Net ve Nick İlişkisi İle Mutsuz İnsanlar Kitlesi – Nejdet Evren

Bilgi-sayar ve net ortamı henüz yaygın değilken insanlar nick kullanmıyorlardı. Bazı kişiler arkadaş çevresinden lakabı ile tanınıp ve çağrılıyorlardı. Ancak bu lakabı kişi değil çevresi veriyordu ona…Oysa nick öyle değil, kişisel tercihlere dayanmaktadır ve bunun bilgi-sayar üzerinden iletişim ile yakından ve doğrudan bir ilişkisi var. Net ortamındaki iletişimin soğukluğu, tek-yönlülüğü ve keyfiliği kişilerin korunma duygularına ve ötesinde tüketme duygularına hitap etmektedir. Kişilerin kendi isimleri ile barışık olmamalarının bir nedeni kuşak farkı olabilir, ancak bunun temel belirleyen olmadığı açıktır. Nick bir yönü ile kişinin kendisini ifade etmesinin bir şekli olsa gerek. Eğer böyle ise, o zaman kişinin gerçek adını da nick olarak kullandığı ad ile değiştirmesi gerekmez miydi? Gerçek ismini değiştirmiyor/nick ile eşitlemiyorsa /değiştirmek istemiyorsa neden net ortamında bu şekilde algılanmak gereksinimi ortaya çıkmaktadır?

Çarşı-pazardaki kişi ile net ortamındaki kişi farklı mıdır?

Neden?

Net ortamının yarattığı yeni kitleler sorumluluktan kaçma eğiliminde olan bir kitleyi oluşturmaktadır. Egoya hitap ettiği için al-benisi çok ve göz-kamaştırmaktadır. Ancak bu durum, onun, kendisini algılaması için yeni bir düğüm noktası hazırlamaktadır. Çözünürlük ise zamanla gerçekleşecek bir olgudur.

Nick kullanımı ve kişisel bilgilerin saklı kalmasını istemenin -ki tüm kişisel bilgiler elbette paylaşılamaz- bir nedeni olmalı!? Özgürlük tanım olarak bireyselleştirilerek çarpıtılırsa buna özgürlük demek için oldukça zorlanılacaktır. Sosyal dokudan kopuk birey özgür değildir, sorumsuz ve sorumlu da değildir; nedir o?! Gerçek bir kişi net ortamında özgürlüğünü kazandığını düşünüyor ve buna göre davranıyorsa gerçekte ciddi bir sorun olduğu rahatlıkla söylenebilir.

Net-in gayri-samimi kişilere sınırsız olanaklar sağladığı ve bunun kötüye kullanılmasının mümkün olduğu açıktır. Bu durum ancak nick ile sağlanabilecek bir durumdur. – gerçi, IP den kişilerin tesbiti olanaklı olsa da bunu her zaman sonuçlandırmak o kadar kolay bir süreç değildir.- Ayrıca, bu durumların temel nedenlerinden biri de kişilerin yalanlara inanma, yalan olsa da tatlı hayaller ile avutulma istemeleridir. Bu durum psişik yapılar ile ilintilidir. Ancak unutulmamalıdır ki her psişik yapı içinde bulunulan toplumsal süreçlerin bir sonucu olarak kendini üretir.

İnsan gizlenmeyi avcı-toplulukları yaşam diliminde edindi ve hala sürdürmeyi yeğlemektedir. Çok , çok asır geçti üzerinden ve fakat ego-suna yenildi, “tükettiğin kadar yaşarsın” diye pazar açtı kendine…

İnsan bu farklı kimlikleri neden kullanma gereksinimi duyar? Bu soruya yanıt bulmak gerekir. Nedenler aslında bildik/yinelenen/dile-getirilen nedenlerdir. Töre, tabu, düşünce özgürlüğüne konulan engellemeler, etik vs. -Öznel olanlar ise kişiyi ilgilendirir.- Bu nedenler aşılamaz nedenler midir ki aşılması istenmemektedir? Yoksa, bu nedenler birer liman görevi gördükleri için mi -aşılması bir kenara- bu durum istenen bir neticeye dönüşmektedir? Demek ki, yüzer-gezer olmak ile farkında olup da sığınmak arasında niceliksel bir fark görülmektedir. Sonuçta niteliksel olarak -edimsel- fark ortaya çıkmayacaktır. ilkinin durumu ikincisinden daha iyi sayılmalıdır.

Nick kullanımı dayatılan ad/isimden kurtulma özgürlüğü olarak değerlendirilebilir mi? Bu durum, aslında var olanın reddi üzerinden yeniyi tanımlamaktır; burada da tanım yapılırken her-hangi bir nick keyfi olarak kullanılmamakta ve seçici davranılmaktadır. Böyle olunca, bu duruma kişinin dayatılmamış olan adı kullanma özgürlüğü/seçimi demek daha doğru olacak gibi. Ancak, bireysel tercihlerin sosyal yansımlar ile etkileşimi özgürlüğün farkında olunmasa da bir sınırlanmasına neden olacaktır. Genel yönelimin belirlediği özgürlük tanımı da bu durumlara bağlı olarak tartışmaya açık olacaktır.

Ad/ismin konması kişinin istediği dışında gerçekleşir; bunda yadırganacak bir yön yokyut. 1789 Fransız Devrimi’ sonrasında İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi kaleme alınırken denir ki; “tüm insanlar eşit ve özgür doğarlar” …Filozoflardan biri itiraz eder ve der ki; çocuklar ne özgür ne de eşit doğarlar…Eşitsizliğin hissedişi, eşitliğin his-edişinden daha fazla olur. Çocuklara isimleri ebeveynleri verirler. -genelde böyle olur- ya da başkaları bir ad verirler. Kişi taşıdığı ad nedeniyle değil, kişi olduğu için/sosyal dokusunda bir yer edinir, şekillenir ve etkiler. İsim ya da ad olarak tanımlanan olgunun kişiden bağsızlığını savunmak kişiyi yoklaştıran, onu mekanik bir dişliye çeviren bir durum gibidir. Ad/ismin bir ün/lülük olarak değerlendirilmesi, algılanması ya da o şekilde kullanılma isteği egoya yönelik bir yönelim olmakla birlikte o ad/isimden bağsız değildir; dene bilir mi ki x kişisi adını duyurmaktan dolayı keyif alıyor/kendini bu şekilde gerçekleştiriyor ve bu nedenle adı önemsizidir? değil…o kişi bu nedenle o kişidir; farkı bu noktada ortaya çıkar.

Özgür iradenin ya da irade özgürlüğünün başladığı yer neresidir? ya da böyle bir olgu var mıdır? Böyle bir yönelimin net ve nick ile ilişkisi kurulabilir mi?

İnsanın öznel yapısı ondan kopuk değildir ve ondan kopartılmaması gerekendir de…Ne soyut insan ne de soyut ad/isimin bir değeri olabilir; öyle olsaydı düşünce insandan/tarihsel bellekten ayrışır ve insandan ayrı bir konum kazanırdı.
Olay ile kişinin etkime dereceleri arasındaki fark ile belleğin/hafızanın kullanılma derecesi ve yöneliminden hareketle ismin -bir açıdan gereksiz olduğunu söylemek isimlendirme gereksinimini/gereksizliğini yeterince açıklayamaz görünmektedir.

“zıtların birliği” temel belirlemesinden de anlaşılacağı gibi her birleştirme bir bölme, her bölme diğer açıdan birleştirmedir. ismin kişiyi toplumdan ayırt etmesi onun var-oluşuna dair sosyal bir belirlemedir. Bu yönü ile ad/isimlendirmenin kişisel ölçeklerde kişiyi toplumdan bölen bir olgu olarak düşünülmesi olanaklı olmasa gerek.

Nick ile ikirciklenen insan, dizilerdeki kahramanlar ile özdeşleşerek gerçek isim altında farklı bir şekilde nick edinmektedir. Onun gibi olmak, ona benzemek ve onda kendini görmek. İkirciklenen insanlar iletişimsiz, kopuk ve edilgen ?farkında olmadıkları- bir kitleyi oluştururlar. Bu kitle tanımlanmak gerekirse: Mutsuz İnsanlar Kitlesidir. Zorunlu nedenlerle kendini bilerek gizleyenler dışındakiler kapsam içinde olmamakla birlikte, masumiyetin sorgulanması da gerekmektedir.
Her kuralın istisnası ile anlam kazandığı söylenmektedir. Mutsuzluğun genel olması da bu kurala uyar. Onun/mutsuzluğun kaynakları ayrı bir tartışma konusu olmakla birlikte Tv ile ilişkilendirilmesi genel bağlamda özel bir durum ve kendi içinde genel bir durum olarak ortaya çıkar.

Yaygın bir heves, toplumsal bir etkileşim bireysel tercihler üzerinde moda etkisi yaratmaktadır. Bu etki, net ortamında neredeyse paylaşım alanlarının bir çoğunda yediden-yetmişe nick kullanımının altında yatan nedenlerden biri sayılabilir. Bilim, bilgi, teknik ve bunlara bağlı araç-gereçler kolektif emeğin ürünü olarak ortaya çıkarlar. Ancak bu araçların kullanıma sunulması hem üreten toplumsal yapılarda hem de tüketen toplumsal yapılarda farklı etkilenmelere neden olabilir. Bu denli yaygın kullanım -öznel yapısında masum görünmekle birlikte- üzerinde düşünmeye, irdelemeye değer bir olgu olduğunu göstermektedir. Modanın yaratıcısının entelektüel düşleminden kopuşu onun neye hizmet ettiği ile ilgili olup, yaratıcısının bunun farkında olup olmamasının kullananlar açısından fark etmediğidir. Modayı kullananların gündemdeki modanın neye hizmet ettiğini bilip-bilmemelerine göre öznelde masum olup olmamaları ile ilgili olacaktır. Ve fakat genel bir eğilimin kendinden masumiyetinden söz edilemez.

İnsan, hüzün, kitle ve iletişim yan-yana geldiğinde bir kopma, bir yabancılaşma başlıyor. Bu, nasıl bir kopma ve yabancılaşma/yabancılaştırılmadır ki, insan bunun oyuncağı oluyor ve hiç farkına varamıyor? Ya da farkına vardığı halde çözümsüz kalabiliyor?

Dünya bir yandan küçülürken, diğer yandan dünyalar arasındaki uçurum hızla büyüme eğilim taşıyor. Çağımızın bir-diğerinden kopuk ve ekran başında kendini arayan kitlelerdeki artış, onların birer makine dişlileri gibi kendilerini buna teslim etmiş olmalarından dolayıdır. Global Dünya Düzen-i denilen küresel baskı, insanları küçültmeyi hedeflemektedir. İnsan küçüldükçe o büyür, o büyüdükçe insan küçülür. Her yükseliş diğer bir açıdan bir küçülme iken , her küçülme de diğer bir açıdan bir yükseliştir. Yığınlarca insan, önce vahşi doğa yasalarında olduğu gibi var-olmak için güç çizgisine doğru apansız bir koşuya sürüklenirken, neden koştuklarını anlayana kadar yaşamsal süreçlerini tamamlamış olmaktadırlar. Mutsuzluk eken insanın kendisidir, bunu ?mutsuzluğun nedenlerini- dışarıda/ötekinde aramak nafile bir uğraş olsa gerek.

Enformasyon/bilgi iletimi adı altında hızla çoğalan tv. Dizileri ve izlenme rekorlarını düşünmek gerekir. ?hem de kaygı ile- Yoksulluk sınırında yaşayan kitlesel insan yığınları sokakların-hele gece ise- kaotik yapısından uzaklaşmak için evlerine kapanmaktan başka bir şey yapamaz durumda bırakılmışlardır. Yalnızlaştırılmış bu kitle soluklanmak için bir uğraş bulmak isterken kaotik ortamın yaratıcıları devreye girerek diziler ile insanları ekrana kitlemeyi başarmış görünmektedir. Mutsuz insan kitlesi soluksuz diziler ile tüm kederini, tüm sorunlarını unutmak için ve unuttuğu için diziler ile avunmak eğilimi taşımaktadır. Dizilerdeki kahramanlar, entrikalar, aldatmalar, yalanlar, şan-şöhret, güç, sefillik ve yoksulluk yeniden servis edilip insanın gerçek yaşamından kopartılarak görüntülenmektedir. İzleyen kitle onunla örtüştüğünü düşünmekte ve kendi gerçeğini öteleyerek köşesine sinmektedir aslında.

Dizilerin izlenme rekorları birer mutsuzluk ibresidir ve kitlesel bir iletişimsizliğin aynasıdırlar. Küçük yalanlar ile avutulmak isteyen insan red etmeyi/hayır demeyi öğrenemediği sürece sömürülecektir.

Aile, eş-dost,arkadaş ilişkilerinde doyasıya paylaşım ve gelecek güvencesi içerisinde olan insanlar dizilere saatlerini verme gereksinimi duyumsamazlar.

İnsanlar küçük tatminleri yaşadıklarından dolayı tabii/bağımlı oluyorlar. Bunu benimsemediklerinde o insanlar evlerde saklı turşulara dönüşmeyecek ve sokaklara çıkacaklardır, sokaklara çıkan insanlar da belki aç kalacaklardır ancak kendilerini aç bırakanların düşsel avutulmalarından uzakta gerçeği yaşayarak hayata bağlanacak ve yalan ile gerçeği ayrıştırabileceklerdir. Bu nedenle bir tercih yapmak gerktiğinde insanlar o kapat tuşunu ya kapayacak ya da avuntularına geri döneceklerdir; “insanı insan yapan insandır” diyor Gordon Child…

Tembellik ilkel atalarımızdan ödünç kalmadı; onu biz yarattık?!

Yalnızlık insan ile eş-yaşta olup aslında kötü de değildir; yalnızlığı yaratamayan kişi gerçek kişiliğini hiçbir zaman kazanamaz ve otoriteye bağımlı yaşar. Yalnızlık kolektif yaşamdan uzak durmak değildir tabi.

Konu mutsuz insan kitlelerinin yaratılma süreçleri ve nedenleri olsa gerek. Açlık, sefalet, iş/sağlık/gelecek güvensizliği, sürekli tüketim anlayışının pompalanıp insanların üretmeden elde etme eğilimlerinin beslenmesi, düşünce ve kitaptan korkutulma, insanın kendine ilişkin olan coğrafyasından/sokaklarından kaos yaratılarak uzaklaştırılıp ev-hapsinde tüm yaşanılanları görsel zenginlik ile onlara servis ederek bu durumları içselleştirmelerini sağlamak, daha sonra da onu özne olmaktan çıkartarak bir dişliye dönüştürerek yok etmek, despotik olanı masum göstermek, doğa yaslarında olduğu gibi güçlü olanın kazanacağını öğretip insanları şiddet ve iktidar olgusu ?çok geniş anlamında- ile canavarlaştırmak, mutsuzluğu yaratan eller ile görsel-zenginliği yaratan ellerin ikiz kardeşlin elleri gibi benzemesi nedendir ki?

Ayrıca, bir düğmeye basarak sorununçözümleneceği kuşkuludur. Bu kadar kolay olmasa gerek. Toplumsal istenç/irade/genel eğilimlere bireysel istenç ile bireysel bir karşı duruş sergilenebilir, ötesi ancak birlikte olma iradesi ile ortaya çıkabilecek uzun erimli bir süreç ile mümkündür.

Örneklenebilir. İnsanlar camdan faunuslarda yaşayamazlar.
Bir çocuğunuz var diyelim okul çağında. Görsel kirliliğe düğme ile müdahale ettiniz. Kapadınız. Sorunu çözümlediniz. ?gibi- Bir süre sonra çocuğunuz okula gitmek istemeyeceğini bildirdi. Neden mi? çünkü arkadaşları ile artık farklı dilleri konuştuklarından iletişim kuramaz oldu. Faunusa girmiş bir çocuk, onu oradan çıkartmak zorundasınız. Ne yaparsınız?

En kanlı-canlı tüm vahşet filmlerini izlemesine olanak verecek misiniz? yoksa diğer çocukların ebeveynlerini mi değiştireceksiniz? ne yapacaksınız?

Nedenlerin olduğu yerde herşeyin mutlak bir nedeni olduğu açıktır; nedenler aynı zamanda sonuçlar ile ilgilidirler; sonuçlar ve nedenler arasındaki ilişki diyalektik bir ilişkidir ve sürekli etkileşirler; bu, determinist/kaderci bir yaklaşım değildir. Olması gereken ile olanın örtüşmediği her yar/zaman diliminde nedenler değiştirilmesi istenen sonuçları belirledikleri için tartışma/değerlendirme/eleştirme kapsamında kalırlar; farklı olanı bulmadıkça kabuk çatlamaz; yeni doğmaz.

Bu konuda birilerinin önlem almasını beklemek zaman kaybettiren bir olgu olsa gerek. Ayrıca, başkalarının önlem almasını beklemek ise devinimsizlik ve pasif yönden olumsuza katılmak değil midir? Örneğin şiddeti aile içinde bitirmeden sokaklarda bitirmek olanaklı mıdır? Ya da, ruhu arındırmadan değişmek olanaklı mıdır?

İnsan türü son yüz-yılda katettiği hızlı yolda zamansızlık çekmeye başladı; sürekli tüketiyordu ve zaman tükeniyordu. ürettiği makinenin dişlisine dönüşen insan dişliler arasında kalınca kopuyor ve iletişim kuramadığından yalnızlaşıyor/yabancılaşıyor/beğenisiz kalıyordu. Tükenen insanı makineye yeniden koşabilmek için yapay iletişimler/ağlarının örülmesi gerekiyordu; görsel ve tek-yanlı dikte etmeler süreci başlamıştı bir kere…Kareler içinde kendi öyküsü dile getiriliyor ve o, o kareler ile çoğaltılıyordu/anlatılıyordu; izlerken aynadaki kendini buluyor ve örtüşüyordu. Çevirmelilerden dokunmatiklere geçişle çağ üstüne çağ biniyor ve dinozorlar toprağa gömülmeden açıkta kalıyordu. Dizginlenemeyen bir tükeniş yaşanırken insan alet üreten canlı olduğunu zaman zaman hatırlıyor ve özeniyordu. Kollarında derman kaldıysa ütopyasına ulaşmak için akıntıya kürek çekmeyi ihmal etmiyordu.

Derler ki, ?mutluluk kuşun kanadında?dır. Diyalog/iletişim canlı, görsel ve yakın/içten olmalı ki gerçek anlamda bir iletişimden söz-edilebilsin. Kristalize bir camdan yansıyan sözler, edimler/eylemler, görselliklerin bir diyalog olduğunu söylemek olanaksızdır. Böylesi bir diktenin niteliği olamayacağı gibi buna iletişim demek te olanaklı değildir. İletişimde niteliği aramak ve yakalamak için her şeyden önce doğal iletişim/diyalog yöntemlerinin güncellenmesi gerekir. Kişi mutluluğunu yaratan hem-kuşak ve hem de kuşaklar-arası diyalogun canlı olmasıdır; gerçek nitelik budur; bunun dışındaki nitelikten kastedilen ise entel gevezeliğinden öteye geçmez.
Bir don biçiliyor bedenlere uymayan ve her bedenin içine girmeye zorlandığı; beden dili tüketilmeye meylediliyor ve tin/ruh/algı/insan onun içinde kalıplaştırılıyor tek çözüm biçilen şekilsiz donu atmaktır….

Tv yayını mutsuzluğun kaynağı değil, mutsuz insanlar kitlesinin bir sığınağı; yaşanmamışlıkları görsel olarak yaşatan, duygu ve düşünceye hitap eden bir akışkanlıktır. Tüm programların bir amacı vardır ve öğretisel programlar da buna dahildir. Kitle iletişim araçlarının en etkilisi olan tv programları ile kitlelerin/insanların nasıl düşünmeleri, nasıl yaşamaları, neyi umut etmeleri, nelerden kaçınmaları, korkular/tabular, gülme biçimleri, espri anlayışı, mizah şekli, giyimden-kuşama, oturmadan-kalkmaya kadar yaşam tarzlarının inceden inceye işlenmesi ile çemberi tamamlar ve mutsuzluğun kaynağı olmadığı halde iletişimsizliği yaratarak mutsuzluğun tekil kalmasını sağlayarak sürmesini temin eder. Tv programları içerisinde zaman ayrılabilecek yapıtlar yok değildir ve fakat çok azlar. Tartışmaya kapalı toplumlarda düşünme tembelliğinin temel sığınağı tv olsa gerek.

Net ve Tv nin bağımlısı olmadan iletişim aracı, bilgi edinme aracı olarak kullanılması olanaklıdır ve bu da ortaklaşma ile mümkündür. Nick denilen şey, bir kenarda dursun…

Nejdet Evren
/ ocak 2012, Batı

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir