ierdc ve l 930″ların başlarında faşizmin ortaya çıkışına yolaçmış çelişkilerin türlü-çeşitliliğini vurgulayan zengin Marksist araştırmalar görüldü. Yukarıda belirttiğimiz Trotsky ve Togliatıi’nin çalışmalarına Gramsci, Roscnbcrg, Thaclhciıner ve Otıo Bauer’inkilcri de ekleyebiliriz . Fakat bunlar, daha olgun çalışmalarda geliştirilmesi ve sistemleştirilmesi gereken önbilgiler, ilk taslaklardı. Gene de Anti Faşist mücadele en yüksek derecesine ulaşınca. ve faşizm milyonlarca militanın siyasi pratiğinde gittikçe güncel bir düşman haline gelince, garip bir şey oldu: Faşizm üzerine Marksist yazının niteliği öyle bir noktaya düştü ki, tek bir istisna dışında, 1930 sonları ve 1940’larda, önceki dönemin analizlerinin teorik zenginliğiyle uzaktan yakından karşılaştırmaya değer hiçbir şey görülmedi. Bu şaşırtıcı gerçeğin sebebinin şurada yattığı kanısındayım: Komüntern, doğru olarak faşizm ve tekelci sermaye arasındaki bağların önemini belirtirken, 1935’lerde başlayan Halk Cepheleri politikaları. burjuvazinin daha geniş kesimlerinin anti-faşist mücadelede yeralmasına yolaçarken faşizmin de giderek daralan bir çıkar kesiminin politik ifadesi olarak gösterilmesine yolaçtı. Bu şekilde, Komüntern’in analizlerinde faşizm, tekelci sermayenin toplumun geri kalan kesimi üzerindeki dolaysız diktatörlüğünün saf ve basit ifadesi diye noktalandı. Faşist devletin görece özerkliği ve faşizmin iktidara gelmesini sağlayan kitle hareketi gibi özellikler açıkça hafife alındı. Faşizmin otoriter niteliği onun kitle rejimi olma niteliğinin üzerine konuldu ve doğal ki. faşizmin ancak birinci yanını değerlendirebilmiş olan Hitlerizm’in işgal ettiği ülkelerin deneyleriyle bu anlayış çakıştı. Böylece faşizmin karmaşıklığı bir yana bırakıldı ve tek bir çelişkiye indirgendi: Tekelci sermaye ile toplumun geri kalanı arasındaki çelişkiye. Bu eğilim savaştan sonra da devam etti: Komünist Partilerin yücelttiği geniş cepheler, tekelci sermayenin potansiyel olarak otoriter politikalarını «faşist” diye adlandırdı. Bugün faşist terimi, Şili Cuntası, Yunanistan’daki Albaylar Diktatörlüğü, İran’daki Şah Rejimi gibi, Hitler veya Mussolini rejimleriyle açıkça, en ufak bir benzerliği dahi bulunmayan rejimlere uygulanmaktadır.

Poulantzas’ın kitabının en büyük erdemi, bu gelenekle bağlarını koparması ve 1930’ların başında askıya alınmış teorik tartışmaları yeniden açmaya çalışmasıdır. Poulanızas faşizmi basit bir çelişkiye indirgememekte tersine çelişkilerin çok karmaşık bir üst belirleniminin bir sonucu olarak göstermektedir. Analizlerinin birçoğuna katılmamama rağmen, kanım o ki, kitabının önemi ve yararı burada yatıyor. Fakat eleştiriye girişmeden önce Poulantzas’ın yorumunun temel özelliklerini gösterelim.

Ernesto Laclau
iDEOLOJİ VE POLİTİKA
Türkçesi : Hüseyin SARICA
Belge Yayınları

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir