Tol (İntikam) / Bir İntikam Romanı – Murat Uyurkulak

“Tol, bize her şeyin parçalanabilirliğini hissettirdiği için, çok güçlü bir roman. Yazmanın, yaratmanın, varolmanın şehvetini hissettirdiği için. Siyasi çalkantı dönemlerini siyasetin kekeme lehçesine bir an olsun bulaşmadan yaşatabildiği için. Hiçbir çıkış yolu göstermediği, hayatı yolculuğun kendisi olarak yansıtabildiği için.” Yıldırım Türker

“Epeydir yazmayan ayyaş bir şairle hayattan çoktan vazgeçtiği halde son noktayı koyamayan genç bir musahhihe, Diyarbakır’a yaptıkları tren yolculuğunda eşlik ediyoruz bu romanda. İstasyonları birbiri ardında geçerken Türkiye’nin yakın siyasi tarihi de yavaş yavaş seriliyor gözlerimizin önüne, hem de sesi bize genellikle ulaşmayan aktörlerin ağzından. Murat Uyurkulak bu ilk romanında çok güç bir işi başarıyor: acıklı olduğu kadar komik, eleştirel olduğu kadar yandaş, hüzünlü olduğu kadar ümitli olmayı.” Tanıtım Yazısı

Açılış bölümü, s. 11-17

Devrim, vaktiyle bir ihtimaldi ve çok güzeldi.
Saraylara merakla bakan sivil çocuklar hatırlıyorum. Geniş caddeler arşınlayan kavruk adamlar, böğürtlen yiyen kara kadınlar, sert laflar gezdiren kuru ağızlar…
Annemin ağzı fazla bozuktu.
Herhalde sadece benim korkmadan bakabildiğim, baştan başa izlerle kaplı yüzünün ortasında, buruşuk bir yaraya benzeyen ağzını açar ve her seferinde aynı şeyi söylerdi: “Bizi düzdüler. Çocuklarımızı da düzecekler. İçlerinde ne kadar tarih, dua, silah ve dahi şan varsa üzerimize kusacaklar…”
Annem biraz kaçıktı. İlkokula başlamıştım, intihar etti.
Ben babasız da bir Yusuf’tum. Konsey’i gözümle gördüğüm sabah, uslu ve yaşlı bir çocuktum. Yatağımı ıslatmıştım yine. Utangaç bir serinlikle uyandım. Perdeyi araladım ve yetiştirme yurdunun kapısında bekleyen ufak tefek askeri seyretmeye koyuldum.
O askerin üniformasında, sonradan bütün hayatımı boydan boya çizecek, haki bir bıçağın bilenmeye başladığını nereden bilecektim? Çiş kokusu hoş bir kokuydu, haki tuhaf bir renkti. Hep yarım kaldım, hiç tam doymadım, tam bağırmadım, tam dokunmadım. Bıçak ruhumda dehşet bir fısıltı gibi ilerledi ve ben tam ortamdan yarıldım. Ruhuma bir hayat yakıştıramadım.
Oysa o sabahtan önce ben, henüz ruhubütün bir Yusuf’tum…

*

Yıllar sonra ben nedense hâlâ Yusuf’tum. Çok düşünüyor, düşünürken dalıp gidiyordum. Durmadan ne düşündüğümü soruyorlardı bana. Birilerini, bir şeyleri, bir yerleri diyordum, ama yetinmiyorlardı. Aç köpekler gibi soruyorlardı: Kimi, neyi, nereyi?
Borçlarımı, desem inanmazlardı. Borçlu olmamı yadırgarlardı. Yıllardır aynı ayakkabıyı, aynı gömlekle ceketi giyiyordum. Çaycıya bir kez bile çay ısmarlamamış, öğlen kazıntılarını simit kemirerek bastırmış, her mesafenin yayası olmuş, yaş günü partilerinin bir tekine bulaşmamıştım.
Aynur’un memelerini, desem hiç olmazdı. Aynur patronun yüksek lisanslı metresiydi. Ulaşılamayacak kadar pahalı memeleri vardı.
Ben de, onu diyordum. O’nu, O olanı. O kimdir diye soracak olduklarında, sizin ve benim tanımadığımız O, bir başka O, herkesin O’su diyordum. Gülüyorlardı tabii. Onların gözünde zararsız bir deliydim.
Dünyada varoluşumun bu kadar sorunlu olacağını hiç tahmin etmezdim. Yirmi yaşında, kalıbı, rotası, adı gayet belli bir hayata yazılıydım. Otuz yaşına geldiğimdeyse, bin kapıdan kışlanmış bir tavuk kadar şaşkındım. Ne bir rotam, ne kalıbım, ne de adım kalmıştı artık. Bildiğim, öğrendiğim hiçbir şeyden emin değildim. Ağzımı araladığımda, dudaklarım yuvarlaklaşıp bir balık misali ağır ağır açılıp kapanıyor, beynimde cümle fikrimi felç eden sıcak, koyu sıvılar dolaşıyordu. Oysa yaşlandıkça, en azından birkaç şeyden emin olması gerekmez miydi insanın?
Bu sefilliğimin nedenleri üzerine uzun uzun düşünecek vaktim de yoktu. Otuzlu yaşlarında insanın en az sahip olduğu, sahip olduğu yıllara karalar bağladığı şeydi vakit. Bazıları için vaktin kendine uygun işlerle buluşup, tek bir hücreye sığışıp, bir hale yola konulduğu oluyordu elbet. Ama benim gibiler için, kendine göre yatak bulamamış, bulacağa da benzemeyen bir hayatın bütün ferahlıkları es geçerek azalttığı bir vakitle, ancak azap verici bir karşılaşma söz konusuydu. Tabelada sürekli şöyle yazan bir karşılaşma:
Vakit: 1 – Tavuk: 0.
Neyse ki tabelayı ara ara silebilme şansın vardı. Bir sabah kalkıyor, sigaraya, içkiye, pespayeliğe lanetler okuyup eline fırçayı alıyor ve tabelayı boydan boya beyaza boyuyordun. Ve karşısına geçip mutlu mesut son sigaranı yakıyordun. Ne var ki sigaradan daha son nefesi çekerken, o taze mutluluk, o güçlü bir arabanın gazına hafif hafif dokunma hissi dondurma misali erimeye, fazla vefalı bir cıvata gibi aşınmaya başlıyordu. Kaçınılmaz olanı, çok iyi tanıdığın sonu beklemeye başlıyordun böylece. İşe gidiyordun, mesai yapıyordun ve akşam müdavimi olduğun meyhanenin kapısından girerken, tabelada bu kez siyah rakamlarla, daha da vahim bir skorun yazdığını görüyordun:
Hayat: 5 – Balık: 0.
Her yaşın kendine göre bir güzelliği yoktu. Emin olduğun, farkında olduğun hiçbir yaşın güzelliği yoktu. Yaş öyle bir şey olacaktı ki, sen bilmeyecektin. Sana yaşını sorduklarında şaşıracaktın, şöyle bir durup hesaplamak zorunda kalacaktın. Yaş günü hediyesi verenlere ajan provokatör gözüyle bakacaktın. “Benim yıllarımı paketlemeyin ulaan, bırakın dağınık kalsın!” diye bağıracaktın.
Ama gelin görün ki ben hayatımı neredeyse dakika dakika sayar, yaşımı saniye nevinden hesaplar olmuştum. Gece geç vakitlerde eve döndüğümde, kalın harita metod defterimi açıyor ve hazırladığım on yıl süreli, 300 sayfa uzunluğundaki çetelede 24 kutucuğu daha karalıyordum. Dayanamayıp sızarsam da, ertesi gece, güleç, coşkulu, ellerimi titizlikle titreten bir tören eşliğinde, tek seferde 48 tane birden vurup geçiyordum. Burnum sızlıyordu zevkten.
Aslında yirmi dört saat esasına göre hazırladığım o çeteleden hiç memnun değildim. Sürekli dakikaları hesap edebileceğim, dahası yanımda taşıyıp her fırsatta karalayabileceğim bir çetele yapmayı hayal ediyordum. Ama zordu, her şey, hep zordu. Çetelenin yirmi dörtlüsüyle yetinmeli, kırk sekizlik geceleri şölen saymalıydım.
Uzun yıllar yalnızlığımla teselli buldum. Çünkü yalnızlık kolay bulunur bir olanak değildi. En azından herkes yalnız kalamamaktan şikâyet ettiğine, şikâyet ettikçe çözülüp çoğalıp düzüştüğüne göre öyle olması gerekirdi. Bense bundan şikâyet etmek bir yana, aşırı dozda yalnızlıkla iştigal halindeydim. Hayatımda önemli birer yer işgal eden iki masayı gözüm gibi sakınıyordum başkalarından. İş ve içki mekânlarında sahip olduğum masaların yanına yöresine kimseyi yaklaştırmıyor, yaklaşanları öyle heybetli bir suskunlukla karşılıyordum ki, bir-iki aşağılayıcı, alaycı lafı sineye çekmek dışında pek hırpalanmadan tekrar kendime gömülüyordum.
Masalarıma konuk gelen kadınlar olmadı değil. Çoğunlukla beni ahir zaman peygamberi veya edebi bir mucizenin hazırlığı içindeki uçuk bir şair sanan, sarhoş, fazla tokatlanmış, canı sıkkın kadınlardı bunlar. Yanımdan ayrılmaları birkaç dakikayı bulmuyordu neyse ki. Sonra ben evime çekiliyor, videoya en sevdiğim pornoyu takıyor ve ağır sarhoşlukla ağdalanan bir bedenler denizinde kaybolup gidiyordum.
Kadınlar haklıydı aslında, yirmili yaşların eşiğinde mucizevi şiirler yazdığını düşünen bir şairdim ben. Yazdıklarım benim kaderimdi, bu yüzden kaçınılmaz bir kuvvet taşıyorlardı. Ben, seçilmiştim. Yıkılacak ve yeniden kurulacak bir dünyanın, sadece benim bildiğim, dokunabildiğim diyarlarından zihnime akan kelimelerini yayıyordum etrafa. Akıl almaz, tanrısal ve büyülüydüler. Bu, tek bir kelimeyi bile ağlamadan, ölecek gibi coşkulanmadan, birilerini aklımdaki ölüm listesine eklemeden yazamamamdan da belli değil miydi?
Değildi.
Günün birinde dilimden bazı sokak adları, kapı numaraları, insan isimleri döküldü ve o ilahi ses kesildi, bir daha da hiç duyulmadı. Oysa kollarımdaki kırıklar kaynar kaynamaz, yaralarım kapanır kapanmaz O’nun beni affedeceğini, en azından olanları açıklamama izin vereceğini umuyordum.
İki evden üç ceset çıkmıştı ama, olmadı.
Şiirlerle birlikte bir kenti de böyle arkamda bıraktım ve kimsenin beni tanımadığı, benim kimseyi tanımadığım bu büyük şehre ayak bastım.
Bana ne düşündüğümü sorduklarında, O’nu diyordum. Ve eklemek istiyordum: O kadar dev, yılmaz, yıkılmaz bir O’ydu ki o, bir zamanlar, sanırım, bana ben kadar yakındı.
Sarhoşluktan boğulacak gibi olduğum bazı geceler, yüzlerce küçük resimle, yazıyla, fotoğrafla kapladığım masa aynasının karşısına geçiyor ve eksik, eğri büğrü kelimeler eşliğinde pes bir yakarışa koyuluyordum:
“Tanrım, söyle bana, ben daha ne yapabilirdim? Herkesin darbelerle buzdan delilere döndüğü bir zamanda ayağa kalkmadım mı? Benim de kanı çekilmiş bir devrime adadığım kanatlarım, uzun, serin nefeslerim olmadı mı? Sesimi, paramparça bir devrimi devralan kardeşlerimin sesine katmadım mı? Batı’dan Doğu’ya, her biri aşkla titreyen kelebekler uçurmadım mı? Beni bağışlasana, beni bağışlasana, beni bağışlasana…”
Küçük bir açıklık kalmıştı fotoğrafların arasında, her defasında sol gözüm o açıklığa rast geliyordu ve ben sadece sol gözümle ağlıyordum. O açıklığı kapatıp aynayı tamamlamaya cesaret edemiyordum. Sol gözüm yaşayan, hatırlayan yanımdı benim. Bu yarım hatırlamalarla, minvali hiç değişmeyen bir ömrü tamama erdireceğimi sanıyordum. Sol gözüm son kez aynadaki açıklıkta kendisine bakarken, ben yine aynı evden aynı ofise, aynı ofisten aynı meyhaneye, aynı meyhaneden aynı eve yürüyecek, aynı O’na yakaracak ve neden sonra elimde bir tabancayla, kalan yirmi dört kutucuğu da karalayıp gölgelere çekilecektim.
Yanılmışım.
Hayatım, artık varlığından bile emin olmadığım bir şehre akacaktı aniden.
Nihayet ruhumun fermuarını çekebilecektim.
Ve haysiyet denklemime bir çekidüzen verebilecektim…

*

Yusuf olan ben, zamane kitapları basan bir yayınevinde musahhihtim. Ansiklopedi maddelerinden, tarih kayıtlarından kolajlanmış kitaplar düzeltirdim. Kapıdan, kollarının altında nemli, haşat kâğıt tomarlarıyla giren, sakallarından, saçlarından, bütün mahrem yerlerinden öfke tüten esmer kadınların ve erkeklerin dışarı kürenmesini seyrederdim her gün.
Vicdanı beline kaymış editörüm, ölüm listemin ilk beşinde olduğunu düşünemeyecek kadar muteber bir adamdı. Ona, bizzat bastığı kitaplardan harlayacak, giyotinli ve mancınıklı bir ölüm yakıştırıyordum.
Musahhih olmak, sapık olmak gibi bir şeydir. Taze dizilmiş sayfalardan kafa kaldırıp ânında bir seri katilin kıyafetine bürünebilecek, bereli insanlardır musahhihler. En azından, ben de dahil, tanıdıklarım hep öyleydi.
Bu işi garip bir tesadüf sonucu bulmuştum: Günün birinde meyhanede, hemen arkamdaki masada birilerinin, bilmem ne yayınevinin, masasının başında gece mesaisinin son demlerini otuz bire ayıran kıdemli musahhihini nasıl kovduğunu kahkahalarla anlattığını duydum. Ben o sıralar eklendiğim otel odasında, yatağımda, sık sık, ama olsa olsa kirli sarı bulvar gazetelerine bakarak otuz bir çekerdim. Terbiyeli mesailere fazlasıyla vaktim ve sabrım vardı.
Ertesi gün yayınevinin kapısını çaldım, benimle görüşen kadına melül melül baktım ve işe alındım. Vaktiyle zeki bir adam olduğum söylenirdi. Bir kez bile fırça yemeden, ne olduğunu anlamadan, düşe kalka, it gibi öğrendim işi, çok da başarılı oldum. Beş yüz sayfa düzeltir, tek virgül atlamazdım. İşaretlerin ve kelimelerin tuğlalar gibi köşeleri vardı, uygun yerlere yerleştirilmeleri yeterliydi.
Patronun, önünde duran biçimsiz, yırtık pırtık, yeşil dosyayı dalgın dalgın karıştırıp sigarasından çektiği derin nefesler eşliğinde beni kovduğunu söylediği sabah, yüzündeki üzüntü sanırım biraz da bundan kaynaklanıyordu. İyi, sessiz, sorunsuz bir elemandım. Yıllardır üç otuz paraya çalışıyor, gıkımı çıkarmıyordum. Kovulmamı gerektirecek ne olabilirdi? Dahası hakkımdaki bütün davalar düşmüştü ve polisin artık benimle ilgilendiğini hiç sanmıyordum.
Ama ilk gördüğümde, gıcır gıcır kapağının içindeki kâğıtlara kanlı imzalar bulaştırdığım o yeşil dosya işte şimdi patronun elindeydi. Demek bazı gazetelerde çıtlatılanlar doğruydu: Bittiğinde bile bırakmıyorlardı insanın yakasını. Ellerindeki dosyaları, birer lanet gibi peşine salıyorlardı. Belledikleri, bellemekten hiç vazgeçmedikleri binlerce insanı işinden ediyorlardı böylece.
Patron, iki gün nezarete alındığında yediği dayakları her fırsatta kıçı yanan bir tek kendisiymiş gibi uzun uzun anlatan, ne var ki kıçından korkan bir herifti. Yüksek bir düşüklük yaşıyordu, keyfi yerindeydi ve bozulsun istemiyordu.
Son derece net cümleler kurdu beni kovarken: Bölücüydüm, teröristtim, mimliydim ve bu şartlarda birlikte çalışmamız namümkündü. Cümlelerinin arasına bir küçük “üzgünüm” sıkıştırıp sıkıştırmayacağını merak ediyordum. Sıkıştırmadı. Yüzüme beyaz, temiz bir lazımlık gibi ışıldayarak baktı, “Hayatta başarılar,” dedi ve başını önündeki kâğıtlara gömüp sustu.
Midemde kalın bir bulantıyla kalktım karşısından. İki-üç parça eşyamı topladım, birkaç kişiye veda kelimeleri mırıldandım ve bürodan çıkar çıkmaz köşedeki büfeden bir küçük şişe kanyak alıp içmeye başladım.
Eve dönüşü mümkün mertebe geciktirmeye, kafamda mecburen erkene alınmış bir veda töreninin ayrıntılarını kesinleştirmeye çalışıyordum. Geride iz bırakmamalıydım. Önce harita metotta boş kalacak kutuların ait olduğu sayfaları yırtıp yakmalıydım. Aynayı, üzerindekileri yok ederek kendi haline bırakmalıydım. Porno kasetlerimi çok uzaktaki bir çöp bidonuna atmalıydım. Saçma sapan cümlelerle dolu bazı kâğıtlar da vardı sonra imha edilmesi gereken.
İz bırakmamam lazımdı. Yaşadığımın bilinmesini istemiyordum. En kötü ihtimalle, herhangi bir gazetenin bir vesikalığı bile taşıyamayacak kadar küçük bir köşesinde, tek satıra 11 puntoluk bir başlığın altında sıyırmalıydım bu belalı işten.
Ama töreni fazla geciktirdim. Gün ağarırken bir şişe daha kanyak aldığımı ve her daim taksilerin kuşatmasındaki o meydanda, bir banka, beni durmadan yalayan, pis bir köpeğin yanı başına uzandığımı hatırlıyorum en son.
Sızmadan önce köpeğe şunları söyledim sanırım:
“Bir zamanlar asra manşettim, şimdi 11 puntoyum…”

ELEŞTİRİLER GÖRÜŞLER
Hakan Gülseven, ?Bir intikam fantezisi?, Radikal Kitap Eki, 4 Ekim 2002

Uzun lafın kısasını önceden söylemek ve yazıların ilk paragraflarına bakıp bırakma alışkanlığı olan okurlara mesajı iletmek bakımından, Tol’u alıp okuyun, sonra da çıkışı bilboardlar, TV reklamları vs. vasıtasıyla duyurulan, her hafta bir mecmuaya kapak olan, ‘popüler’ konuları ve ‘flaş’ yazarlarıyla ‘best-seller’laştırılan kitaplarla karşılıklı kefelerde bir tartın, demek isterim…
Şimdi devam edebiliriz…
Tol, ‘Avrupa Birliği’ne uysun’ diye çıkarılan yasalarla serbest bırakılmış bir dilde, intikam anlamına geliyor. Yazar Murat Uyurkulak, o dilin sadece misafiri. Belli ki, ‘tol’u, fonetik bakımdan ‘intikam’a daha yalın, sert ve net bir anlam kazandırdığı için tercih etmiş. Ayrıca sözcükteki üç harf, kitabın üç ana bölümünün başlığı. Harfleri siz dilediğiniz gibi tamamlayabilirsiniz.
Tol yaklaşık dört yılda tamamlanmış. Dört kuşak ve dört kent, bir roman kurgusunda iç içe geçiyor. Romanda acıma yok; sıradışının olağan fantezilerine ya da sıradanın olağandışı düşlerine konu olabilecek çarpıcı bir intikam öyküsü var. 50’lerden bu yana öldürülen, eziyet çektirilen, teslim alınan, böcekleştirilen tüm kayıp kuşak mensuplarının üzerinde anlaşabileceği bir fantezi bu.
Murat Uyurkulak, insan yaşamlarını öğüten çarklarda yitip giden kurbanlara da, o kurbanların öfkesinin ulaştığı ‘intikam mağdurları’na da aynı acımasızlıkla yaklaşıyor. Kurbanlara acımak yerine, intikamın haklılığını vurguluyor.
İntikam, İzmir’de, Yamanlar Dağı’na bakan bir yetiştirme yurdundan, Diyarbakır’daki ciğerciye, İstanbul’daki musahhihin masasından, Ankara Maltepe’deki ucuz bir otel odasına kadar, ‘dipteki’ türlü mekânlarda büyüyor Tol’un içinde. Murat Uyurkulak, her kentin kaldırım taşlarına sinmiş birer karakteri olduğunu biliyor, onları ücra mekânlarında buluyor, kulaklarından çekip çıkarıyor, berrak tasvirlerle okuyucunun önüne atıyor. Üstelik dört kuşaklık zaman dilimi içinde kentlerin geçirdiği doku değişimini, ki buna çoğu durumda şahsiyetsizleşme süreci demek de mümkün, teşhir ediyor. Evet, teşhir ediyor!
Narin okur için bir uyarı: Tol, yoksul mahallelerde, ölü evlerindeki yemek bolluğunu gören çocukların, yaşlı nenelerinin ölümünü ‘keşke’lerle beklediği gerçeğini tokat gibi çarpıyor suratınıza. Ezilenlerin, itilenlerin, günlük yaşamlarında ne kadar sefilleşebileceği ve fakat o sefilleşme içinde büyüyen intikamın ne büyük bir değişim gücü taşıdığı anlatılıyor Tol’da.
İntikam ne kadar haklı?
İşte bu yüzden, Tol’daki öykü pek çok kişide ‘intikam’ı ve biçimlerini sorgulama isteği yaratabilir, hatta kesin yaratır. Tol’la birlikte, ister istemez intikamı bir vaka olarak düşünmek hali zuhur ediyor. İntikam ne vahşi bir duygu! mu?
Bir ‘intikam’ olarak 11 Eylül bombalamaları, karşılığında ‘terörizme karşı savaş’ intikamını doğurdu. İkiz kulelerde ölen yaklaşık 5 bin kişinin intikamı Afganistan’ın yoğun biçimde bombalanmasıyla alındı. Şimdi sırada Irak ‘terörizmi’nin cezalandırılması faslı var. Aslında intikam çok ikili bir vaka. Ne taraf intikam alıyorsa, kendi meşruiyetini kolayca yaratıyor. Bu vakitten sonra meselenin ahlaki boyutunu tartışmanın da bir manası kalmıyor.
Soruna ezen-ezilen ilişkisi çerçevesinde bakan Troçki, ‘kaşarlanmış ahlakçılar’ın, insan hayatının ‘mutlak değer’i üzerine saatlerce nutuk atabileceğini, oysa o ‘mutlak değer’in, başka bir ‘mutlak değer’ konu olduğunda derhal devre dışı kalabileceğini söylüyor. Ardından ekliyor:
“Bugün onların milli kahramanı, en kutsal hak olan özel mülkiyet adına silahsız işçilere ateş açılması için emirler veren bakandır; ve yarın, işsiz kalmış bir işçinin çaresizlikten deliye dönmüş eli yumruğa dönüştüğünde ya da bir silahı kavradığında, şiddetin hiçbir çeşidinin kabul edilemeyeceği üzerine türlü türlü saçmalamalara başlayacaklardır.
Ahlakçı haremağaları ve müritleri ne derlerse desinler, intikam duygusu haklıdır. İşçi sınıfının, olası dünyaların bu en iyisine boş bir aldırmazlıkla bakmamasını sağlayan en önemli ahlaki değerdir.”
Bundan sonra da intikamın biçimi üzerine tartışmaya geçiyor… Bu fasıldan sonra, Tol için intikamın güncel ve fantastik manifestosu desek sınırları pek zorlamış olmayız.
Tol’un edebi gücünün, yazarı hakkında, ‘Bu adam şimdiye kadar neredeydi?’ dedirteceği kesin. Ama başka bir şey daha var; Murat Uyurkulak, farklı yaşamların farklı dilleri olduğunu, ya da kullanılan dilin bir yaşamın en can alıcı noktasını oluşturduğunu gösteriyor Tol’da.
Ve elbette bu ‘dip romanı’nda ‘kayıp kuşaklar’ın kendi aralarında bir dil bağı kurabildiği de görülüyor. Belki de kaybedenlerin ortak dilinden söz edilebilir. Hatta ortak puslu bakışlarından, ortak sürüklenmelerinden, ortak intikam fantazilerinden…

DeepNot, 23 Aralık 2002

?Yıllar sonra ben nedense Yusuf?tum. Çok düşünüyor, düşünürken dalıp gidiyordum. Durmadan ne düşündüğümü soruyorlardı bana. Birilerini, birşeyleri, biryerleri diyordum,ama yetinmiyorlardı.
Aç köpekler gibi soruyorlardı: Kimi, neyi, nereyi?
Borçlarımı desem inanmazlardı. Borçlu olmamı yadırgarlardı. Yıllardır aynı ayakkabıyı, aynı gömlekle ceketi giyiyordum. Çaycıya bir kez çay ısmarlamamıştım, öğlen kazıntılarını simit kemirerek bastırmış, her mesafenin yayası olmuş, yaşgünü partilerinin bir tekine bulaşmamıştım.
Aynur?un memelerini, desem hiç olmazdı. Aynur patronun yüksek lisanslı metresiydi. Ulaşılamayacak kadar pahalı memeleri vardı.
Ben de ONU diyordum. O?nu, O olanı. O kimdir diye soracak olduklarında sizin ve benim tanımadığımız O, bir başka O, herkesin O?su diyordum. Gülüyorlardı tabii. Onların gözünde zararsız bir deliydim.?
Murat UYURKULAK?ın ?TOL? romanının daha başında işte bu satırlar yer alıyor. Arkadaşım tezgahın arkasında makarna sosunu kaynatırken ben de tam kendi kendime bambaşka alemlerin içine yuvarlanıp gitmişken o meşhur soru ?NE DÜŞÜNÜYORSUN?? zuhur edince dayanamayıp tezgahın üzerindeki TOL?u alıp ona bu satırları okudum.
NE DÜŞÜNÜYORSUN sorusunun cevabı yoktur çünkü. O sadece bir sorudur. Ama puslu zamanlarda şak diye ortaya atılıveren bir pusudur da aynı zamanda.. Bir caz kulübünde tek başınıza dikiliyorsunuzdur mesela. Hiç tanımadığınız bir bitiverir yanınızda ?Çok hüzünlü gözüküyorsunuz NE DÜŞÜNÜYORSUNUZ?? Sana ne, diyemezsiniz, Nasıl olur da sana düşündüklerimi anlatırım diye soramazsınız. Bu müstehcen bir soru cevabını duymaya hazır mısınız diye üstelemezsin. ?Yoo Üzgün değilim.? dersiniz. NOKTA.

Suzan Samancı, ?Diyarbakır’a giden tren?, Aydınlanma.net, 2003

Gustave Flaubert’e göre “Herkesin hayatı bir roman olmayı hak eder.” Ve kimin ağzını açsanız benim hayatım romandır der. Dinlerin, büyülerin ve mitolojilerin kıvrımlarından doğup gelen roman, kentleşme olgusu ve birey olma süreciyle ortaya çıkarken, her roman, her öykü, farklı bir eskiyi barındırır içinde. Okuru sıkmadan tatlı bir serüvene sürükleyip aynı zamanda kalıcı izler bırakan, düşündüren, sarsan romanlar çok azdır. Son aylarda çokça söz edilen Murat Uyurkulak’ın Tol adlı romanını okudum. Doğrusu 31 yaşında böylesi özgün ve başarılı bir romana imza attığı için kutlamak gerekir. Tol kolay gibi zannedilen, ama zor okunan bir roman. Özgünlük kurguda değil, onu sunmadadır şüphesiz. “Tol” adının yabancısı değiliz. “Tol” Kürtçe’de “Orospu” demek. Cesur, kıvrak, karmaşık bir o kadar da kendi olan orospu kurmacanın içine dalındığında, delimsirek ihtiyar Don Quijote’nin, Dostoyevski’nin sülalesinden fırlayanları görür gibi oluyor insan. Ve son yıllarda yaşananların kuvvetli bir izdüşümü. Başkaldırıp yara alanların sığınağı olmuş Diyarbakır’a giden tren. Sarsak şairin bir tomar dolusu mektuplarında, kaçıklar, sapıklar, devrimciler, mafyacılar, bürokratların yanı sıra, savruluşların, inançların, dağa sevdalıların, intikamcıların selinde sürüklenirken bol küfürlü sayfalar insanı hiç incitmiyor; öylesine doğal, öylesine yumuşak ve vurucu verilmiş ki… bunu çekici kılan ironik dili yerli yerine oturtmasıdır.

Haydar Ergülen, ?’Tol’, şiir!?, Radikal, 13 Kasım 2002

Yıldırım Türker’in roman dediğine ben şiir derim, hele bu enflasyonda! O, roman diyorsa, sonunda ünlem olsun olmasın, hepimize dokunan, bizi aramızda biraz daha azaltan, yokluğun ve hiçliğin dilini (var mıdır) şımartan bir kitaptan (defter, mektup, bakış, hatıra, yani suçsuzluk kâğıdı) söz ediyordur mutlaka. Bu da bana şiir gibi gelir, ben Tol’a şiir derim. Bilirim şimdi bazı az kitaplar için şiir de roman da aynı şey demeye gelir: İtiraz dilde sürmektedir ve kendini toparlayamadan, kelimeleri bir cümlede örgütleyemeden, çarpıcı bir başlangıç yapmadığı gibi vurucu bir bitirişle de bağlamadığı için, dünyayı ve hayatı roman gibi seyreden (okuyan) muhterem çokokurların kuvvetli alkışlarını alamadan, eee insan kendini her zaman yunmuş, arınmış ve aydınlanmış hissedemiyor, pazar öğle sonu, sonu başından belli ‘hayatı seviyorum’ filmlerine gidip dönüşte bitki çayı içmeye benzemiyor hayat, ve elbette Tol, yani itiraz sürüyor.
Murat Uyurkulak’ın Tol romanı (şiiri) için 3 Kasım 2002 pazar günkü Radikal İki’de, Yıldırım Türker’in yazdığı yazıyı mutlaka okuyun, ister romandan önce, ister sonra. Bazı yazılar, bazı kitaplardan aldığımız tadı daha da benzersiz kılarlar, çünkü kitap tanıtma yazısı değildir onlar, Tol’un da romana gelinceye kadar her şey ve hiçbir şey olduğu gibi. Tol, şiirdir, çünkü şiirsel bir dili ve şairane bir üslubu yoktur, bizzat şiirdir, çünkü “Devrim, vaktiyle bir ihtimaldi ve çok güzeldi”r, hâlâ, ve ‘ruhuna bir hayat yakıştıramamış’, şimdi, bütün çocukların sır kitabıdır. Hayret ve hayranlık kitabımızdır, o yüzden Ülkü Tamer’in dizeleriyle “Ben sana teşekkür ederim” Murat Uyurkulak Tol için.
Didem Madak’ın şiirleri de biraz Tol gibidir, sanki hiçbir kelime şiiri ‘muktedir’ kılmaya yetmesin diye yazılıyor gibidir. Ne tuhaf, Tol’u okumaya başladığımda aklıma Didem Madak’ın Grapon Kâğıtları ve şimdi Ah’lar Ağacı’nda topladığı şiirleri gelmişti. Tol’da Didem Madak’a rastladım sonra. Tol’un ‘bütünleşmeyecek’ yapısı, kurgusu, konusu, dili bizi hangi yolculuklara çıkaramıyorsa, ki yol yoktur yolcudan başka, Didem Madak’ın şiirleri de öyle, deliksiz bir uyku değil, parçalı, uykulu şeyler: “Heceleme beni artık Allahım/ Bırak okumaksız kalayım” derken öyle de. “Kaç metredir benim yokluğum?/ Benden daha çok var sanmıştım./ Benim yokluğumdan dünyaya/ Bir elbise çıkar sanmıştım./ Dünyanın çıplaklığına bakmaya utanmadan/ sonunda ben de alıştım” derken yekpare parçalanmış bir rüya yok mu burada?
Osman Akınhay Gün Ağarmasa romanında ‘nasıl bir insan olarak öleceğim?’ sorusunu soruyor ‘ölümü seçen çocuklar’ın gecesinden eski uzun geceye giderek. Şimdi burada mıyız? Şimdiye hiç geldik mi? Nasıl bir insan olarak yaşadığımızı biliyor muyuz? Bunların yanıtını aramak için geçen ve çoğu kez yetmeyen gençömürlerin toplamı hep eksik çıkar, eksiye çıkar ve sonunda roman, hayat, yazı, şiir hepsi birbirine karışır, ‘keşke yazılmasaydı!’ dersin: Yazı. Neyse yazı? Yaşamak ağırdır ya bazı şeyleri, bazen okumak daha da ağır gelir. Yazı ağırdır çünkü. Kimin yazısı? Vaktiyle bir ihtimal olarak ruhuna bir hayat yakıştırmaya çalışanların yazısı elbette. Osman Akınhay, üzgün kelimeler seçmemeye çalışsa da, bizi daha fazla üzmemek için, ne diyelim, ‘hiç kimse yetişemez bizim suçsuzluğumuza’ (Cemal Süreya) sayılsın üzgünlüğümüz.
Suçsuzluktan mıdır susuzluk çekmemiz, roman, şiir, hayat, geldik yine kum yazıya: Her mektup çöle düşüyor, her yazı Kerbela!

Sezai Sarıoğlu, ‘Devrim vaktiyle bir ihtimaldi ve çok güzeldi’, Yeniden Özgür Gündem, 13 Şubat 2003

Genç yazar Murat Uyurkulak Tol kitabına bu cümleyle başlıyor. Tol”u ikinci kez okurken devrimin ihtimal hesaplarının yapıldığı günleri düşünüyorum. Devrimle oturup, kalkan bir kuşak için “devrim” sözcüğü hala sihirli ve efsunlu. Ne ki, dünyanın hali kötü. Bizim mahallenin çocukları için de uzun bir zamandır “Devrim”in “D”si önce dipnota sonra da “tarih dışına” düştü. Sadece devlete değil, kendi savlarına ve kendi devrimlerine de yenilen bir kuşak şimdilerde “evrim”i başarmaya çalışıyor. Geçmişin “profesyonel devrimci”leri “profesyonel evrimci” olarak kerte kerte sisteme eklemleniyor. Kendini devrimin birinci tekil öznesi kabul eden bir gelenekten olan, yıllardır sistem içi yaşayan birinin, “Pazartesi günü devrimciliğe başlayacağım!” sözü bence tarihimizin bütün tuhaflıklarını açıklayacak kadar ironik bir cümle. Zaman zaman sosyalist olmak, hayatı, “Rivayet olunur ki kaçamak bir aşkmış devrim/ rivayet olunur ki, kaçamak bir devrimmiş aşk” gibi birşey.
“Devrim vaktiyle bir ihtimaldi ve çok güzeldi.”
Eskiden uzak ülkeler bilirdik. Onlar için yakın sözler söylerdik. Dünyanın bir ucunda bir halkın burnu kanasa, bizi ilgilendirirdi. Yani, bütün ülkelerin işçileri ve dünyanın bütün ezilen hakları devrime dahildi. Uzaklar, gitmeler devrime dahildi. Alıntılarımızı, dipnotlarımızı uzaklara da nişan alırdık. Uzaklara bakarken yakını, yakındakileri unuttuğumuz, dayanışmada imla hatası yaptığımız da olurdu. Çünkü yakın halklar devrime dahildi ama, o halk başka bir siyasi geleneğin sözünü dinliyorsa halklığından şüphe edilirdi. O halk gerekirse iptal edilip yeni bir halk seçilebilirdi. Çünkü biz halkın/halkların bilgili, bilinçli ve bizim siyasetimizden olanını severdik. Yine de, zaman zaman önce dilimizi, sonra yüreğimizi düzeltir, bir çaresini bulurduk dayanışmanın.

Yıldırım Türker, “?Tol?, roman!?, Radikal 2, 3 Kasım 2002

Benim bugünkü seçimim, beni çok heyecanlandıran bir romandan söz etmek. Seçim yasağına sığındığım sanılmasın. Seçimler yaklaştıkça gürültünün gücüne iyice yaslanıp ikbal avına çıkan beter muktedirlerin kararttığı dünyamıza çok inanmayın, isterim. ‘Seçimler bir şey değiştirecek olsa, çoktan yasaklanırdı’ sözünü hatırlatarak, eğer hemen yarına yönelik bir umudunuz varsa bir an evvel köreltin isterim. Hayatımızı gerçekten değiştirecek olanın nasıl bir şölen olacağına dair kişisel arkeoloji çalışmamda tesadüfen varmış olduğum bir durak, sözünü edeceğim roman. Murat Uyurkulak’ın romanı: Tol.
Tol’un altbaşlığı, “Bir İntikam Romanı”. İrkiltici bir uzlaşmazlığın, koyu mu koyu bir yeisin romanı, aynı zamanda. Kuşaktan kuşağa devredilen bir lanetin izini sürmek için yola düzülen bir adamın romanı. Kendine, tam da tükendiği, yolun sonuna geldiği, silinip kaybolmak, ardında en ufak iz bırakmadan buharlaşmak istediği bir anda armağan edilir, hiç tanımadığı babasının serüveni. Uzun bir tren yolculuğu boyunca başka bir lanetlinin eline sıkıştırdığı defterlerden, o acılı dönüşme-paralanma-kaybolma serüvenini takip eder.
Adettendir. Sorulur. Murat Uyurkulak, 30 yaşında; Tol, ilk romanı. Okuru sarsacak olan, romanın olağanüstü başarılı yapısı, benzersiz zenginlikteki dili ve yakıcı derdinden çok, kanımca, yazarın kendini oldurma serüveninin şiddeti. Uyurkulak, daha önce yazılmamış bir roman yazmaya oturduğunda edebiyatın o en tekinsiz, en karanlık bölgesini yurt ediniyor. O kıyıda emanetçisi olduğu dilin kilitli kapılarını bir bir kırarken, ne okurdan ne de dünyadan özür diliyor. Sonu gelmez bir sarhoşluk içinde gerçekliğini kurarken, kendini yazar yapan her şeyden vazgeçmeye hazır, asabi bir kırılganlıkla dikiliyor karşımıza. İnsan olmaya dair her şeyin son sözlerine talip, durmadan kendi kendini kışkırtan, muhteşem inançsızlığından şefkatli bir iman çıkarıveren bir yazar o. Soyuna soyuna derisini çatlatmış, incele incele havaya karışmış insanların şiddetini anlatırken kaleminin ucu da sivriliyor. Romanını kurdukça kendini de yeniden kurduğunu hissetmek mümkün. Dolayısıyla, Tol, klasik ilk roman tanımlamalarının dışında kalıyor. Kendinizi şehvetli bir edebiyat serüveninin ortasına dalıvermiş buluyorsunuz.
Uyurkulak’ın her anı, her duruşu didikleyen, okuruna soluk aldırmayan tavrı, zifiri bir dünya tasviri oluşturuyor. Suratsız, okunaklı olmak için okuru da yanına alıp yaratı serüvenine katmayan, ağzı bozuk bir roman, Tol. Ama belki son 30 yıldır bu toplumun kulaktan kulağa yaşattığı bütün sırları naralarla ifşa ediyor. Bu toprakların serapa yoksulluğunu, batının analitik geleneğinden tamamıyla kopuk bir sentaksla, son derece kişisel bir tarih okumasına yediriyor. Hiçleşme, kaybolma, kimlik değiştirme, sakatlanma, bu toplumun uğultulu ruh haletinin metaforuna dönüşüyor. Yeni dünyalar kurmaya çalışan, bu yolda önce kendini yok eden insanların hikâyesini anlatırken coşkunun, inancın, aşkın, zulmün, ihanetin, düşmanlığın ve intikamın en derin sarhoşluğundan ses veriyor. O derinlik sarhoşluğunda kara alay sonsuz hayranlığa; intihar yaşam coşkusuna; delilik peygamberliğe dönüveriyor. Birbirinin yaralarını yalayarak sağaltmaya çalışan aşağılanmışlar, dağılıverip bir başkası olarak uyanıyorlar rüyalarından. Belki bir tek o çok derin yaralarından uyanamıyorlar.
Yazarın, yokluğun köpeksiliğinden, vahşetin sonsuzluğundan, merhametin delirten karanlığından beline kadar sarkışını yürek ağızda izleyip tam da yuvarlandığı anda romanla buluşuyorsunuz. Murat Uyurkulak, büyük edebiyatçıların o benzersiz cesaretiyle çıkıyor karşımıza.
Bu yüzden kullandığı her kelime, sadece onun oluyor. Yazdığı roman da, sadece onun yazabileceği.
Bilirim, kapışılmaz. Şıpınişi bir tarza oturtulabilecek, önceleyeni saptanabilecek bir roman değil, elimdeki. Yazarı da ortaya çıkıp romanını anlatmaya kalkışmayacak besbelli. Ama bu romanın beni neden bu kadar heyecanlandırdığını, okuduğum andan itibaren neden o romanla yatıp o romanla kalktığımı anlatmaya çalışmalıyım belki de. Böylesine koyu bir anlatı, kendi özel ışığını kendi yaratıyor, desem yeterli olur mu? Türkçe’ye olan aşkımdan söz etsem? Bu romanı okurken Türkçe’nin engin imkânları karşısında bir kez daha içim ışıdı desem? Böyle bir dil, böyle bir anlatı yaratılabiliyorsa, bu dünyada kalmakta yarar var, desem çok mu abartılı kaçar? Varsın, kaçsın. Yakın geçmişine kıçını dönmüş, ağzını umuda açmış oturan insanlara kendi havai fişekler patlatan dilini armağan eden, böylesine tenezzülsüz bir edebiyatçıya az bile.
Tol, bize her şeyin parçalanabilirliğini hissettirdiği için, çok güçlü bir roman. Yazmanın, yaratmanın, varolmanın şehvetini hissettirdiği için. Siyasi çalkantı dönemlerini siyasetin kekeme lehçesine bir an olsun bulaşmadan yaşatabildiği için. Hiçbir çıkış yolu göstermediği, hayatı yolculuğun kendisi olarak yansıtabildiği için.
Hayır, böyle olmayacak. İyisi mi romanı açıp birlikte okumaya başlayalım:
” Devrim, vaktiyle bir ihtimaldi ve çok güzeldi.
Saraylara merakla bakan sivil çocuklar hatırlıyorum. Geniş caddeler arşınlayan kavruk adamlar, böğürtlen yiyen kara kadınlar, sert laflar gezdiren kuru ağızlar…
Annemin ağzı fazla bozuktu.
Herhalde sadece benim korkmadan bakabildiğim, baştan başa izlerle kaplı yüzünün ortasında, buruşuk bir yaraya benzeyen ağzını açar ve her seferinde aynı şeyi söylerdi: “Bizi düzdüler. Çocuklarımızı da düzecekler.
İçlerinde ne kadar tarih, dua, silah ve dahi şan varsa üzerimize kusacaklar…”
Annem biraz kaçıktı. İlkokula başlamıştım, intihar etti.
Ben babasız da bir Yusuf’tum. Konsey’i gördüğüm sabah, uslu ve yaşlı bir çocuktum. Yatağımı ıslatmıştım yine. Utangaç bir serinlikle uyandım. Perdeyi araladım ve yetiştirme yurdunun kapısında bekleyen ufak tefek askeri seyretmeye koyuldum.
O askerin üniformasında, sonradan bütün hayatımı boydan boya çizecek, haki bir bıçağın bilenmeye başladığını nereden bilecektim? Çiş kokusu hoş bir kokuydu, haki tuhaf bir renkti. Hep yarım kaldım, hiç tam doymadım, tam bağırmadım, tam dokunmadım. Bıçak ruhumda dehşet bir fısıltı gibi ilerledi ve ben tam ortamdan yarıldım. Ruhuma bir hayat yakıştıramadım.
Oysa o sabahtan önce ben, henüz ruhubütün bir Yusuf’tum…”

Asuman Kafaoğlu Büke, ?Tol?, Cumhuriyet Kitap, 9 Ocak 2003

Murat Uyurkulak’ın romanı Tol’u okumaya başlamadan önce “tol” sözcüğünün anlamını bilmiyordum. Aslında roman boyunca da sürekli “tol”un ne anlamlara gelebileceğini aradım durdum satırların arasında. İlk başlarda, bilmediğim bir dilde, belki Kürtçe bir anlamı olduğunu sandım, daha sonra “Betofın”, “Bah”, “Mayls” gibi bir besteci ya da yazarın adının Türkçe yazılışı olabileceği takıldı aklıma, çünkü kitapta yabancı isimler hep Türkçe okunuşlarıyla yazılmıştı. Sonunda, 213. sayfada “Tosun Osman’ın Leventleri” diye bir kitabın adı geçince “tol”un anlamını bulduğumu sandım, çünkü bu kitabın adındaki harflerin yanlış dizilmiş olması sayesinde roman kahramanı kendini (ve adını) silmeye çalıştığı bu dünyada, istemeden bir iz bırakıyordu. Ve bu dizgi hatası sayesinde bulunuyordu. Ya da “Tol”, örneğin “yol” yerine, aynı romanda anlatıldığı gibi, yanlış dizilmiş bir başlıktı (T, O ve L harfleri aynı zamanda, romanın üç bölümünün başlıkları ve T harfinin yazıldığı başlık sayfasına uzun süre bakınca bunu Y gibi görmek bile mümkün!) Neyse ki, “tol”un halk dilinde bir kelime anlamı olduğunu da sözlükten öğrenmiş oldum bu sayede, fakat sözlükte belirtilen üç anlamın da roman açısından fazla aydınlatıcı olmadığını söylemeliyim, böylece ilk kez bir roman hakkında, en önemli gizemini çözemeden yazmaya başlıyorum.
Tol’da bir başka takıldığım nokta kapağında yer alan Gesner Armand’ın “Karnaval Figürleri” resmi oldu. Neden böyle bir resim seçilmişti kapak için? Resimde önde duran figürün elindeki ip (yoksa bu kamçı mıydı?) darbeler, devrim, işkence, intikam ve adam asmaca ile anlam kazandı ama resme asıl anlamını veren sanırım, romanın ilerleyen sayfalarında karnaval ile devrimin özdeşleştirilmesiydi. Kitabı bitirdikten sonra, bundan daha iyi bir kapak seçilemezdi herhalde diye düşündüm kapağa tekrar bakarken.

Devrim İhtimali

Roman, “Devrim, vaktiyle bir ihtimaldi ve çok güzeldi” tümcesiyle başlıyor ve romanın sonunda “Bir ihtimal olduğunda, devrim ne kadar da güzel” diye tekrarlandığında, tüm romanın bu anlam üzerinde geliştiğini görüyoruz. Her şeyin kökünden değişebilme olasılığı, sadece bir ülkede değil, tüm dünyada değişebilmesi, gerçek anlamda tek heyecan yaratabilen düşünce aslında. Devrimin artık bir olasılık olmadığı bir dünyada yaşadığımızın üstüne basması da ağır bir yük gibi geride kalıyor romandan.
Tol, Diyarbakır’a trenle yapılan uzun bir yolculuğu anlatıyor; geçmişe sarkan bir yol romanı bu. Roman kahramanı Yusuf, bir yayınevinde düzeltmen olarak çalışıyor, trende onunla yolculuk yapan, aslında Yusuf’u babasına götüren kişi de, Şair. Yıllar ve kişiler çok iç içe anlatıldığı için, ilk başlarda karmaşık görünen düğümler sayfalar içinde çözülüp anlam kazanıyor. Romanın diğer kahramanları şöyle Cumhuriyetle yaşıt olduğunu bildiğimiz İsmail, hem de Şair’in ağabeyi. İsmail’den 15 yaş kadar daha genç olduğunu öğrendiğimiz Şair bu durumda 1938 doğumlu. Tren Diyarbakır’a 2000 yılında varıyor diye varsayarsak, Şair 62 yaşında. Genç Yusuf ise ilkokuldayken 1980 darbesini yaşadığından, henüz otuzlu yaşlarına yeni başlamış biri.
Bu iki Diyarbakır yolcusu içki ve duman etkisiyle geçmişe uzanıyorlar. Önce 60’lı yıllar, sonra devrimcilik ve ardından 80 darbesinin fon oluşturduğu öyküler, anılardan, mektuplardan anlatılıyor. İsmail dışında diğer tüm roman kahramanlarında belli bir benzerlik göze çarpıyor. Aşkları, çaresizlikleri, içki düşkünlüğü, hep aynı karakterin portresinin devamı gibi görünmeye başlıyor bir zaman sonra, Şair’in de Yusuf’a dediği gibi “…öğrendikçe sevdim seni, hikâyeni sevdim… aynı benim gibiydin, aynı baban gibiydin…”
Şair, Ahmet ve Yusuf farklı üç karakter olmalarına rağmen, hiç bitmeyen bir kavganın erleri gibi her nesilde yeniden çıkıyorlar sanki; tüm Cumhuriyet tarihi de benzer üç karakteri bir teke indirerek süreklilik kazanıyor. Hep dışarıda kalan, hep yalnız ve her defasında deliren bir karakter.
Uyurkulak romanda bazı gelenekselleşmiş imgeleri tersine kullanarak da bir etki yaratmayı başarıyor. Örneğin güvercin, bir barış simgesi olarak değil, kamu binalarına yerleştirilen bombaları ihbar eden görev üstlenmiş, böylece güvercinler uçtukça bomba haberleri yayılıyor ve devrimin çok farklı bir yoldan da olsa yine güvercinler simgesi haline geliyor.
Romandaki kadınlar da Aynur, Müyesser, Asya ve Senem gibi erkeklerin ulaşamadıkları kadınlar. Arzulanmalarına ya da büyük bir aşkla sevilmelerine rağmen ulaşılmaz olan bu kadınların yanı sıra, bir de dava yoldaşı kadınlar var. Bu kadınlar ise sevgiliden çok dost olarak tanımlanabilecek kahramanlar. Romanda anlatılan anneler ise hep uzak bir geçmişte kalmışlar; üç kahramanın da annesiz ve babasız büyümüş olmaları onları yine bu bahsettiğimiz benzerlik kalıbı içine sokuyor.
Kuşkusuz roman kahramanları arasında en sıkı bağ hepsinin şiir yazmış olmaları, aslında şiir, romanın bütünlük kazanmasında da önemli rol oynuyor. Ayrıca romanın kendisi de çok şiirsel bir anlatıma sahip
“Ülke güvercine kesmişti.
Şair’e göz kırptım, o gülerek dilini çıkardı.
Pencereden dışarı baktım.
Tren uçsuz bucaksız bir bozkırda ilerliyordu.
Bir fermuarı çeker gibi…”
Murat Uyurkulak’ın ilk romanı Tol, bir ilk romandan beklenmeyecek ustalığa sahip bir anlatımla yazılmış. Belki tek kusuru fazla kalabalık bir marjinal dünya anlatmasında yatıyor ve kişisel öyküler çok birbirlerine benziyorlar. Fakat yine de 2002’nin en iyi romanlarından biri.

A. Ömer Türkeş, “İsyanın Kürtçesi”, Virgül, Sayı 56, Kasım 2002

Toplumsal ve siyasal tarihimizin yakın dönemini Murat Uyurkulak da fantastik bir kurguyla anlatmış. Kürtçede isyan anlamına gelen Tol, etkileyici cümlelerle başlıyor: “Devrim, vaktiyle bir ihtimaldi ve çok güzeldi. Saraylara merakla bakan sivil çocuklar hatırlıyorum. Geniş caddeler arşınlayan kavruk adamlar, böğürtlen yiyen kara kadınlar, sert laflar gezdiren kuru ağızlar… Annemin ağzı fazla bozuktu. Herhalde sadece benim korkmadan bakabildiğim, baştan başa izlerle kaplı yüzünün ortasında, buruşuk bir yaraya benzeyen ağzını açar ve her seferinde aynı şeyi söylerdi: ?Bizi düzdüler. Çocuklarımızı da düzecekler. İçlerinde ne kadar tarih, dua, silah ve dahi şan varsa üzerimize kusacaklar…? Annem biraz kaçıktı. İlkokula başlamıştım, intihar etti. Ben babasız da bir Yusuf?tum.”
Okuduğumuz Yusuf?un “annesinin öngörüsünü haklı çıkaran” trajik hikâyesidir. Okuyucu Yusuf?la, o otuzlu yaşlarını sürerken, “bin kapıdan kışlanmış bir tavuk halindeyken,” yani yıllardır aynı ayakkabıyı, aynı gömlek ve ceketi giydiği, çaycıya bir kez bile çay ısmarlayamadığı, öğünlerini kuru simitle geçiştirdiği, her mesafenin yayası olduğu günlerde tanışır. Parlak şiirlerin şairi olarak bilindiği yirmili yaşları çoktan geride kalmış, bir tesadüf eseri bulduğu işini de yitirmiştir; hayat mağluplarındandır o!.. Büyük kenti tüketerek terk eder, Diyarbakır?a giden trenin yük vagonlarından birine cebinde tabancası, yüreğinde isyanıyla atar kapağı… Gözlerini rakı kokusuna açtığında, vagonda yalnız olmadığını anlayacaktır. Takıldığı meyhaneden aşina gelen bir yüzdür karşısındaki; romanın sonuna kadar sürecek bir hesaplaşma başlamıştır…
Kolaylıkla özetlenebilecek bir hikâye anlatmıyor Murat Uyurkulak; çoğu kez zamanların, kentlerin, insan ve mekânların iç içe geçtiği, yakın tarihin siyasi faillerinin savrulup giden hayatlarının öne çıktığı, şiddetin, işkencenin, direnişlerin bir görünüp bir kaybolduğu romanda, zihni alkolle bulanmış Yusuf ve yol arkadaşı, kişisel tarihlerinden yola çıkarak bugüne geldiklerinde, Yusuf?un babasının isyanıyla başlayan dairesel zaman tamamlanıyor. Yusuf?un kayıp babası Oğuz, ihtiyarın elindeki defterdeki hikâyelerle katılıyor onlara. Bu andan sonra hikâye yitik bir devrimcinin hayatına, Oğuz?a odaklanıyor ve yol boyunca mola verilen istasyonlarda ülkenin dört bir yanında patlayan bombaların, önemli şahsiyetlere düzenlen suikastların haberleri yayılıyor. İsyan günlerindeyiz artık…
Kendilerini o vakitler bir ihtimal olan devrime adayan birkaç kuşağın, Oğuz’un, Canan’ın, Adnan, Şadi ve diğerlerinin İstanbul’un gecekondu mahallelerinde, Doğu’nun dağlarında, İsmail gibi işkencecilerin ellerinde sönüp giden hayatlarını, parçalanmış bir bilincin içerisinden yansıtan Murat Uyurkulak, zaman zaman yaşanan şiddeti bütün çıplaklığıyla resmetmekten de kaçınmamış. O şiddet ki romana adını veren isyanın meşruiyetini kanıtlıyor. Çünkü onlar “sabahı ezip geliyorlar. Toplarıyla, tüfekleriyle, kasaturalarıyla, hınçlarıyla geliyorlar. Hepsi çok iri, hepsi çok haki. Başlarına yeşili sarılı bezler sarılı, yüzlerine siyah yağlar sürülü, postalları kocaman, bir karış eninde palaskaları, kn kırmızı madalyonları, yüzkleri, kn donduran gülüşleri…” İşte gecekondu mahallesine darbe sonrası yapılan bu çevirme harekatını anlatırken bilinci giderek silikleşiyor Oğuz’un, belleğinden silip atmak istediği kelimeler birbirine dolanıyor, bölük pörçük dökülüyor ağzından; “Vhşi bir dörthen çiziyorlr.. Komutahne, şkenchan, myhne, tecavha.. Yakaladıkları gnçlri kurşn diz.. Esmr’i, Sle2i, KMam’yı, Burc’yu ve dğrlern mydna sürkl.. parç.. soyy.. sryla… dflrc.. dövrk satlrc… bcklrmn arsndan kn… gğslr lm lm.. Şr srünerek şknchndn… biri klna giriyor, salih, kamyonet az ileride.. Hadi… hd… Esm… ğzındn kn kn… gözleri bembeyaz… gzlr bmbyz… Aaaaaaaaaaaaaa…….”
Latife Tekin’in Sevgili Arsız Ölüm’de kullandığı fantastik anlatıyı hatırlatan Tol, siyasi ve toplumsal olayları, o olayların mağduru kitlelerin perspektifinden aktarırken, mekân da doğal olarak yoksul mahallelerden, yetimhanelerden, bitirimlerin kol gezdiği meyhane ve randevu evlerinden seçilmiş. Böylelikle o alıştığımız bıkkınlık verici Beyoğlu manzaralarından da, küçük burjuva entelektüelinin varoluş sorunlarından da uzaklaşıyoruz. Üstelik ele aldığı hiç kimseye iltimas geçmiyor Uyurkulak; yoksulluk ve açlığın yarattığı acımasızlığa da tanık oluyoruz.
Fantastik bir tarzda, işlenmesi kolay olmayan meseleleri içinden çıkılması zor bir kurguyla, üstelik hiç aksamayan bir tempo ve dille anlatan Murat Uyurkulak, roman kariyerine iyi bir başlangıç yapıyor, umarım ikinci romanı için dört yıl daha bekletmez okuyucusunu…

Halim Şafak, “Dil acımasızdır”, İmlasız, Sayı 2, Temmuz-Ağustos 2003

bir

Roman dili gündelik dilin dönüşmesi olarak pek anlanmaz. Gündelik verili dil romanda tam anlamıyla bir farklılaşmayla ve kendini yıkarak ortaya çıkmaz. En azından bizde yazılan romanlarda genelde bu böyledir. Şiirsellik, imgesellik ve daha başka kimi arayışlar ve biçimsel yenilikler, savrulmalar kuşkusuz roman dilinde bir kırılmadır ama; buradaki asıl sorun yazılan romandaki dilin aldığı biçim ve içerdikleridir. Dilin anormalleşmesi, yıkıcılıkla ortaya çıkması, yıkmayı hedef almasıdır. Dil okuru sarsmanın en önemli yoludur. Bu yüzden romanda geliştirilen dilin günümüz dünyasında o sarsmayla dönüştürme ve yıkma gibi bir özelliği sahiplenmesi gerekir. Bir bakıma dil okuru mahvetmelidir. Buradaki mahvetme pratiğinin bir yandan da romanın kendisine dönük olması da başka bir taleptir.
Murat Uyurkulak?ın ilk romanı Tol bu bağlamda dil ve insan olgusunu tartışabileceğimiz özelliktedir. Tol?un roman olarak yapı ve kurgusunu dil ve insanın acısıyla ilişkilendirerek farklı çıkarımlar yapmamız mümkündür. Bu yazının meramı dili üstünden Tol?u irdelemektir. Derdim birey insanın edepsizliğinin ve bayağılığının romanın diline dönük açılımlarını ve bunun sonuçlarını tartışma konusu etmektir.

iki

İki kişinin İstanbul?dan Diyarbakır?a uzun tren yolculuğunun geçmiş ve bugün arasında acı bir yolculuğa dönüşmesi Tol?un asıl eksenini oluşturur. Tol, roman bütünlüğü içinde birbirleriyle bağlantılı öykü parçalarıyla kendini ve babasını başka bir deyişle dünyayı tanımaya ve yıkmaya çalışan bir düzeltmenin bir şairle geçen yolculuğudur.
Romanda tanımaya ve dahil olmaya çalışılan iktidarlaşmayanların dünyasıdır. Oluşturulan dil de iktidarlaşmayanların dilidir. Bu özelliğinden dolayı da Tol öncesinde sonrasında “devlet” ve “iktidar” olgusuna karşıdır. Tartışılan da insanın devlet ve iktidar olgusu karşısındaki anormal durumudur. İktidarlaşmayanların dünyası da devlet olgusundan uzakta yaşanan devletsiz bir dünyadır. Ama bu devletin onlara olan ilgisini hiçbir biçimde ortadan kaldırmış olmaz!
Romanın düzeltmenin babası ve geçmiş üstünden dünyayı sorgulamaya yöneldiği de belirtilmelidir. Dünya (sol dünya dahil) içinde de iktidarlaşmayanların durumu ayrı bir ilgi konusudur. Dünyaya yönelik bu olumsuz bakış romanın devlete yönelik bakışını hiçbir biçimde zayıflatmaz. Tersine o devlete karşılıktan dolayı sol dünyanın da sorgulanması gündeme gelir. Bu bağlamda Tol devlet kadar sol dünyayla da bir hesaplaşmadır. Roman kişilerinin anormalliği de doğrudan sola yönelik bir tutumdur.
Roman kişilerinin anormalliği insana bu dünyada yer açmayla yakından ilgilidir. İktidar talebinin ve otoritaryenizmin kendi biçimi dışında başka biçimlere hayat hakkı tanımadığını hatta düşünce olarak bile buna izin vermediğini biliyoruz. Roman kişilerinin ise büyük bölümünün belirlenmiş ve kurgulanmış insan tipinden başka bir şey olduğu bellidir. Bu halleriyle iktidar anlayışının hiçbir biçimde onları kabullenemeyeceği açıktır. Bu yüzden dışlanmışlardır, ötekidirler. Bu bağlamda Tol öteki?nin, öteki?lerin romanıdır. Öteki?lerin dünyası romanda müthiş bir iktidar karşıtlığıyla otorite ve devletle çarpışmaktadır.
Okuru asıl etkileyen olgu ise yazanın geçmişe ve geçmişin oluşturduğu dünyaya başka bir bağlamda duygusal yaklaşımı ve bağlılığıdır. Denebilirse Tol duygusallıkla örülü bir romandır. Buysa yaşanan ve okurun dahil edildiği acının doğurduğu bir etkileşimdir. Bir yandan da söz konusu duygusallık romanın insana ilişkin vurgusunu kalınlaştırıp daha belirgin hale getirir. Acıysa müthiş bir duygusallıkla yaşanır. Romanın bu özelliği geçmişe ilişkin bir doğallığı da belirginleştirmiş olur. Romandaki duygusal tavır bu bağlamda yazılanın şiirsel yanını da oluşturur. Şiirsellik o duygusallıkla romanı belirler.

üç

Tol öykülerin oluşturduğu bir romandır. Bunun romana ilişkin tercihlerden biri olduğu söylenebilir. Ama bu öyküler arasında bir bağ olmadığı anlamına gelmez. Tersine bağımsız gibi görünen öyküler birbiriyle ilintilidir.Tol?daki öyküler arasındaki ilişkilendirme ve bağın bildik “kurgu”yu içerdiği pek iddia edilemez. Öyküler arasında kurgudan çok kendiliğinden oluşan bir bağ söz konusudur. Murat?ın istediği bu muydu bilmiyorum ama böyle bir yapının oluşmasının romanın lehine olduğunu belirtebilirim.Romanı öykülerin oluşturmuş olmasını da yazılanın oluşturacak olduğu dile ilişkin bir imkân olarak görüyorum. Tol?un duygusal ve şiirsel dilinin bir bakıma bu öykülerden özelde de şiirle öykünün arasındaki şiddetli ilişkiden kaynaklandığını düşünüyorum.
Tol bu özelliğiyle kendini büyük ölçüde kurgusallıktan kurtarmaktadır. Murat?ın Tol?da kurgusallığa fazla ilgi göstermemesi anlatılmak istenenlerin ihtiyaç kabul ettiği bir tavırdır. Bu sayede Tol tarihini yazdığı insanların dünyasıyla uyumlu bir roman özelliği kazanır. Kaldı ki, Murat?ın romanında konu ettiği iktidarlaşmayanların belirlenmiş bir biçimi zaten hiçbir zaman olmamıştır, yoktur.

dört

İktidarlaşmayanların öne çıkan iki özelliği vardır. Bunlardan birisi sözcüğün tam anlamıyla insan olmalarıysa ikincisi insanlıklarına bağlı olarak iktidar karşıtlıklarıdır. Kurgu değillerdir. Buradaki iktidar karşıtlığını bütün iktidar biçimlerine ve otoritaryenizme karşıtlık olarak okumamız mümkündür. Romanda söz konusu edilen insanların normallik haline gelen anormalliklerini bu iktidar karşıtlığı oluşturur. Çünkü iktidar karşıtlığı normallik olmaktan çok bir anormallik halidir.
Bu bağlamda Tol?un insanın anormalliğinin yanında yer aldığı rahatlıkla iddia edilebilir. Üstelik verili olan açısından anormalliğin tam anlamıyla bir muhalifliği, karşılığı içerdiği görülecektir. Bunlara bağlı olarak belirtilmesi gereken başka bir ayrıntı ise roman kişilerinin büyük çoğunluğunun psikolojisinin bozukluğudur. Bunun da anlaşılır olduğunu düşünüyorum. İnsansal olmayanın normallik olarak sunulduğu bir dünyada anormalliğin ve psikolojik bozuklukların “normalliği” temsil ettiği belirtilmelidir. İnsanın insanlaşma eylemi zaten sözü edilen “bozukluğun” ta kendisidir. İktidarın/iktidarların oluşturduğu dünyada insanı belirleyecek olan anormalliktir. Çünkü anormallik normallik kadar iktidara karşıtlıktır. İktidara karşı bir durumdur.

beş

12 Eylül 1980 öncesi ve sonrasının yani son elli yılın birey insan temelinde ele alınışı bu iki döneme yönelik bir hesaplaşma düşüncesi kadar bir intikam duygusunu da somutlaştırır. Çünkü iktidarlaşmayanların hayatı yenilginin ve kaybedenlerin tarihidir.
Buradaki hesaplaşma ve intikam duygusunu iki insan özelinde bireyliğin şiddetli acısı olarak görmek mümkündür. Anlatılanın, belirlenenin ve kurgulanın aksine başka bir geçmiş ve bugün oluşturma talebidir. İki olgunun ihtiyaç kabul ettiği kadar şiddetlidir. Bu anlamda Tol roman olarak bir yadsıma ve reddetmedir. İkisinin beslediği yenilenme talebi ise müthiş bir kuşkuyla dillendirilir. Hatta bunun bir yenilenme olup olmadığı da tartışılır bir durumdur. Belki insanın ilkelliğinin bir kez daha yaşanmasıdır. Bu anlamda da insanın kendileşmesine yönelik bir çağrıdır.
Son elli yıl böyle de okunabilir. Elli yıl şimdiye kadar daha çok verili bir bakış açısıyla yazılanlarda söz konusu edildi. İnsana ilişkin durumlara ya değinilmedi ya da yüzeysel değerlendirmelerle yetinildi. Buysa insana ilişkin çıkarımlarda bulunmanın önünde engeldi. Oysa Murat?ın romanındaki dil büyük ölçüde bu verililiği kırılmaya uğratmaktadır. Tol insanı bütün kötücüllüğü ve olumlu yanlarıyla ortaya koymaktadır.

altı

Tol?da asıl dikkat çekici olan ise sürekli acıya ilişkin esaslı vurgudur. Acı insana ilişkin bir duygu ve haz olarak karşı çıkıldığı kadar olumlanır. Olumlama ise yazanın ve yazının asıl zorluğudur. Bu zorluk hiçbir biçimde acıyı ihtiyaç olmaktan çıkarmaz. “Acı olumlanması gereken bir şeydir ve, hiç kuşkusuz, olumlanması en zor şeydir de. Acı gerçek olanın gerçekliğine bir çağrıdır ve bu yüzden bizim gibi mahlukların en çok ihtiyaç duyduğu şeydir.” (Edepsizlik, Anarşi ve Gerçeklik. Ayrıntı,1999)
Murat Tolbağlamda Diyarbakır?a doğru zamanın egemenliğini hızla yararak ilerleyen tren birey insanın kendine yolculuğudur. Üstelik yalnızca acının gerçeklik kazandırabileceği bir yolculuktur. Zamana ise romanda sürekli belirsizleştirilerek karşı çıkılır. Zamanın egemenliği ve insan üstündeki belirleyiciliği o zamansızlaştırma sayesinde ters yüz edilir. Ama okurun Tol?u istediği zaman ve düzlemde okuma talebinin aynı zamanda yazanın da talebi olduğu bellidir.
Acı geçmişe ve bugüne yönelik hatırlamalarla insanın kendiliğinin yolunu açar. Hatırlamanın ise bir yaşantılamadan çok hayatın kendisi olduğu belirtilmelidir. Müthiş bir yaşama ve hayatta kalma isteğiyle bu hatırlamanın izi sürülür.
Hatırlama için insanın ihtiyaç kabul ettiği ise düzenli algının bozulup yerini düzensiz algıya bırakmasıdır. Ancak algının düzensizliği böyle bir hatırlama karşısında yaşamayı sağlayabilir.Tol?da yer alan kişilerin neredeyse hepsinin alkoliklerden oluşmasının yegane açıklaması da budur. İnsanlar alkolle kendilerine kimi zaman altından kalkamayacak kadar “güç” uygularlar. Hayatının düzensizliği ise “kendi hayatı pahasına” yaşama isteğine bağlanabilir. (agy) Bunu Thoreau?dan hareketle”sahici bir deneyim” yaşamak olarak anlayabiliriz. (agy)
Tol?un ortaya koyduğu hayat/lar bir deneyimdir. Bu deneyimler ise bugüne yönelik olarak kuşkusuz yeni deneyimlerin ve hayatların kapısını aralar. İki insanın tren yolculuğu özünde hayata ilişkin bir deneyimdir. Üstelik bu tren yolculuğu doğrudan hayatın içine olduğu kadar dışınadır. Bir bakıma dünyadan kurtulma isteğidir. Oysa Tol?u okudukça dışarı çıkmanın Sartwell?in deyimiyle “dünyaya karışmak” olduğunu anlarız. (agy) Hatta buradaki dünyaya karışmayı yine dünyadan “kurtulmak” olarak okumak da mümkündür. Tren yolculuğunun asıl oluşturduğu ise yaşanan dünyayı anlamak isteği kadar yeni bir hayat/dünya oluşturma ya da istediğini istediği gibi yaşama çabasının sonucudur.
Tol baştan sona bunun bir kurtulmama hatta kurtulmak istememe olduğunu imler durur. Çünkü “dünyadan kurtulmanın tek yolu da tamamen dünyaya gömülmektir” (agy) Üstelik “Kişi daima dünyayla iç içedir ve dünyayı araştırmak kişiyi giderek daha fazla dünyanın içine sokar.” (agy) Bu bağlamda Tol dünyaya dahil olmanın birey insanda oluşturduğu çarpışmadır.

yedi

Gündelik dil yazı dili karşısında başkalaşım geçirirken içerdiklerinden de büyük ölçüde kurtulur. Özellikle gündelik dilin hareketliliği yazı dilinde durağanlaşır. Birey insan katında yıkıcı bir özellik kazanan gündelik dil yazılanda başka bir bağlamda pasifleşmenin imkânı olur.
Gündelik dilin birey insandaki olumsuzluğu ve kötücüllüğü ortadan kalkar. Bu noktada edepsizlik ve bayağılıktan dolayı dilin içerdiği yoğun anlamlar sarsıcılığını kaybeder. Söz konusu kaybı insanın doğallığının ortadan kalkması olarak anlamak mümkündür. Günümüz romanında genelde insanlar kadar onların dili de mekanik ve yaşamasızdır. Mekanik olanın soğukluğu doğal olanın içtenliğini ve ilkelliğini acımasızca yok eder.
Bunu insanın kendinden uzaklaşması, kendine yabancılaşması, kendiyle arasına bir mesafe koyması olarak anlamak mümkündür. İnsanın kendiyle arasına koyduğu uzun mesafenin bir diğer anlamı kendini soyutluyor olmasıdır. Günümüz romanında insanın kendini dışlaması bu soyutlukla belirir. Bu durum insanın kendiliğinin, kendi olmasının zorluğu ile yakından ilgilidir. Belirlenmişi yaşayan insan ise hiçbir zaman kendisi olmayacaktır. Başkasının belirlediği biçim ve biçimlerde yaşayacaktır. Şiddetle ve çığlık atarak belirtilecek olansa açıktır: “insan olmak kendi olmamaktır!”
Kendi olmanın zorluğundan dolayı da insan yapı olarak kendi olmamaya eğimlidir. Buysa insanı yine kendi iç dünyasında varlığını tartışmalı hale getirir. Sartwell?in deyimiyle günümüzde insan iç dünyasında kendine karşı bir tür soyutlama haline çoktan gelmiştir. (agy) Birey insanın en tahammül edemeyeceği şey bu soyutlamadır. Tol ise bu soyutlamaya kesinkes karşıdır. İnsanın gerçekliğinden şüphe duymamızın boş bir çaba olduğu yineler durur. İnsanlar vardır ve soyutlamaya yönelik ağır müdahalelere rağmen istedikleri gibi yaşamaktadırlar. Yaşadıklarının acı olması bunu hiçbir biçimde değiştirmez.

sekiz

Başa dönersek dilin acımasızlığının düşünsel arkaplanını insanın acısı oluşturur. Dilin acımasızlığı ise insanın acısıdır. Acı ve acımasızlık dili aktif hale getirir. İnsanın acısı bu ilintiden dolayı dilde bütün şiddetiyle ortaya çıkar. Verili olanın dile ilişkin ayrımları ise çoğunlukla bu şiddeti bastırma amaçlıdır.
Verili dil hayatın içindeki dilin ayıklanmasından oluşur. Özellikle bedeni hatırlatan bir dilin dil dışı ilan edilmesi verili dilin asıl belirleyicisidir. Bu bağlamda dile ilişkin “argo” yada “müstehcen” gibi ayırmalar bu verililiğe ilişkindir. Böylesi bir ayrım insana uzaklığından dolayı baştan tartışmalıdır.
Sartwell?in “?en yüce? olan en bayağı olandadır.” (agy) demesi insanı ve bedenini bütün ayrımlar karşısında insana ilişkin tek bir gerçeğin parçası haline getirir. Arzu-haz ve acı?nın biçimlendirdiği şey insansal olan tek gerçektir.
Dile yönelik faşizan tavır bu bağlamda insanın içgüdülerinin gemlenmesine yönelik önemli bir araçtır. Modern dünya dilden başlayarak insan ve bedeni üstünde bir baskı oluşturur. Egemenliğin asıl oluştuğu yerse dildir.

dokuz

Son elli yılın romanı yenilerde yazılıyor. Şimdiye kadar yazılan romanların genel özelliği hayatı ve insanı ifade etmede içine düştüğü zorluktur. Günümüz romanına ilişkin dilsel sorunla da burada karşılaşırız. Çoğu zaman oluşturulan dil ve kişilikler hayattan uzakta durmanın asıl nedenidir. Buradaki durumu oldukça ideolojik bulduğum belirtmeliyim.
Bir bakıma romanda insanın hallerinin tekdüzeliği ve kurgusallığı yaşantılamayı engelleyen ideolojik bir durumdur. Söz konusu ideolojik durum insanın “olumsuzluğuna” ve “kötücüllüğüne” karşı bir eleştirellikle belirir. Bu bağlamda günümüz romanında insan bir eksiklikle ?doğal olanın ve kendinin eksikliğiyle? ortaya çıkar. Kendine giydirilmiş bir dil ve rolle aramızda dolaşır.
Bu büyük ölçüde dilin oluşturduğu bir yaşamasızlık olduğu kadar insana bakışın sonucudur. Romanda oluşturulan insana ilişkinlik böylelikle tartışmalı hale gelir. Okuduklarımızda karşımıza çıkan ilişki kurmakta zorlandığımız insan suretinde başka bir prototiptir. Hayatın içinden çekip çıkarılanlar romanda oluşturulan hayata dahil olduklarında hayata ilişkin bütün özelliklerinden kurtulurlar. Doğallıklarını kaybedip sentetikleşirler. Buradaki durumu romanın kurgusuyla açıklamaksa oldukça zordur.
Müstehcenliğin bir “sarsma tekniği” olduğunu biliyoruz. Ne var ki, müstehcenlik günümüz romanında erotizm daha ileride de pornografi olarak ortaya çıkıyor. Sonunda da insan hayatıyla pornografik bir ilişkiye dönüşüyor.İtirazım müstehcenliğin bunlarla sınırlanmasınadır. Başka bir deyişle erotizmin ve pornografikliğin yıkıcılığının yerine görüntülerin öne çıkarılmasıdır. Pornografinin görüntü ve gösteriyle sınırlanmasıdır. Bu verili bir pornografiklikdir. Oysa müstehcenliğin asıl oluştuğu yer yazılanın dilidir.
TolMurat romanında bu dili özellikle öne çıkarmaktadır. Onu dışlamak isteyenlerin karşısında yer alarak onu hayatın içinde tutmaktadır. Üstelik Tol?daki dil hayatın ve onun acımasızlığının dilidir.
Edepsizliğin ve bayağılığın dilinin toplumsal olandan dışlandığını biliyoruz. Hatta bunun tam bir “kazıma” faaliyetine dönüştüğünü söyleyebiliriz. Sartwell bu durumu şöyle açıklar: “İncelikli bin bir yol denenerek edepsiz sözcükleri tamusal söylemden kazıma gayreti, o aman vermez bedensellik gerçeğini unutma gayretidir.” (agy)
İnsan için belirleyici olan bedensel olandır. Bedeninin özgürlüğüdür. Bundan bedenin dilinin de özgür olması gerektiği anlamı çıkar. Oysa kamusallık bedensel olanı unutma, unutturma üstüne kurulmuştur. Jean Genet “Büyük sanatçının rolü, her kelimeyi değerlendirmektir.” derken bu hatırlatmanın gerekliliğini belirtmiş olur. Genet?ye göre: “bu kelimeler varlar. Eğer var iseler onları kullanmak gerekir, yoksa onları icat etmeselerdi.”(Jean Genet, Açık Düşman. Metis,1994)
Murat?ın romanında asıl meramı bu mudur bilmiyorum ama kaynağı ve nedeni ne olursa olsun romanının dilini iktidarlaşmayanların dili oluşturmuştur. Romanını günümüz romanlarından ayıran asıl özelliği budur. Dili kamusal alandan kazıma gayretlerinin tersine orada oluştuğunu göstermektedir. Toplumsal hayatın içindeki dilin varlık nedeninin de insanların kendisinin olduğunu belirtmektedir. Verili olanın normalleştirme çabalarının tersine dilin anormalliğini ve acımasızlığını duyurmaktadır. Benzer bir durum insan davranışları için de geçerlidir. İnsanların diliyle davranışları uyum içindedir. İnsan davranışıyla dili arasında bir eşitlik ilişkisi söz konusudur. Şiddet, saldırganlık gibi olgular da aynı bağlam içinde değerlendirilmelidir.
Tol bu özellikleriyle verili, belirlenmiş ve kurgulanmış olanın karşısına insanın arzusunu ve yaptığını koymaktadır. Romanda sıklıkla duyulan acının da asıl nedeni de bu arzu ve yapılanlardır. Burada bir baskılamadan çok özgürleşme söz konusudur. İnsanın özgürlüğünün davranışlarındaki ve dilindeki karşılığı bulup çıkarılmaktadır.
Tol bu bağlamda doğrudan insanın geçmiş ve bugün okumasıdır. Roman bunu oluşturmaktan çok doğallığı için de okura sunmaktadır. Özellikle belirginleşen hüzün ve kaybetme duygusuna okurun dikkatini çekmek isterim. Ne var ki, ordaki kaybetme duygusu yeni deneyimlerin de motorudur. Kaybetmek bir korku olmaktan çok yaşamaya nedendir. Kaybetmek için yaşamak gerekir. Romandaki ölümle hayat arasındaki gidip gelme de yaşama duygusunu ve isteğini çoğaltan başka bir etkendir. Buysa iktidarlaşmayanların yaşama isteği ve çabasıdır.
“- horlananları, dışlananları, kenardakileri sevmezsek şansımız kalmaz, tadımız hiç olmaz.
-Biraz açsan?
-Yerlileri, ibneleri, kadınları, çocukları, sakatları, bitkileri, hayvanları, taşı toprağı sevicez.
-Ayyaşları?
-En çok onları..”
yukarıdaki diyalog bunu bütün açıklığıyla gösterir.

on

Murat?ın ilk romanı Tol birey okuru yazdığı acının içinde görmekte ve peşinen acının paylaşıldığını kabul etmektedir. Bu yüzdenTol okurun acı duyarak okuyacağı bir yapıttır. Murat?ın Tol?da yazdıklarıyla acılarından kurtulduğunu ise hiç sanmıyorum. Çünkü yazının acımasızlığı öncesinde sonrasında okurdan önce yazanı karşısına alır. Murat?ın bu romanı yazarken çok acı çektiğini düşünüyorum. Tol?u yazmakla bu acılarından kurtuldu mu yoksa yazdıkları yeni acıların başlangıcı mı oldu bu sorunun yanıtını ancak Murat verebilir. Bana sorarsanız Murat eskisinden daha fazla acı çekiyor. İçtiği her sigaranın, doldurduğu her bardak rakının,biranın, şarabın bu acıyı daha da çoğalttığını biliyorum. Öyleyse okur Tol?u okurken insanın acısının hiç bitmeyeceğini peşinen kabul etmelidir. Tol insanın acısını paylaşmak kadar onu birlikte yaşamaya çağrıdır. Okura düşense bu çağrıya kulak vermektir.

Umay Umay, “Pis ve güzelsin Tol”, HaberTürk Gazetesi, 19 Aralık 2002

… sol elimi gererek açıyorum. avcuma bakıyorum. bakıyorum, bakıyorum; kahretsin yaa çok güzelim. avcuma gül suyu döküp annemin bacaklarını, ateşlenen her yerini ovuyorum. bu ona iyi geliyor. sağ elimle sık sık Tol’ün sayfalarını çeviriyorum. tekrar tekrar okuyorum. içim zangırdayan buzdolabı gibi. yanımda olsan murat, suratının ortasına öyle hiddetli bi tokat sallardım ki… annemi uyandırmadan, anıları uyandırmadan. birileri bilir hiç korkmam. korkmam da, eğer bu kadar güzel ve sarsıcı bir kitap okumamışsam!!! pis ve güzelsin Tol. annem iyileşince gözlerimde yüzen balıkları kırık akvaryumuna dolduracağım.
şair şiirine, şiir şairine, acı hakikatine, O EDEPLİ SÜRÜNGENLİK HALLERİMİZE, çok ama çok sevildiğimiz, hiiiiiiç sevilmediğimiz 12 eylül dönemine böyle bir kalemle ilk kez dokunuluyor. bu kadar usta, bu kadar genç, bu kadar acıtıcı. annem habire ne okuduğumuzu soruyor. ‘bir elmanın kızgın soba üstünde çıkardığı patırtının romanı anne’ diyorum. ‘elma yanıyor mu’ diyor, ‘soba sönüyor’ diyorum.
hemşire, bi şarkıcıyla neler konuşacağımı bilmiyorum dedi. biraz yüzü kızardı… benim de kızardı. dereceyi annemin sol kolunun altına koyup odadan usulca çıktı. bi kitapla neler konuşacağımı iyi bilirim murat. ama bi kitap nasıl kıskanılır bilmiyordum. bi kitap sol elim gül suları içinde ve anne tenindeyken nasıl okunur hiç bilmiyordum. öğrendim. sigara molası için hastanenin kapısına çıktım, denize baktım, bu kasabanın en yakışıklı devrimcisi kimdi diye düşündüm, buldum… ağladım; hepsi. babaa, balıkların gözyaşları mı denizler? yalan ya da gerçeklerin zapingini yapmaktan, çalım satmaktan, ahh edip inlemekten, ne kadar öğrendiğimi göstermekten, yırtık dondan fırlamış gibi ortalıkta gezmekten, gevezelik hastalığımdan, feylozof olma çabalarından, kısaca ıvırdan-zıvırdan vazgeçeli epey zaman oldu sevgili Tol. çünkü kendime başka unutuşlar, başka yalanlar, başka şarkılar, tuhaf ıvır zıvırlar, başka gürültüler, tükenmez kalemle sadece elbiselerime ve bacaklarıma yazdığım şiirler buldum. bana ya inanırsın, ya inanmazsın. usanmadan hep aynı şeyi yazacağım, her şeyi ama her şeyi aşk üzerinden anlatacağım. bana ya inanırsın, ya inanmazsın, ya da diğer sayfaya sıçrarsın. çünkü ondan daha güzel, daha büyük, daha gerçek bi yalan bulamadım. üzgünüm… belki annem de bu yüzden bu kadar hasta… belki sen de Tol’ü bu yüzden yazdın…

Sim Campbell, “İyi, saf, masum çocuklar”, Milliyet Sanat, Aralık 2002

Tol, tasarlamadığı bir tren yolculuğu boyunca babasının acıklı ve öç alınası hikâyesinin yanı sıra, ona eklemli, olmazsa olmaz başka hikâyelerle yüz yüze gelen yenik ve yılgın musahhih Yusuf’un anlattığı, bazen de diğerlerine anlattırdığı zengin ve dokunaklı bir öykü.
Bir darbe sabahı, ıslattığı yetiştirme yurdu yatağının serinliğinde uyanan Yusuf’un perdeyi aralayıp kapıda bekleyen ufak tefek askeri gördüğünde o sabaha dair söylediklerinin duruluğu daha ilk sayfadan kitaba bir süre teslim olmaya niyetlendiriyor okuru.
Uyurkulak’ın askeri darbe gibi sıkıcı ve karartıcı bir konuyu bile keyiflendiren örtüsüz, slogansız ve ahkâm kesmekten uzak yaklaşımını kitap boyunca hissetmek mümkün. Karakterler ustalıkla örülmüş, zengin ve gerek. Görünen o ki yazar, kitabının ana karakerleri kadar yan karakterlerini de hassas terazilerde tartmış, milim milim ölçüp biçmiş ve tam gereken yerlere, gerektiği kadar ve şekilde yerleştirmiş. Kitapta yazarın önemsiz gördüğü, içi biraz olsun şişirilmiş hiçbir karakter olmadığı gibi, ikinci derecede karakterlerin harcının kalitesi ?kanıksadığımız ölçülerde bile? ana karakterlerin gerisinde kalmıyor. Assolist Müyesser’in de İsmail karakteri kadar inceden inceye düşünüldüğü, Asya ve iyi kalpli kocasının askıntı sarhoş şair kadar özenle ve keskin gözlemlerle tasarlandığı gözden kaçmıyor. Karakterlerin titizce saptanmış güçlü iç sesleri okuyucuya başarıyla aktarılmış.
Uyurkulak kitabında berrak ve zorlamasız bir dili ekonomik kullanıyor, aktarmak istediğini okuyucuya tekdüzeliğe düşmeden veya yorucu olmadan veriyor. Okuyucuyla bire bir konuşmaktan kaçınmadığı birkaç yer ise çeşni olsun diye yapılmış hissini asla uyandırmadığı gibi karakterin ruh halini deşifre eder nitelikte; tabii ki birer kahraman onlar, iyi, saf, masum çocuklar. Her kim ki bir an için onların unuttuğunu, ihanet ettiğini, düştüğünü düşünmüştür, bundan sonrasını okumasın.
Sessiz sedasız karşımızda beliriveren Uyurkulak’ın yazdığı metin üzerindeki kontrolü ve hâkimiyeti oldukça yüksek. Tol’da göz ardı edilmemesi gereken bir nokta da romanda çekülün kaymamış olması. Yazar romanının iskeletini çattıktan sonra içini etlendirirken kontrolü elden bırakmamış, “yazarken kendini kaybetmenin karşı durulması zor şehvetine” kapılmamış. Böylece lezzetli olsa da acemi elinden çıktığı belli, orası burası fazlaca çekiştirilmiş bir ramazan pidesi sunmamış bizlere. Romanda “yazar buralarda kaybolmuş, dağılmış, toparlayamamış, tekrarlamış, savsaklamış, sündürmüş” denecek bir yer bulmak zor ve bu şık otokontrol özellikle genç yazarlarımızda pek sık rastlayamadığımız bir lüks. Bu anlamda bir ilk roman için takdire şayan, profesyonel bir disiplinle çalışmış. Uyurkulak.
Uyurkulak Tol’da en trajik anlatımların üzerine belli belirsiz bir tül perde çekmiş, biz okuyucunun kitaptaki telafisiz acıyı iyice ve gerçekten görebilmemiz için aradaki görüş ve algı mesafesini hep korumuş. Kıyım, çığlık çığlığa ama sakince, canhıraş ama bir iç çekiş gibi aktarılmış okuyucuya. Topal Ahmet’in Fransa’ya yazdığı mektuplar ne eklenecek ne de çıkarılacak tek bir kelime yokmuş hissini veriyor. Topal Ahmet’in yazdığı her satır yeterli ve gerekli, mektuplar Ahmet’in hallerini anlatmaya tam yetkili.
Kitabı oldukça beğenen, şakacı ve sözünü sakınmaz bir arkadaşımdan sık sık görüştüğü Uyurkulak’a “Bir dahaki sefere böyle karanlık yazma” diye takıldığını duyunca içten içe telaşlandım, çünkü insan beğendiği bir şeyin devamının da aynı formlarda geleceğini düşünüyor. Kötümserlik bu ya, hadi aynı maya iç açıcı konularda tutmazsa, o zaman ne olacak? Uyurkulak, Tol gibi ağır ve daraltıcı konusu olan bir romanı, hiç de hafif olmayan bir dille, saçaklamadan, sündürmeden, edebi değer kaygısından taviz vermeden yazıp, üstelik başından sonuna düşürmeden okutuyorsa, sakın hiçbirimizi dinlemesin, biz onu çok sevdik, bildiği gibi yazmaya devam etsin…

Salah Kemaloğlu, ?Parçalanmış hayatların parçalı romanı?, Dergibi, 5 Aralık 2002

Murat Uyurkulak, Tol adlı ilk romanıyla parçalanmış, ötekileştirilmiş, örselenmiş hayatların bir varolma biçimi olarak seçtikleri intikamın izleğinde, 1950’lerden bugüne “Türkiye’nin gayri resmi tarihine, gayri resmi bir bakış” fırlatıyor.
Türkiye’de pazar ekonomisine endekslenmiş popüler konuların ve isimlerin ardında gizlenen romanların nitelikleri tartışılırken, genç romancı Murat Uyurkulak, “Devrim vaktiyle bir ihtimaldi ve çok güzeldi” sözleriyle başlıyor romanına. Bir çokları için artık geride kalan bu kavramlarla giriş yaptığı romanıyla, Uyurkulak, popüler romanların vesayeti altındaki edebiyat dünyasında kendine farklı bir yer arıyor. Bunun yanında roman, Türkiye’deki birçok insana hiçbir çağrışımda bulunmayacak ?Tol” gibi Kürtçe bir isim taşıması, yazarın, romanın mecrası hakkında önemli ipuclarını veriyor.

Kinin intikamı

“Tol, Bir İntikam Romanı” genç bir yazar Murat Uyurkulak’ın ilk romanı. Modern çağda kavramsal bir izafiyete maruz kalan intikam sözcüğü Kürtçe karşılığı olan “Tol”la tanımlanmış. Bu sözcüğün dilin belâgatindeki yeri hem Uyurkulak’ın romanındaki intikamın şiddetini, hem de bu kelimenin kendi dil bütünlüğü içinde zaman ve mekandaki sınırsızlığı ortaya çıkarıyor. Yazar, ötekileştirilmiş, ezilmiş, mağdur insanların ruhlarından taşan intikamın izini sürüyor. “Dibe vurmuş yaşamlardan” intikamın izleğinde kendini varetme biçimlerini tartıştırıyor.
Uyurkulak, sol bir dünya tasarımında olan iki ayrı kuşağın kaybettiklerinin ardında yaşadıkları debelenmelerin, kişilerin iç şiddetinin, saldırganlığının ve alkolün esrik havasının içinde “Tol”u örgütlüyor. İzmir’de bir yetiştirme yurdundan, Diyarbakır’ın surları ile dar sokaklarına giden bir trenin ardında sürüklenen hikayelerle gerçekleşen roman, İstanbul’da eylem güzergahlarında, Ankara’da bir otelin koridorlarında ve dağlarda örselenmiş insanların intikamını anlatıyor. “Kötü annelerin” çocuklarının, iktidarın vurduğu şamarlarla içlerinde biriken kinin intikamı “Tol”…

Parçalanmış hayatların parçalı romanı

Tol, çoğu zaman hoyrat bir iç siddete dönüşen, uçlara taşan sevgisizliğin ve sevginin, “aşkın ve nefretin” tezatlarında şizofrenik eğilimleri olan kahramanların anlatımlarında parçalanmış bir roman. Bizleri rahatsız eden merhametsizlik ve ruhsuzluk içinde bir trenin kompartımanında intikam, ihanet ve intihar kavramlarının gölgesinde “dişe diş” bir hesaplaşma…
Uyurkulak, kahramanlarının hayatlarını birbirini tamamlayan hikâyelerle anlatıyor. Zamanın ve kahramanlarının konumlanışına göre dilini esneten yazarın, bir üslup arayışında olduğunu bir çok hikayesinde ulaştığı anlatım zenginliğini bazen kaybetmesinden görüyoruz. Bunun içinde oldukça parçalı oluşan kurgu, romanda bazı kırılmalara neden olmuş. Ancak çoğu zaman başvurduğu şiirsel anlatımındaki zenginlik ve “bilinç akım”larındaki başarılı aktarımlarla bir Virginia Woolf denemesi duygusunu uyandırması açısında oldukça güçlü ve şaşırtıcı bir düzeye ulaşmış.

“Ben sözümü söyledim”

Uyurkulak, sol bir gelenekten geldiğini anlatarak bu kitapta kendisini yönlendiren dürtünün yeraltında yaşamak zorunda kalan, devletten “zulüm gören” sevdiklerinin ve kendisinin hikâyesini anlattığını söylüyor. Tol’u gayri resmi bir tarihe gayri bir resmi bir bakış olarak değerlendiren Uyurkulak, “Ben sözümü söyledim. Şimdi artık başkaları söyleceklerini söylesin” diyerek bütün eleştirilere karşı mütevazice bir tavır alıyor. Uyurkulak, kitaba “Tol” ismini vermesini, Kürtlerin ötekiliğine yapmak istediği politik vurguya ve kelimenin dilin bütünselliği içindeki gücüne bağlıyor. Yazar, “Tol kelimesini duyduğumda çarpılmıştım” diyor. Sokak dilinden kopmamaya çalıştığını belirten Uyurkulak, romanın içindeki bir çok ögenin romanın fantastik arayışı içinde kendiliğinden oluştuğunu söylüyor.

SÖYLEŞİLER
Murat Uyurkulak:
“Tol: İlk intikam alındı…”
Söyleşi: Berat Günçıkan, Cumhuriyet Dergi, 5 Ocak 2003

Roman karakterlerinizin solculuğu nereden geliyor?
Üç kuşaktır solcu bir ailenin içindeyim. 12 Eylül öncesinde grevler, eylemler yer etti çocuk kafamda. Darbe, babamı amcamı falan değil, bütün bir ailemizi etkiledi. Ben de ailenin içerisindeki duygusal gelişmelere de tanık oldum.
Neler vardı 12 Eylül öncesinin o politik ailesinde?
Evimiz dolar taşardı. Sofralarımız büyüktü, neşeli, iyimser ve coşkuluydular.
Meslekleri ve partileri neydi?
Babam da, amcam da öğretmendi. Ne düzeydeydi bilmiyorum ama babam TKP’liydi. O ve annem sürgün yediler, İzmir’in kenar semtlerine sürüldüler. Amcam sanırım daha üst yerlerdeydi, TBKP’yi İzmir’de kuranlar arasındaydı, beş-altı ay cezaevinde yatmış, o zamana gelene kadar yeraltında yaşamıştı.
Tol’un kahramanlarının intihara-delirmeye kadar uzanan bir dağılmaları var. Bu nereye kadar aileniz, nereye kadar okuduklarınız?
Ailemdeki solculukla ilgilenenler çok dışadönük ve çok sevilen insanlardı, dar teşkilat kalıpları içerisinde değildiler. Öğrencileri gelir giderdi, çeşitli konuları tartışırlardı. Onların 80 sonrasındaki süreçleri benim de sürecim demek. Çünkü ben de erken yaşlardan itibaren partilerle, oradaki ruh sağlığını, akıl sağlığını yitirmiş insanlarla tanıştım. İzmir’de de, İstanbul’da da böyle insanlar, yani birebir delirmiş insanlar vardı. Bunların hepsi parça parça bir araya geldiğinde yazma sürecimde etkili oldu. Böyle tipler yaratmamın böyle travmatik bir arka planı var.
Siz kendinizi nasıl solcu olarak tanımladınız?
Teorileri bilme sürecim 15 yaşlarında başladı, daha erken değil. Spor müsabakalarında Sovyet sporcular yenildi mi, ben ağlardım. Yalnızca bana özgü bir şey değil. O dönem solcu ailelerin çocukları Amerika’ya karşı Sovyetler’in sporcularını tutardı. Onlar da çok başarılıydı.
Nadia Komanechi’ler..
Evet, buz dansı müsabakaları…
Bugün hayat ve politika böyle naiflikleri taşıyamayacak kadar sertleşti diyebilir miyiz?
Ben bir öğretmen çocuğu olarak çok arada yaşadım. Öğretmen çocuklarının şöyle bir kaderi vardır, ne çok yoksulsunuzdur ne çok zenginsinizdir. Üstelik size ilgi de gösterilir, ekabir takımı ve zengin veliler tarafından. Fakat 80’lerin ortasından itibaren ben artık yoksul bir ailede yaşadığımı düşünmeye başladım. Ve hep aklımın bir köşesinde şu oldu: Bir gün gelecek öğretmen çocuklarının intikamını alacağım. Devlet de dahil, yapılan hiçbir şey, hiç kimsenin yanına kalmaz. Bir gün gelir, biri eline silah alır, biri oturur bir kitap yazar ve o dönemin intikamını almaya çalışır.
Tol, bir öğretmen çocuğunun intikamı mı?
Siz öğretmenleri ya da devlet kademelerinde çalışan, aydın sayılan insanları daha iyi bir hayat talep ettikleri için sürüm sürüm süründürecek ya da meydanlarda coplayacaksınız. Hayat şartlarını giderek ağırlaştıracak, paralarını ellerinden alacak sefalete mahkûm edeceksiniz ve onların nispeten okumuş çocukları, annelerinden, babalarından dolayı bütün bunlarını acısını, aşağılanmasını yaşayıp öyle sessiz kalacak… Yok böyle bir şey, onlar sessiz kalmayacaklar. Benden öncekiler vardı, mücadele eden, ben şimdi hasbel kader kitap yazdım, bir intikamı dile getirmeye çalıştım. Benden sonra da olacaktır. Öğretmen çocuklarının intikamını mutlaka alacağız.
Peki bu kitap sizi yatıştırdı mı sizi?
Hayır aksine…
Romanın arkası gelecek yani…
Artık daha sert bir politika lazım. Çünkü 80’lerin başında ve ortasında benim sınıf kinim, sınıfsal öfkem bu kadar yoğun değildi. Şimdi gerçekten ciddi bir öfke taşıyorum. Çok kin taşıyorum. Yani ben yaşadıkça onlara rahat yok.
İki üniversiteyi yarım bırakmak, Radikal’in Dış Haberler servisine girmek, sonunda Diyarbakır’a yerleşme kararı almak… Tercih mi demeliyiz?
Duygu bu, bir sezgi, bir his… Beni kapatacakları bir yerden kaçmak sezgisi… Benim biraz okumaktan, biraz da kendi ilkelerimin bana vaaz ettiklerinden, fısıldadıklarından dolayı böyle bir lüksüm vardı. Ama şunu söyleyeyim kaçmak, terk etmek, oradan oraya sürüklenmek bilinçsiz ya da az bilinçli bir şekilde zaten milyonlarca insanın yaptığı bir şey… İnsanların nasıl aşağılık koşullarda çalıştığını siz de çok iyi biliyorsunuz. Her şeyi bir tarafa bırakın, insan bir ekmek alıp karnını doyurabilir ama insanların ruhlarını ve haysiyetlerini rahat bırakmıyorlar… En kötüsü de bu..
Neden Diyarbakır?
Şöyle ufak bir nedeni var ama bu nedenlerin ufağı, meşhur bir yazar olmaktansa meçhul bir yazar olmayı tercih ederim.
Neden?
Hiç gözümde değil. Her duruş bir eleştiri üretir, ama ben eleştiri de üretmiyorum, çünkü kimin ne yaptığı beni ilgilendirmiyor. Ben eğer böyle yaşamaya devam etmezsem 30 yıllık hayatımı çöpe atmış olurum ve bu 30 yıl benim için çok değerli. Benim dostlarım, ölmüş arkadaşlarım, işkence görmüş arkadaşlarım çok değerli, bütün bunları topladığımda benim hayatım değerli. Bu, Diyarbakır’a gitmemin küçük nedeni. Büyük nedeni ise çok basit, eşim Diyarbakırlı. İstanbul’da çok yorulduğumuzu hissettik, ben çok yoğun çalışıyordum ve birtakım şeylere vakit bulamıyordum, mesela 3-4 yıldır doğru düzgün okuyamadım. Bir de biraz sakin bir hayat yaşayalım, dedik. Yani bu aslında bir ailenin kararı.
Ya eşiniz başka bir kentten olsaydı…
İzmir ya da diğer memleketim Aydın olsaydı iki kat düşünürdüm. Şehir değiştirme kararını alırken bu şehrin Diyarbakır olması etkili oldu tabii. Düşünsenize, sokakta yürüyen on kişiden sekizinin faşist olmadığını bildiğiniz bir şehirde yaşıyorsunuz. Bu güzel bir hayat olsa gerek…
Orada kaybolmak mı istiyor musunuz?
Arkadaşlarla konuşurken gönüllü asimilasyona uğramak istiyorum, diyorum. Oraya Batı’da yetişmiş biri olarak gidip oryantalist tepkiler vermek istemiyorum. Ben politik bir insanım ve 1995’teki seçim blokundan beri Kürt hareketiyle yan yana mücadele ediyorum. Karışamayacağım yerler olacaktır, ama oradaki insanlara elimden geldiği kadar yakın olacağım.
Gidecek olmaktan dolayı heyecanlı mısınız?
Diyarbakır’a gidecek olmak, ama daha çok okuyabilecek, daha fazla zamana sahip olabilecek, daha rahat hissedebilecek olmak, daha çok heyecanlandırıyor.
Roman mı sizi Diyarbakır’a çekti, bu kente gitme isteği olduğu için mi romanda trenin son istasyonu Diyarbakır oldu?
Tesadüf, son derece tesadüf. Romandaki insanların Diyarbakır’a gitmesiyle benim şu an Diyarbakır’a gitmem arasında bir şey yok.
O zaman neden karakterlerinizi Diyarbakır’a götürdünüz?
Romanda coşkuyla diyor ya, “Kürtler barışıyor mu, bir tek orası kaldı”… Gerçekten içimin yağları eriyordu insanları gördüğümde. Karakterlerimin de isyanın bugün gerçek anlamıyla yaşatıldığı yere doğru gitmeleri gerekiyordu ve Diyarbakır bu anlamda çok iyi bir semboldü.
Sizin için de hâlâ öyle mi, yani ateşin olduğu yere gittiğinizi mi düşünüyorsunuz?
Gitme kararını alırken açıkçası Diyarbakır’ın politik niteliğini falan çok düşünmedim, gerçekten bu masum bir aile kararıdır. İlla Diyarbakır’a gidelim, orada bir ateş yanıyor, orada insanlar mücadele ediyor falan yok bunun içinde…
Neden Tol?
Taa, 1996’da yazmaya başladığımda, kitaba barbarlıkla alakalı bir isim koymaya çalışmıştım. Bu arada kitap dört kere falan yazıldı, editörlerin de hakkını ödeyemem, birlikte çalıştık ve sabırla okudular…
Okuyucuyu bir türlü kendi haline bırakmıyorsunuz, ister istemez karakterlerin yolculuğunu izlemek için, belleğini diri tutmak zorunda… Kurguya ne kadar emek verdiniz?
Valla, hiçbir şeyi çok bilinçli yaptığımı söyleyemem. Yazı ve ben karşılıklı birbirimizi inşa ettik. Ama temelde şunu biliyordum; hani bir tren büyük bir sesle gelir ve geçer ya, okuyucunun hayatında böyle bir şey yaratsın.
Roman boyunca hareket halinde bir tren var zaten…
Okuduğu sürece, 3-5 saat, 10 saat, 20 saat? ne kadar saatte okuduysa o süre içerisinde onun ruhunda bir tren gürültüyle gelip geçmiş etkisi yaratsın istedim. Hep o güdüyle yazdım, çünkü yazarken eğlenmek istiyordum, acı çekmek istiyordum. Gönlümde ne varsa onu yazdım.
Ne kadar eğlendiniz, ne kadar acı çektiniz?
Bu soruya cevap vermesem.
Peki.
Ben istiyorum ki, kitap üzerine başkaları yazsın, konuşsun…
Nasıl tepkiler aldınız, mesela 20 yaşındaki bir okur Tol’u okurken ne yaşadı?
Ben de çok merak ediyorum.
Hiç tepki almadınız mı?
Kardeşim 21-22 yaşında, artık 23 oldu, o 1-2 yıl önce okudu. Çok etkilenmiş, çok sevmişti. Ama onun dışında bir tepki almadım.
Zengin bir diliniz, güçlü imgeleriniz var, dil ve imgeleriniz nerelerde beslendi?
Babam edebiyat öğretmeni. Okulda başarı kazandığım zaman, ben her çocuk gibi bir bisiklet isterdim ama o getirip önüme kitap koyardı. Çok küçük yaşta okumaya başladım. Aile çok konuşkandı, bir de göçmen olmanın verdiği değişik, küfürlü konuşma biçimleri vardı. Bunları şimdi geriye dönüp baktığımda ayrıştırabiliyorum.
Kavala romanda da kendine bir yer bulmuş. Baskın olan taraf hangisi sizin yaşamınızda, babanızdan gelen Kavala mı, annenizden gelen Aydın mı?
Aslında her ikisi de baskın, ama yeniyetmeliğime kadar Aydın daha baskın. Çünkü 7 yaşına kadar orada yaşadım, bir köyde. 12-13 yaşında İzmir’de okumaya başlayınca İzmir baskın hale geldi.
Sizin yazarlarınız kimlerdi? Dönüp dönüp hangi kitapları okudunuz?
Herhalde Rıfat Ilgaz’ın Hababam Sınıfı’nı 50, Yaşar Kemal’in İnce Memed’ini 10 kere okumuşumdur. Yüz Yıllık Yalnızlık’ı dönüp dönüp başucu kitabı olarak okurum. Oğuz Atay’ı okuduğumu söylememe gerek yok. Kara Kitap’tan çok etkilenmiş, Calvino’nun Varolmayan Şövalyesi’ni okuduğumda çarpılmıştım…
Babanız kitabınızı okudu mu?
Okudu.
Nasıl buldu?
Kitaptan dolayı çok gurur duyduğunu biliyorum. Kimi yerlerde destansı yazmışsın falan dedi. Ama okuduktan sonra üç gün içti.
Kitabın kurgusu, gerilim taşıyor…
Biraz önce söylemeyi unuttum, polisiye-korku edebiyatını çok severdim, fırsat bulamadığım için artık okuyamıyorum.
Kurgudaki harekette bunun etkisi olabilir mi?
Olabilir, ne yalan söyleyeyim, Amerika’nın kendisini sevmiyorum, Hollywood’u da sevmiyorum ama ?aslında sevmiyorum diyecek düzeyde de bilmiyorum? hoş bir aksiyon ya da bir komedi filmi izlediğimde çok hoşuma gidiyor. Ağır filmleri çok izleyemiyorum, çabuk bitsin istiyorum. Romanda belki onun etkisi vardır.

“Deliler, şairler ve devrim”
Söyleşi: Nazan Özcan, Milliyet, 27 Ekim 2002

Kitabın sonlarına doğru “Her şeyi anladım, hiçbir şey anlamadım,” diye bir cümle var ki, kitapla ilgili tam da benim demek istediğimi anlatıyor.
Dört yılda yazdım kitabı, iki sene de editasyonla geçti. Çünkü çok riskli bir kurguydu. Farkındayım karmaşık bir yapısı var. Biraz ferah okumak gerekiyor; bütünlüğe çok takılmadan, hikâyelerin tadına vararak. Çünkü kitap, hikâyelerin aralarında çok gevşek bağlar kurarak bir tren yolculuğu düzleminde ilerliyor. Sonradan kendi bütünlüğünü kuruyor. Baştan onu vurgulamaya çalıştım. Okuyucudan bunu beklemek hakça bir şey mi, bunu bilmiyorum.
Altı yıl önce kitabın çıkış noktası neydi?
Ben İzmir?deydim ve fanzin çıkarıyordum. Şiir de yazıyorum. Oturdum bir gün yazmaya başladım, sonra da o kendince birikti birikti ve birden kendimi düz yazıda buldum. Düz yazının keyfine varınca da devam etti. Kitapta bir öfke var, intikam var. Devlete karşı bir duruş var. Çünkü benim sevdiğim herkes devletten darbe yedi. Bir kısım arkadaşım dağda gerilla olarak öldü, bir kısmı asker olarak… Babam meydanlarda coplandı. Kardeşim gibi sevdiğim insanlar türbanları yüzünden üniversitelere alınmadı. Akrabalarım yıllarca yeraltında yaşamak zorunda kaldı. Özetle çevremde gördüğüm herkes bu devletten bir şekilde darbe yedi. Ayrıca kitap, sadece buradaki devleti de karşısına almıyor.
Evet kitapta, İrlanda?ya, Bosna?ya, Kolombiya?ya, Peru?ya da atıflar var. Dış haberci olduğunuz için mi?
Bunları dış haberci olmadan önce yazdım. Öyle bir kader birliği oldu. Yalnızca Türk devleti değil, ben dünyadaki bütün devletlerin, sistemin suçlu olduğunu düşünüyorum. Dünyanın değişmesini istiyorum hâlâ. Benim için yeni dünya düzeni diye bir şey yok. Eskisi hâlâ hükmünü sürdürüyor, biraz postmodern bir şekilde. Görünüm biraz daha bulanıklaştı, yoksa meseleler aynı. Hatta daha da kötüye gidiyor.
“Tol” ne demek?
Kürtçe intikam. İki nedeni var bu kelimeyi kullanmamın. Kelimeyi çok sevdim, çünkü intikam biraz daha alışılmış, biraz daha gevşek bir kelime gibi. Tol biraz çekiç gibi. Bir de Kürtçe olması. Bu ülkedeki en büyük ?kenardakiler?in dili. Ülkenin yüzde 90?ı yoksul, onlar zaten kenarda, kadınlar, eşcinseller… Ben Kürt değilim ama bir misafir olarak bu ismi koydum.
Kitapta bir tane kaybetmemiş insan da yok. Bir tek İsmail kaybetmemiş gibi ama onun da sonu hayırlı olmuyor.
İsmail derin devletin adamı. Kötülük yaparsan yanına kalmaz, benim böyle ilahi durumum var. Onun dışında benim hayatım boyunca tanıdığım herkes kaybetti.
Ayrıca kitapta alkolik olmayan insan da yok. İnsan, komaya girecekler diye panik oluyor.
Kitabın büyük bir kısmını yazdıktan sonra baktım, herkes içiyor! Benim genel anlamda tanık olduğum şeyler. Bir kere benim ailemde herkes içiyor. Ben de dahil. Biz üç kuşaktır sol bir aileyiz, iki tane darbe yedik. Bir tanesi 12 Eylül, ikincisi de Sovyetler Birliği?nin çöküşü. Bu iki darbe üst üste gelince ben çok insan tanıdım, içmeye başlayan.
Bir de kitaptaki herkes neredeyse yarı deli ya da tam deli.
Devletin baskıları, işkenceler filan derken binlerce insanın psikolojisi bozuldu. Bu bastırılmışlık psikolojik sorunlar yarattı. Çok somut olarak gerçekten delirenler oldu. Parti binalarında kendi kendine sayıklayan, gerçekten delirmiş insanlar tanıdım. Somut dayanakları da var. Şairlerin, delilerin ve devrimcilerin gözünden alternatif bir son 50 yılı yazmak istemiştim. Niyetim oydu, becerdim, beceremedim bilmiyorum. Okurun ağızda tat bıraksın yeter yani.

“Öfkenin dışa vurumu ‘Tol'”
Söyleşi: Hikmet Erden, Müjde Arslan, Yeniden Özgür Gündem, 22 Mart 2003

6 yıllık bir çalışmanın sonucunda çıktı kitabınız. Edebiyata yönelme fikrinizin nasıl oluştuğunu anlatır mısınız?
İzmir’de fanzin çıkartıyordum, “Sardiyolar ve Kaplumbağalar” diye. O sıralar bir de kötü şiirler yazıyordum. Çok öfkeliydim ve bildiri gibi şiir yazıyordum. Büyük fantezi denilen büyük bir şiire başladım, 30 sayfalık bir şiir olacaktı. Sonra işin içinden çıkamadım. Dizeleri yan yana yazmayı denedim. Yan yazarken, şiirden çok düz yazıya daha uygun olduğunu gördüm. 1997’nin ortasıydı, o sırada aşçılık ve garsonluk yapıyor ve kitabı yazmaya çalışıyorum. Faşist mafyanın otellerinden birisiydi çalıştığım yer. İstifa ettim, bir markete gidip 20-30 paket makarna, uzun süre yetecek kadar içki aldım ve eve kapandım. 2 ay evden dışarı çıkmadım. Götürdüğüm yayınevleri yazdığımın bir roman taslağı olduğunu belirterek, yayınlamadılar. 2000 yılında o taslağımı geliştirip roman haline getirdim. Sonuçta 6 yıla yayılan bir emeğin ürünü oldu.
Peki Tol yaşamınızın bir yansıması mı?
Kitaptaki adamlar ya da kadınlar kadar cesaretli olmayı çok isterdim. Yeterince cesur olsaydım herhalde kitap yazmaz, başka şeyler yapardım. Öfkemi bu şekilde ifade etme olanağı buldum. Çünkü kendime dönüp baktığımda yazmasaydım, öfkemi başka ve daha anlamlı yollarla ifade edebilirdim herhalde.
Kitabınızın öfkeden çıktığını söylediniz? Peki kime, neye karşı öfke?
Öfkem düzene öfkedir, kapitalizme öfke, faşizme öfke, başımızdakilere öfke, bir avuç insanın kusacak kadar kötü koşullarda yaşayıp bunun farkında olmamasına öfke, insanlara öfke, hele öfke duymayanlara daha büyük öfke. Ben bu ülkedeki insanların çok öfkeli olduğunu düşünüyorum. Her dışarı çıktıklarında kafalarında cop kırılmıyor olsa tepedekilerin bir dakika duracağına inanmıyorum. İstanbul’da çalışırken, taksi şoförleri ile sohbet ettiğimde hepsinin meclistekileri öldürme fantezileri vardı. Kitap için özel bir öfke üretmedim zaten, varolanı estetize ederek yazmaya çalıştım.
Deliler, şairler ve devrimciler ekseninde dönüyor romanınız. Öncelikle karakterleri seçerken neyi dikkate aldınız?
Kimi yazarlar kitabı yazmaya başladıklarında, sonunu görebiliyor. Benim için Tol?u yazma süreci bilinçaltımın işlediği zamandı. Kitap, kalemimi serbest bıraktığım ve beni sürüklemesine izin verdiğim bir süreç oldu. Yazı yazma sürecinde karakterler şekillendi. Şairleri ya da delileri yazacağım diye bir amacım yoktu. Belirli olan birşey varsa, o da devrimcileri yazacaktım. Romana başlamadan önce başarısız şiirler yazardım. Şair karakteri de oradan doğmuş olabilir. Bu ülkede devrimcilerin yaşadıklarını hepimiz biliyoruz. Provokasyonlar, üç kağıtlar, kayıplar… Güzel şiirleri de solcular yazar, birkaç İslamcı şair ve sağcı şair dışında. Şiir gittikçe kendini kaybediyor. Hele medya bombardımanında, şu yaşadığımız fahişe çağda şiir de giderek rengini kaybediyor.
Size sıkça sorulmuştur kitabın ismi. Neden Tol?
Aldığım tepkiler genellikle şaşkınlıktı. “Neden böyle bir isim koydun diye?” Bazı insanlar satış kaygısı olduğunu düşünüyordu. Ne de olsa bugün Türkiye’de aydınlanmanın bayrağını Kürtler taşıyor ve en çok onlar okuyor. Bu ismi koymamın macerası şuydu: Ben kitaba isim arıyordum. Kitabın ismi “Barbarlık Korkusu” idi, kötü bir isimdi ve içime sinmiyordu. Zaza bir arkadaşım vardı gazetede. Kafama takıldı “intikam ne demek?? dedim, o da “Tol” dedi. Kelimeyi duyar duymaz bu dedim. Ne satış kaygısı ne de başka birşey. Satış kaygım olsaydı burada yaşıyor olmazdım. Türkler arasında da “neden kitabın ismi Tol” diye soruldu. Kitapta Kürtlere derin vurgular var. Birincisi kelimenin fanatiğinden, sertliğinden, ikincisi ise devrimcilere dair bir intikam hikayesinin Kürtçe bir isimle kimlikleşmesi bu ülkenin son 20 yılını çok iyi ifade edecekti. Son 20 yılın intikamı denildiğinde, en fazla acı biriktiren insanların dilinden olsun istedim.
Kitap, Diyarbakır’a bir yolculuğu anlatıyor. Temanın ağırlıklı olarak Diyarbakır üzerine şekillenmesinin sebebini biraz açar mısınız?
Bir tren yolculuğunun kitabın omurgasını oluşturacağını düşündüğüm anda, önce bunun uzun bir yolculuk olması gerekiyordu. Devrimcileri anlatıyordu kitap ve bu tren Diyarbakır’a gitmeyecekti de nereye gidecekti? Acaba neresi olsun diye bir dakika bile düşünmedim. Bu tren İstanbul’dan kalkacaktı ve Diyarbakır’a gidecekti. Bir tane demiryolu haritası buldum, istasyonlara baktım, önce istasyonların ismini de verecektim sonra yazmadım. Bence bu ülkenin başkenti Ankara değildir. Bu ülkenin iki başkenti var, birisi tarihi zenginliğinden ötürü İstanbul, diğeri ise Diyarbakır, yani bir başkentten öbür başkente giden bir tren yolculuğu olsun istedim.
Kürt halkını tanıyan ve bu coğrafyayı da bilen birisi olarak Kürt edebiyatını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Kürt Edebiyatı’nı Kürtçe bilmediğim için takip edemedim. Mehmed Uzun’u okudum sadece. Görebildiğim kadarıyla Kürtçe’nin kendini yeniden var etme, kurumsallaştırma mücadelesi enkaz kaldırma ve hasar tespit çalışmasına benziyor. Şair Hicri İzgören geçenlerde bir programda şunu söylüyordu, “Bu kadar tahrip olmuş bir Kürt dilinin, edebiyatının kurumsallaşması biraz sabır isteyen birşey.” Biraz yıllara yayılacak bir süreç. Ama çok haklı olarak bazı insanlar çok öfkeli ve sabırsız. Kürtçe konusunda Kürtçe’yi yazı düzeyinde bilenler niye bu dilde üretmiyorlar. Kürtçe roman, hikâye yazmıyorlar. Ama bir de edebiyatı hangi dilde düşünüyorsan öyle yazarsın. Kürtçe çok tahrip edilmiş bir dil. Ama zenginliğini koruyor. Edebi ürünler verilmesi için öncelikle alt yapılarının kurulması lazım. Kürt çocuklarının Kürtçe düşünmesi gerekir. Korkutucu olan da o. Bir halkı dilini yok etmek için öyle asimile ediyorsun ki 6-7 yaşında o çocuğun dili ile düşünme hakkını elinden alıyorsun. Bu cinayetten başka birşey değil. Kurumlarını oluşturmak için mücadele etmeye devam edecekler. Kürtçe’nin başarılı örnekleri olduğunu da biliyorum. Kürt Edebiyatı’nın olması gereken potansiyele ulaşması için biraz zaman gerekiyor.

“Etrafınıza bir bakın, sizce de kıyamet kopmuyor mu?”
Söyleşi: Özlem Altunok, Cumhuriyet Dergi, 29 Ocak 2006

Tol, bir intikam romanıydı. Türkiye’nin 50’lerden 90’lara uzanan siyasi tarihi sert ve ironik bir dille anlatılıyordu. Yazarı Murat Uyurkulak, “Okuyanın ruhunda gürültüyle gelip geçen bir tren etkisi yaratsın istedim” diyordu. Yarattı da. Uyurkulak şimdi yine yakın geçmişi anlattığı, yine üç harften oluşan “bir kıyamet romanı” yazdı: Har. Bu kez yenilenlerin, adaletsizliğin dünyasını, dünyanın şuursuzlaşma halini, fantastik bir dille anlatıyor. “Çünkü,” diyor, “tahammülü zor acıları anlatmak ‘doğrudanlığı’ kaldırmayacaktı”… Murat Uyurkulak’la Metis Yayıncılık’tan bu hafta çıkacak kitabı, Tol’un sonrasını ve Har’ın öncesini konuştuk.
İlk kitabınız hatırı sayılır bir ilgi gördü, oyunlaştırıldı ve Almanca’ya çevriliyor… Tol’un bu başarısı, ikinci kitabı yazarken üzerinizde bir baskı oluşturdu mu?
Har’ı yazarken Tol’un ağırlığını hissettim. En azından yazı sürecinin ilk başında, özgüven eksikliği ve tedirginlik yaşadım. Hatta bu tedirginliği Har’ın başlarındaki bir bölümde hikâyeleştirdim de, ama sonra rahatladım, Tol’u unuttum ve gönlüme göre yazdım Har’ı. Kitap bitince bir kez daha başladı özgüven krizleri. Tol’la ilgisi yoktu bunun, sadece Har’ın umduğum kadar iyi bir kitap olmadığı kuşkusuydu. O kuşku hâlâ duruyor ve üstelik Tol’a da sirayet ediyor. Şimdi arada bir Tol’un da söylendiği kadar iyi bir kitap olmadığı kuşkusunu taşıyorum. Sanırım bu krizlerle yaşamaya alışmam gerekiyor.
Har’da, yaradılıştan başlayarak kaosa uzanan kıyamet halini, paralel bir hikâyeyle, yani bugünle ilişkilendiriyorsunuz. Bugünün içinde sahte kahramanlar, kalpazanlar, kaçaklar, yenilenler, deliler var. Nasıl bir kıyamet yerinde yaşıyoruz sizce?
Ben hep iyimser bir devrimci-komünist oldum, fakat giderek o iyimserliği yitiriyorum, Ernest Mandel’in “devrimci kötümserlik” kavramıyla nitelediği cenaha doğru kayıyorum ve bu beni hasta ediyor… Çokuluslu şirketlerin vahşeti ve milyarlarca insanın zifiri sefalete mahkûm edilmesi, küresel ısınma, çevrenin tahribi, nesli tükenen türler, nereden çıktığı meçhul yeni yeni virüsler, ezilen azınlıklar, dünyevi mezarlara gömülen kadınlar, beden faşizmi, on beş saat çalıştırılan küçücük çocuklar, cinsel istismar, tüketim manyaklığı, savaşlar, işgaller, yüzlerine pislik haz sırıtmaları yerleşmiş, tıkınmaktan tıksıracak hale gelmiş insanlar… Bunlar kıyamet alameti değilse, nedir? Bunlara bakıp delirmiş ejderhalar misali öfke kusana mı, yoksa susup salak salak oturana mı normal insan denir?
Har da, Tol gibi “ağır” bir roman. Yine Türkiye’nin yakın tarihini anlatıyorsunuz ama bu kez fantastik öğelerle, semboller ve karikatür karakterlerle bezeli, şifreli bir dil var. Bunun nedeni anlatılanın ağırlığını hafifletmek için miydi?
Har’da sürekli tekrarlanan bir nida var: Edebiyat yapma! Bu ülkenin şaibeli ve dehşetli tarihinde beni derinden sarsan iki meseleyi yazmak istiyordum. İlkini Tol’da yazmaya çalıştım ve orada anlattığım, yani “sol”un son yarım asırlık trajik macerası, benim “edebiyat yapma” cüreti gösterebileceğim, şahsi bir tarihti. İkincisini, yani bu ülkenin Kürtlerle yaşadığı meseleyi, inşa ettiği resmi tarihle onlara ve başka azınlıklara dayattığı “yok”luğu ve bu meselenin son yirmi yılda, bütün taraflara yaşattığı tahammülü zor acıları anlatmak, “doğrudanlığı” pek kaldırmayacaktı. Sanırım bu yüzden fanteziye, şifrelere ve simgelere sıkça başvurdum. Ama zaten bu, benim sevdiğim de bir tarz…
Kıyamet alametinin yaratıcıları hem Büyük A, Başşal, Tefail gibi yukarıda çalışanlar, yönetenler, hem de yeryüzünde acı çeken, kaybeden 13, Numune, 35, yamuklar gibi faniler… Neredeyse kitaptaki tüm karakterler aymazlık, şuursuzluk hali yaşıyor, neden?
Şair Süha Tuğtepe’nin “Yaşamak beni kudurtuyor” diye bir dizesi vardı. Kudurtan bir hayatın içinde süründüğümüzü düşünüyorum. Kudurmak halinin de pek “şuurlu” bir hal olduğu söylenemez. Dünyanın gaddarlığı, yalancılığı ve rezilliğine sadece saf bir bilinçle karşı koyamayız artık. Delilere, yamuklara, kuduruklara her zamankinden fazla ihtiyacımız var. İnanca ihtiyacımız var, yeter ki sivil, dürüst ve insani olsun. Hayat tepeden tırnağa maddileştikçe, “mallaştıkça”, bizim daha fazla “manevileşmemiz”, nesnelerden uzaklaşmamız gerekiyor. Yani bir tür şuur kaybı, yamulma, “uçma” hali… Sanırım Har’ın gökyüzü ve yeryüzü ahalisi de benim gibi düşünüyor…
“Yamuklar”, yani “sistemin yamulttukları”, Büyük Sinema’da türlü hikâyeyle, kâh korsan kitap, kâh sahte para basarak, film çekerek dünyaya düzen vermeye çalışıyorlar. Büyük Sinema’daki bu “yeryuvarın en mutlu işçileri” hakikate neden “sahte” aracılığıyla kafa tutuyorlar?
Muktedirlerle ezilenlerin hakikati ayrı dünyalarda yaşıyor. Sözgelimi Ankara’nın göbeğinde oturup kaderimize karar verenler “Kürt” kelimesini hâlâ zikretmekten bile imtina ederken, Diyarbakır’da, Van’da, Hakkâri’de her 21 Mart’ta milyonlarca insan bir halkın bütün nitelikleriyle, renkleriyle, kelimeleriyle, şarkılarıyla meydanları dolduruyor. Plazaların toplantı salonlarında “serbest piyasa”dan, “küresel rekabetten” falan dem vurulurken, beş kilometre ötede lağımlar evlerin arasından akıyor. Bunlardan birinin hakiki olması gerek, öyle değil mi? Bir yanda Kürtlere “kart kurt” muamelesi yapmaya hâlâ can atanlar var, öbür yanda o halkın temsilcisi olduğunu söyleyen siyasi partinin yüzde 70 oranında oy aldığı kentler. Bir yanda kadınlara “yaşlanmayı durduran” mucizevi kremler kakalamaya çalışan reklamlar var, öbür yanda parası olmadığı için hastanelerde sapır sapır ölen kadınlar… Bunların hangisi daha hakiki geliyor sana? Kremler mi, ölü kadınlar mı? Har’la alakalı olarak şöyle bir paralellik kurabiliriz belki: Düzenin yamulttuğu kadınlar, artık hastanelerde ölmemek için, zaten sahte olan o kremlerin sahtesini yapıyor…
Har’a hakikatin kitabını yazmak isteyen “Sonyamuk” karakteriyle siz de dahil oluyorsunuz. Bu ipucundan yola çıkarsak edebiyat, öfkeli ama umutlu bir yazar için nasıl bir güç, kışkırtıcılık taşıyor?
Bu soruya Leo Ferre’in bir sözüyle cevap vermek isterim: “Silahlar ve kelimeler aynı şeydir, ikisi de gebertir!” Benim insanları gebertmek gibi bir niyetim yok, elbette. Benim gebertmek istediğim sahtekârlık, zalimlik, sömürü, haksızlık, zorbalık, adilik…
Tol’daki sert, ironik, küstah ve acı dili Har’da da görüyoruz. Tıpkı iki kitabın da bir hızlanıp bir yavaşlayan, başı sonu belirsiz bir yolculuk hali taşıması gibi. Bu, tek heceli ve tok iki kitaptan sonra Murat Uyurkulak’tan okuyucuyu şaşırtmasını, yeni şeyler denemesini bekleyebilir miyiz?
Tol’u yazdıktan sonra, kafamda Har dönmeye başlamış olsa da, onu yazıp yazamayacağımdan emin değildim, ama yazdım. Şimdi de var kafamda dolaşan bir şeyler, ama yine emin değilim. Tol ve Har ile ilgili şunu söylemek isterim: Becerdim beceremedim o ayrı, ama neticede gönlümdeki iki meseleyi yazıp bitirdim. Yeni bir şey denemek olarak tarif edilebilir mi bilmiyorum, bundan sonra bir kitap daha yazabilirsem muhtemelen birçok bakımdan farklı olacak, ama sertlik ve “küstahlık” bakımından farklı olacağını sanmıyorum…

“İktidara ikna olamamak”
Söyleşi: İrfan Aktan, Postexpress, Sayı 32, Aralık 2003

Birçok kişiyi, çevreyi şaşırtan, meraklandıran ?göç?ünle başlayalım istersen. İstanbul?u terkedip Diyarbakır?a yerleşmenin sebebi ne?
Tamamen ailevî bir mesele. Eşim Diyarbakırlı; İstanbul?da köpek gibi çalışmadan hayatımı idame ettirebilecek imkânım olsaydı, yazmaya, okumaya biraz vakit kalsaydı gelir miydim, bilmiyorum.
Neticede, Diyarbakır?a yazabilmek için gelmiş oldun…
Bir nevi öyle. Ama bu tür kararları alırken bir sürü etken oluyor. Eşim Yozgatlı olsaydı oraya gider miydim, bilmiyorum. Elbette Diyarbakır?a gelecek olmak, bu kararı alırken olumlu bir etki yaptı. Çünkü burası mânası olan bir yer…
Bir hayal kırıklığı yaşadın mı? Senin kafandaki imgeyle karşılaştığın gerçeklik arasında ummadığın, beklemediğin bir farklılık oldu mu?
Çok büyük beklentilerle gelmedim zaten. Hayatıma dair beklentilerim mütevazıydı, o yüzden hayal kırıklığı yaşamadım. Şehirle tanışınca şunu açıkça gördüm: Büyütülecek de bir şey yok, sonuçta bir taşra kenti. Tarihinden gelen bir kozmopolitlik, bir derinlik var, ama çok taşra karakterli. Bir kere muhafazakâr bir yer. Bu da iyi bir şey değil.
Diyarbakır, insanların sürekli politik olmak zorunda oldukları bir yer. Mesela, hakim siyasal söylem kadın özgürlüğüne çok vurgu yapıyor. Ama bu, günlük yaşamlarında karşılık bulamıyor…
Muhafazakârlık her yerde muhafazakârlıktır. İstediği kadar devrimci olsun. Yine de bazı şeyler var. Diyarbakır?ın geçmişini çok iyi bilmiyorum, ama şöyle bir şey söyleniyor: Kadınlar, bu yirmi yıllık süreçte, yüz yılda zor kazanılacak bir hareket alanı kazandılar, büyük bir kazanım elde ettiler… Bunu çok itibar ettiğim insanlar da söylüyor. Akla da fazla uzak değil. Her toplumsal mücadele, belli bir ilerleme de getirir beraberinde. Hele buradaki gibi halka mal olmuş, belli bir karakter kazanmış mücadelenin beraberinde belli değişimleri getirmemesi zaten mümkün görünmüyor. Ben şehirle ilişkilendiğim yerden bakıyorum. Çok da açık, zevkli ve liberal bir şehir beklemiyordum, ama böyle ağır bir muhafazakârlık da beklemiyordum açıkçası. Tabii buranın nihayetinde Ortadoğu olduğunu unutmamak gerek. Tahran?a ya da Bağdat?a göre bayağı ileri… Her yeri kendi bulunduğu ülkeye göre değerlendirmek gerek. Türkiye neresi ki, Diyarbakır ne olsun? İç Anadolu?ya gitmiştim, biraz dolaştım, inanılmaz yerler. Ben Aydınlıyım, çocukluğum orada geçti, Aydın neresi ki Diyarbakır ne olsun? Muhafazakârlık bu coğrafyanın tümüne sirayet etmiş zaten. Acayip de gelmiyor bu durum. Ayrıca burada ciddi bir siyasî hareketlilik var diye, bir çırpıda değişmesinin beklenmesi de akıl kârı değil. Ben buradaki muhafazakârlıktan uzak kalmaya çalışıyorum, bu yüzden de çok az insanla görüşüyorum. Çünkü şehirle kaynaşmak, onun kurallarına göre adım atmak demek. Biraz yalnız kalmaya çalışıyorum, kendi alanımı korumak zorundayım… Velhasıl Diyarbakır bende şu duyguyu yarattı: Ona karşı korunaklı olmam lazım, onunla çok fazla bütünleşmem mümkün görünmüyor. Buranın havası bana biraz ağır kaçıyor, ya da ben onun karşısında biraz hafif kaçıyorum?
Tol’un kahramanı Türk solcusu, 12 Eylül cenderesinden geçmiş, sonra da Kürt hareketiyle birlikte yoluna devam etmek üzere Diyarbakır?a geliyor. Tol’u okuyanların çoğu, yazarın ?o adam? olduğunu düşündü. Ve sen de Diyarbakır?a taşınıverdin…
Bu tamamen tesadüf. Tamamen! (gülüyor)
Tol, 12 Eylül?den sonra Türkiye solunun içine girdiği şizoid durumu da özetliyor gibi…
Bildiğimiz anlamda bir şizoid durum var ya, hani 12 Eylül?le alâkalı romanlarda, filmlerdeki dizge: Adam içeri girer, işkence görür, teşkilatla bağlantısı kopar, dışarı çıkar, sudan çıkmış balık gibidir, her şey değişmiştir, uyum sağlayamaz, şahsî hesaplaşma başlar, kâh intihar eder, kâh külliyen reddeder, kâh uslanır… Ben bunların hiçbirini yaşamadım. Çünkü sekiz yaşındaydım 12 Eylül?de. Fakat bu denklemi yaşayanların evladıyım. O şizoid durumu yaşamadım, ama katmerli bir şizofreni yaşadığımı söyleyebilirim. Bir anlam göçmesi… 12 Eylül?ün sillesini yemiş bir aileyi düşün, birçok anlamda çökmüş bir aile. Çok ciddi işkence görmediler, yıllarca içeride yatmadılar, ama o mâna dağılmasını yaşadılar. 12 Eylül?den önce acayip eğlenceli, iyimser, diri, değerlerine bağlı, muhabbetin gani olduğu bir aile ve 12 Eylül?den sonra hiçbiri kalmamış. Yani 12 Eylül sadece siyasî bir darbe değil, aynı zamanda günlük hayatı da parçalamış bir şey. Darbelerin pisliği de burada zaten. Tol’da hani diyor ya: ?Darbe, insanlara hesap-kitap öğretir.? Bu, işin asıl acı tarafı. Sonuçta teşkilatlar kurulur, dağılır, tüm dünyada olan şeyler bunlar, ama asıl önemli olan, insanların ruhlarında bıraktığı tahribat. O tahribatı yaşayanların evladı olarak ben açıkçası çocukluğumdan asla memnun olmadım ve bunun müsebbibi olarak annemi, babamı değil, devleti ve darbeyi görüyorum.
Kürtlerle ne zaman tanıştın?
Solcu bir ailenin çocuğu olarak, sola kafa yormaya başladığım lise yıllarından itibaren Kürtlerle tanışıklığım var. Hareketin boyutlandığı zamanlarda, 1990?da üniversiteye girdim. Tam 1991?de, o ünlü newroz?un yaşandığı yılda, Ege Üniversitesi?nde kantine girerdik: Süphan nerede? Yok. Hüseyin nerede? Yok. Arkadaşlarım dağa çıktığı için, Kürtlerle omuz omuza siyaset yaptığımız için onlarla tanışmam erken oldu. Zaten 95 seçimlerinden beri blok yapıp duruyoruz. Ama hayatımda ilk defa nasıl tanıştığımı sorarsan, şöyle bir hikaye anlatabilirim sana: Hani mahalle savaşları olur, tel sapanlarla, tüftüflerle falan savaşır çocuklar. Bornova?da bizim yukarı mahalle de 1980?lerin başında epey göç almıştı, Kürtler yerleşmişti… O çocuklarla kavga ederken onlar bizi püskürttü. O sırada kafama acayip bir taş yedim; anında kan boşalmaya başladı. Arkamdan şöyle bağırdıklarını duydum: ?Kürt Selo attı, Kürt Selo…? Kürtlerle ilk tanışmam, kafamı yarmalarıyla oldu yani. (gülüyor)
Tol’da da bir ?yukarı mahalle? vardı…
Çocukluğum bir mahallede geçti. Mahallede mesela Kurtuluşçu Ali abi gibi tipler vardı. Adam belki hayatında tek kitap okumamıştı, ama Kurtuluşçuydu. Yolda yürüdüğünde millet iki yana açılırdı. Delikanlılar devrimciydi. Öyle bir durum vardı.
Diyarbakır ve diğer doğu illerindeki korkunç yoksulluk görüntüleri seni nasıl etkiledi?
Derin derin tahliller yapacak ne bilgim var, ne de durumum. Ama Diyarbakır?a ?doğunun Paris?i? diyorlar ya, buraya geldiğimde hiç de Paris yoktu ortalıkta. Ne demek istediklerini Doğu Beyazıt?a giderken, Bitlis, Patnos gibi yerlerden geçmeye başladığımda anladım… Gerçekten, hukuken değil ama, fiilen bölünmüş bir ülke burası. Doğu Beyazıt?ta, Bitlis?te inanılmaz bir yoksulluk, inanılmaz bir sefalet var. Bırakılmış bir yer. Uzayda bir yer… Bir ülke, topraklarının bir bölümünü nasıl bu kadar sefil ve yoksul bırakabilir? Bu cinayet gibi bir şey. Karadeniz?i de biraz gördüm, hasbelkader Türkiye?yi dolaştım. Kimse ?Türkiye?de yoksulluk var? demesin. Buradaki yoksulluk, Türkiye?deki hiçbir yere benzemiyor. Zehir gibi. Yoksulluk böyle olunca, yoksulluk olmaktan çıkıyor, ölüm-kalım meselesi oluyor, tamamen bir cinayet yani.
Bu sıralar neler yazıyorsun?
Bir şeyler yazıyorum, ama ne yazdığımı ben de kestiremiyorum. Yazıyorum sadece. Ben önceden kuramıyorum. Tol da öyle oldu, yazdıkça kendini inşa etti. Bence bir romanın sonunu baştan bilmek kötü. Heyecanı kalmıyor. Sonunu bildiğin bir şeyi niye yazasın ki? Ayrıca, ben yazar değilim. Kendimi öyle hissetmiyorum. Benim yazma sürecime çalışmak demek mümkün değil. Bir iş gibi ya da çalışma konusu gibi görmüyorum yazmayı.
Bazı yayınlara düzenli olarak yazıyorsun. Dolayısıyla bir yazarsın…
Para kazanmak zorunda olan biriyim… (gülüyor)
Diyarbakır Gün adlı yerel gazetede dış haber sayfasını yapmaya başladın…
Özlemiştim gazeteciliği. İnsanı diri tutuyor. Bir de ben hemen gaza gelen bir adamım. Burada insanlar bir şeyler yapmak istiyordu, benim de kafama yattı ve gazetede çalışmaya başladım.
Onun dışında neler yapıyorsun?
Rakıyla aram iyi. Sigarayla mücadele ediyorum…
Siyasal anlamda kendini nerede görüyorsun? Anarşist bir tavrın var, ama bir yandan da Marksistsin galiba…
Valla o konuda benim de kafam karışık. Üniversiteye yeni başladığımda anarşist olmuştum. Çünkü Doğu Bloku yeni yıkılmıştı, Romanya?da Çavuşesku 80 bin insanı öldürmüştü ve midem bulanmıştı. Sonra Troçkistlerle tanıştım ve Troçkist oldum. Bana hem anti-Stalinist ve özgürlükçü, hem de aşağıdan sosyalizme daha yakın gibi görünmüşlerdi. Yani Troçkistlerle birlikte hareket etmemin altında da anarşizan saikler vardı. Hâlâ da, genel itibarıyla devrimci Marksistlerin, yani Troçkistlerin, Leninizm ve Marksizmin bugün yaşayan geleneği olduğunu düşünüyorum. Tabii onların da aralarında bir sürü ayrılık gayrılık var ama… Eğer Marksizmle anarşizm arasında nerede olduğumu sorarsan, bana şu öncü fikri çok akıl kârı gelmiyor. Ben devrimlerin biraz da kendiliğinden, kitlelerin canına tak dediğinde olacağına inanıyorum. Elbette bir örgütlülük gerekli. Anarşistlerin de sicili pek iyi değildir tarih boyunca. İspanya İç Savaşı?nda, Troçkistler, Halk Cephesi hükümetine karşı çıkarken, ?savaşmaya devam edelim? derken, anarşistler dört tane bakan vermişlerdi. Ve o dört bakanın olduğu hükümet, anarşistleri kesti…
Kendilerini anarşist olarak tanımlayan kesim, özellikle 12 Eylül sonrasında ve daha çok da 1990?lardan itibaren ortaya çıktı. Gençik arasında giderek yaygınlaşıyor anarşist hareket…
Şimdi şimdi artıyor, şimdi şimdi samimi bir şey gibi görünüyor. Samimiyete vurgu yapıyorum, zira yenilgi dönemlerinde, yenilginin müsebbibi saydığın teoriye, siyasî hatta tepki duyarsın ve yeni arayışlara girişirsin. Hele bir de yorgunsan, çok da gücün kalmadıysa, bu daha da kolaylaşır. Türkiye?deki anarşizmin on yıl önceki hali, bir yenilgi psikolojisinden bağımsız düşünülemez. Şunu söylemek doğru değil belki, ama tanımlasın diye söylüyorum: Bir kaçış noktası gibiydi anarşizm. Şimdi şimdi ayaklarının üzerinde durmaya, gerçekten ciddi bir politik hat olarak hayatın içinde varolmaya başladı. Bunda tabii yeni toplumsal muhalefet hareketlerinin sesinin çıkmasının, gey-lezbiyen ve kadın hareketinin de etkisi oldu. Gerçi kadın hareketi son dönemlerde biraz kötü durumda… Çünkü feministler akla gelebilecek en talihsiz durumlardan birine uğradılar, yüz çevrildiler. 90?ların başındaki feminist eylemleri hatırlıyorum, o dönem kadın hareketi çok dinamikti… Dünyayı kurtaracak hareketlerden biri işçilerin ya da ezilenlerin hareketiyse, hemen ikincisi de kadın hareketidir. İnanılmaz derecede devrimci imkânlar taşıyan bir hareket. Vaktiyle bu tür hareketlere yakın kadınlarla konuşuyorum, ?feministler mi, boşver onları? diyorlar. Erkeklerin zaten canına minnet. Erkekler, feminizmin dibe batmasından son derece memnun. Çünkü iktidarı kullanmaktan vazgeçmek o kadar kolay bir şey değil. Feminist hareketin bu ülkede çok güçlü olması gerekirken şimdi ortalıkta gözükmüyor. Bu, müthiş bir talihsizlik. Feministlerin güçlenmeleri, feministlere bakışın da değişmesi lazım.
Kendini yakın hissettiğin bir siyasî parti var mı?
Bu benim açımdan iyi bir soru değil. Ben kendimi devrime ve devrimcilere yakın buluyorum. Dolayısıyla bu ülkede ?bu düzeni değiştireceğim, kapitalizmi devireceğim? diyen herkese yakınlık duyuyorum. Zaten hayatım boyunca devrimcilerin hep bir araya gelmelerini, birlik olmaları gerektiğini savundum ve hayatımda herhalde ilkeli olarak savunduğum tek şeydir bu. Ama daha açık olmak gerekirse, hâlâ Troçkistlere yakınlık duyuyorum. Biraz da anarşistlere…
Troçkistler, alternatif küreselleşme eylemleri sırasında anarşistlerin camları, çerçeveleri indirmelerini nefretle kınıyordu…
Birisi anarşistlerden nefret ettiğini söylerse, ben kıl olurum. Bakunin?in Devlet ve Anarşi’sini çevirmiştim. Onun önsözünde şöyle güzel bir şey diyordu: ?Anarşistler, dünyadaki devrimci hareketin vicdanıdır.? Kendini muhalif gören bir insan, o bankaların camı, çerçevesi inerken bundan nasıl nefret eder, nasıl mutlu olmaz? Ondan nefret edersen, o zaman HADEP?lilerin Kadıköy?deki eylemlerinden, Kürtlerin eylemlerinden de nefret edersin. Bu doğru bir şey değil. Bir kere şiddet, çok tehlikeli bir kavram. Bir şeyleri şiddet üzerinden düşünmeye başladığında, çok gerilere savrulursun. Şiddet düzenin kavramıdır, aynı terörizm gibi. Malûm, her kapıyı açan anahtar oldu terörizm… Kolombiya?daki FARC da terörist, İspanya?daki ETA da, yarın öbür gün, emin ol Marcos da terörist olacak. Başını kaldıran, isyan eden herkes terörist bu dünyada. Şiddet de öyle bir kavram. Mazlumun gösterdiği tepkiyi şiddet olarak tanımlayamazsın. Şiddet başka bir şeydir. Ne oranın, ne buranın şiddeti olmasın dersen, çok doğru bir önermede bulunmazsın. İsrail?le Filistin?i düşün, Hamas?ı düşün. Tak tak intihar eylemcisi kurban ediyorlar. Burada sen Filistin mücadelesine destek veren biri olarak, onun içinden biri olarak bunun doğru olmadığını söyleyebilirsin. Ama ?Hamas?ın yaptığı terörizmdir? dediğin vakit, burada bir hata var. Önce İsrail?i teşhir etmek, Hamas?ı ondan sonra değerlendirmek lazım. Hamas?ı zerre kadar sevmiyorum, o ayrı bir mesele.
Neler okuyorsun şu sıralar?
Buraya geldiğimden beri, Kemal Tahir?in ?okumamıştım hiç? külliyatını devirdim. Yorgun Savaşçı’da İttihat ve Terakki?yi anlatıyor. Onların subaylarının ne durumda olduklarını anlatıyor, adamlar sokakta yürüyemez haldeler. Halk nefret ediyor, asker görmek, savaşın lafını bile duymak istemiyor. Türk ordusunun bu kadar eli sopalı olmasının kökenlerini ben orada gördüm. Adamlar zamanında o kadar aşağılanmışlar ki, bir ikincisine izin vermek istemiyorlar. Ve halka, kitlelere duydukları güvensizlik biraz da bundan kaynaklanıyor. Çünkü yamuk bir durumda, halkın kendilerini tefe koyup çaldığını iyi biliyorlar. Ordu bugün de çok yalnız. Çok vatan-millet-sakarya yapıyor, ama bu ülkeye en az güvenen kurum da odur… Paul Auster?ı hiç okumamıştım, onu okudum. İran üzerine okumaya çalışıyorum. İran çok ilgimi çekiyor, dinî sistem falan bir yana, Ortadoğu?daki pek az şahsiyetli ülkeden biri… Roman okuyorum, bulabildiğim güzel kitapları okumaya çalışıyorum işte.
İçine kapanık bir insan gibisin. Ne dersin?
Valla ben dışarıdan görmüyorum kendimi. (gülüyor) Zaten nasıl olduğumu bilseydim, sanırım daha olgun, daha hayatı beceren biri olurdum. Daimî bir çocukluk halinde yaşadığımı biliyorum sadece. Aslında o kadar da içine kapanık biri değilim. Muhabbetçi bir insanım ben. Muhabbetçiliğim, rakı içtiğim zaman tutuyor tabii. Hayatta en sevdiğim şey, masa donatmak, güzel mezeler eşliğinde içki içmek. Çok imrenirim, dostlarını arayıp soran, dost teşkilatı halinde yaşayan insanlara. Dünyanın öbür ucuna gitse bile bağını koparmaz, yaş gününü falan unutmaz, kutlar. Benim hayatım arkadaş öğütmekle geçti. Ben onları öğüttüm, onlar da beni. Çok sevdiğim dostlarım oldu, ama sürmedi. Onlardan çok özlediklerim var, ama dönüp dolaşıp kendi içime kapanıyorum. Profesyonel olamamak, daimî çocukluk, daimî bir amatörlüğe yol açtı bende. Daimî bir acemilik yani. Pazarlık yapamam, paramın üstünü isteyemem, yöneticilik yapamam, borç isteyemem… Hasan Ali Toptaş?ın Kitaplık dergisine verdiği bir röportajda söylediği sözler beni göçertmişti: ?Ben muzaffer edayla gezen, bir yere kendinden emin giren, hayata tepeden bakabilen, daimî komutan ya da daimî şövalye edasıyla gezen kadın ve erkekleri gördüğümde gözlerime inanamıyorum…? diyordu. Çok fazla neşeden ve çok fazla üzüntüden kaçmaya eğilimliyim, hemen panik oluyorum. Toptaş aynı röportajda, halk dansları topluluğunun gösterisine gidişini anlatırken aynen şunu söylüyor: ?Sahneye çıktılar, ortalığı öyle bir neşeye boğdular, öyle bir şenlik yarattılar ki, yumruklarımı dişlerime bastırdım ve ağlamaya başladım.? Yani hiçbir zaman sahip olamayacağın ve o yüzden de asla inanmadığın bir neşe… Böyle bir şey. Hep bir bıçağın sırtında yaşıyorum yani. Ağız dolusu gülemiyorum, ulan amma ağladım, dibine kadar ağladım şeklinde ağlayamıyorum. Tam bir kasılma hali. Tutulma, felç durumu.
Tol’u okuyan kadın arkadaşlarımız, ?kendimize ait hissetmedik, ama çok etkilendik? diyorlar…
Aynı kaygıları kitap basılmadan hemen önce ben de yaşadım… Tol gerçekten de biraz erkek…
Türkiye?de sol da hep erkek, değil mi?
Evet, sol erkekti, üstelik de çok dandik bir erkek. Çok demokrat görünüp de, söz konusu kadınlar olduğunda hem acayip bir muktedirliği, tahakkümü, hem de acayip bir yavşaklığı, sırnaşıklığı bir arada götürmeyi becerebilen bir erkeklikti. Açık söylemek gerekirse, Tol’daki bu türden bir erkeklik değil. Tol’daki samimi bir erkek, delikanlılığı, efendiliği elden bırakmamaya çalışan bir erkeklik, muktedir olmayan, belki de muktedir olmaya takati kalmamış bir erkeklik. Ama bunun yanında, bayağı pornografik de bir erkeklik. O konuda açıkçası kendimi engellemedim, yani benim içimde ne varsa onu yazmaya çalıştım. Batıda, bir kolejde okumama rağmen, orada büyümeme rağmen, kadınlar, cinsellik benim için hiç de kolay olmadı. 22 yaşımdan beri arada bir erotik sinema, seks sinemaları üzerine yazar çizerim. Hayatta bildiğim, hakim olduğum pek az konudan biridir. Genel bir kasvet hali var ülkede, kadın-kadın, erkek-erkek ve kadın-erkek meselelerinde. Cinsellikle ilgili ne varsa, üzeri acayip kasvetli bir örtüyle örtülmüş sanki. İnsanları normallikten, doğallıktan çıkaran bir hali var cinselliğin. Dengeyi bulmak çok zor. Erkekler zaten beş para etmez, göçük durumda. Kadınlar da sevimsiz… İnsanı rahatlatan, mutlu eden bir durum yok ortada. Nereye baksan bir hastalık durumu var ?hastalık kavramını da tırnak içine almak lazım tabii. Dengesizlik işte. Bir adam tanıdım, roman yazıyordu, ?bu romanı yazıcam ve manken düzecem? diyordu. Bir de muhalif bir tipti. Böyle şeyleri kabullenemiyorum. Eskisi kadar rahat değilim, emin değilim hiçbir şeyden. Yavşak dolu ortalık…

Hayatına dair bir projen var mı, ya da hayatını projelendiriyor musun?
Bütün mücadelem, kendimi içine kapalı bir proje olmaktan çıkarıp hayatla uyumlu bir proje haline getirmek. Çünkü benim kendime dair koyduğum ilkeler, sınırlar, yaşam biçimi, yani bir proje olarak Murat Uyurkulak, çok uyumsuz bir proje. Kapılar kilitli, nereye başvursam oradan başka bir yere gidemiyorum. Geçenlerde bir yerlerde yazdım: Dönüp dolaşıp kupkuru bir haysiyet kavramına saplanıp kalıyorum. Para biriktiremiyorum, rakıdan kopamıyorum, bir türlü durulamıyorum. Biraz durulmak istiyorum. Neticede 31 yaşındayım ve hâlâ genç sayılırım, ama ben kendimi genç gibi hissetmiyorum. Ben kendimi genç gibi hissetmek istiyorum oysa.
Anlattığın hepimizin hikayesi galiba…
Zaten söylediklerimin hiçbiri bana has şeyler değil. Bunu bildiğim için, kendimi hiçbir zaman fasulye gibi nimetten saymadım. Binlerce, milyonlarca insanın yaşadığı şeyler söylediklerim. Dil konusunda kafam biraz işliyor, o kadar. Onun dışında hiçbir farkım yok. O yüzden ben yazar değilim, yazar olamayacağım da. Yazarlık bana pespaye bir şeymiş gibi geliyor. Edebiyata çok inandığımı söyleyemem. Edebiyat benim için tutunulacak bir şey olamadı. Olsa iyi olur muydu? Bilmiyorum?
Kendini ?Tutunamayanlar?dan gibi mi görüyorsun?
Hayır. ?Tutunamayan? veya ?tutunamamış? gibi görünenlere karşı da müthiş bir güvensizlik hissediyorum. Benim de siyah tişört giyip bilmem ne müzik dinlediğim dönemler oldu. Zaten bu ülkenin sorunu, alternatif yaşam biçimlerine izin vermemesi… Gidersin, bir yeri çevirirsin ve orada komünal momünal bir şeyler yapar, teskin olursun. Ama bu ülke patlamaya hazır bir bomba gibi. Çünkü kimsenin teskin olacağı bir ortam yok. Herkes bir yerden sonra babası, annesi gibi olmak zorunda kalıyor. Siyah tişört giyenlerin büyük çoğunluğu da öyle olmak zorunda kalıyor. Senin söylediklerinden şöyle bir şey çıkardım: Ben herhalde biraz keder veren bir adamım. Doğru, çünkü ben kederliyim. Çünkü hayatıma dair bir sürü konuda umudumu kestim.
Durumun aslında solun haline de benziyor. Tol’un bu kadar çok sevilmesinin nedeni, o ruh haline tercüman olması mıydı? Hep bir keder, bir kaybetmişlik… Çok zengin olup da sonradan fakir düşen bir insanın hali gibi…
(gülüyor) Çok güzel, zaten Türk filmlerinde beni en çok duygulandıran ve ağlatan sahne budur işte. Cüneyt Gökçer oynuyordu galiba, çok zengin bir adam, tabii asil amaçlar uğruna yoksullaşır. Ve keman çalmaya başlar, bir zamanlar Vivaldi çalarken, meyhanelerde bilmem ne çalmaya başlar. Tabii filminin sonunda da, kemanını çalarak bir trene doğru gidiyordur… Anna Karanina misali. Bu kadar şeyden konuşuyoruz, ama şizoid durum bu işte. Bak şimdi, içimde bir öfke kabarmaya başladı. Hayır abi, o kadar da trajik değil. (gülüyor) Sonuçta mücadele etmeye çalıştığım bir şey var. Ve o oldukça, asla dibe vurmayacağım. Her zaman bir gücü, bir diriliği taşımaya çalışırım. Bu söyleşide biraz derinlere indik de bu kasvetli, karamsar sözleri söyledim, yoksa kimseye öldük, bittik falan demem.
İsmet Berkan, bizi ifrit eden bir yazısında ?solculuk hastalıktır, solcular hep kendilerini kaybeden tarafta görüyorlar? demişti. O cümlenin ikinci kısmında doğruluk payı var mı? Neden eski solcular hep hüzünlü görünür?
Sana keder veren görüntü bir tercihtir. Onun içinde bir güç vardır. Ve o tercih üzre devam etmekten kaynaklanan bir görüntüdür o. Görüntüden keder çıkarmak, kederlenenin problemi… Ben dört yıl Radikal?de çalıştım. Ve Berkan o yazıları yazdığı sırada ben gazetenin ortasında ?ben hastayım, ben hastayım!? diye bağırıyordum. Ona cevap verenleri de anlayamadım. Asıl yoksulluk, cevap verme gereği hissetmek… Bir kere, hastalık kavramı, çok faşist bir kavram. Tıbbî kavramların nasıl bir ezen-ezilen ilişkisini ürettiğine ya da siyasî literatürde nasıl kötü bir şekilde kullanıldığına dair bir yığın çözümleme var. İsmet Berkan?ın sözlerinde daha baştan bir sorun var: Neyin hastalığı? İnsanî bir durumun hastalığı mı olur? Veba mı bu? Kime göre hastalık? Ben Ertuğrul Özkök ruh hastasıdır desem, Emin Çölaşan cüzzamlıdır desem, olur mu yani? Şimdi ne alâkası var diyeceksin, ama bu ülkede vasat olmak iyi. Vasat olduğun sürece sorunun yok burada. Ama bunun ötesine geçersen, bunun ötesinde düşünmeye çalışırsan, orada sorun başlıyor. Fezaya gidebilir, yüz bilinmeyenli denklemleri iki saniyede çözebilirsin, ama vasat olacaksın. Çünkü bu ülke, vasatın ötesine geçenleri kendi çocuğu sayan bir ülke değil. Onları hain sayan, hasta sayan bir ülke burası. Ama vasat olacağıma, rezil olurum daha iyi. Bu ülke çocukluğumdan beri bana rahat yüzü göstermedi çünkü. Tamam, iyi bir okulda okudum, ama okul bir cehennemdi, çünkü zengin aile çocukları vardı orada. Ben kötü giysilerle gidiyordum, deodorant nedir bilmiyordum. İstediğim üniversiteyi okuma fırsatını bırak, bir üniversitede okuma isteği duyma fırsatı bile vermedi bu ülke bana. Onun için hayatım boyunca çalışmak zorunda kaldım. Garsonluk yaptım, anketörlük yaptım, pis pis işler yaptım ?o işleri yapanlar dünyanın en güzel insanlarıdır, o ayrı. Ben çok şey beklemiyordum, lüks taleplerim olmadı hayatımda. Sadece karnım doysun, kimse bana bulaşmasın ve istediğim şeyi yapayım… Ve istediğim şeyi yapmak için otuz yaşıma gelmem gerekti, o da yarım yamalak, bir yığın sıkıntı, yara eşliğinde. Bu ülke, çocuklarını savunmasız bırakan, ama kendi haline bırakmayan, onlara güvenmeyen bir ülke ve üstüne bir de görev bekleyen bir ülke. Ben askerlikten yıllarca kaçtım, bu uğurda iki üniversite bıraktım. Hukuku 3?ten bıraktım, Sanat Tarihi?ne girdim… Allahtan, sonra bedelli vurdu. O parayı ödeyene kadar da ağzıma sıçıldı. Bu ülke gücü yetene vahşi, gücü yetmeyene barışçı bir ülke, dünyadaki bütün ülkeler gibi. ?Yurtta sulh cihanda sulh?muş. Palavra… Diyarbakır?a geldiğimde vaziyeti görünce, o cinayetleri, baskıyı, asimilasyonu falan düşünüp şunu söyledim kendi kendime: Türkiye Cumhuriyeti?ne geçmiş olsun. Artık eskiden yaptıklarını asla yapamayacak. Kürtlere karşı eski politikayı uygulama şansı yok artık. Soğuk Savaş denkleminin tam ortasında, kimseye hesap vermek zorunda kalmadan, rahat rahat öttürüyordu borusunu, bir halkı silindir gibi eziyordu. Şimdi de aynı kirli saltanatı sürmek istiyor, direniyor, ama geçti o günler, bir kez daha geçmiş olsun.
Peki senin hayatın nasıl? Memnun musun?
Sabah kalkıyorum zindan, akşam yatıyorum zindan! Hayatımda bir tek renk varsa, o da Mavi. Son beş yılım ?normalleşme? çabasıyla geçti. Sokakta yürüyen herhangi biri olmak ?tabii ki hâlâ sokakta yürüyen herhangi biriyim, sakalım dışında bir farkım yok? ama bunu içe de, kalbe de kabul ettirmek mevzuu işte. Olmuyor bir türlü. Sürekli gezmekten, seyahat etmekten konuşuruz. Çok sevdiğim bir editörüm var Metis?te, onun hakkını ödeyemem ?Tol?un adam olması hususunda: Müge Gürsoy Sökmen. O ?çok emin değilim, ama gezmek faydalı? demişti. Ben beş sene dış habercilik yaptım, hâlâ pasaportum yok. Çünkü tüm devlet dairelerinden nefret ediyorum, devlet dairesine giremem, hele hele Emniyet Müdürlüğü?ne?
Biraz abartmıyor musun?
Hayır, hiç abartmıyorum. Bana diyorlar ki, ?abi niye bu kadar kafaya takıyorsun, iki günde alıverirsin pasaportu?. Ama sen gel de o iki günü bana sor. Yolda polis gördüğümde evime kendimi zor atıyorum. Korktuğumdan değil, bana basıyor. Türkiye Cumhuriyeti Devleti benim hayatıma hiçbir şey katmadı, aksine benden çok şey aldı götürdü. Bense sadece şunu bekliyordum: Bana karnımı doyuracak, üç satır da okuyup yazacak bir hayat ver, başka hiçbir şey istemiyorum, ne para, ne ev ne araba. Bu devlet onu da vermedi. Karnımı doyurmam için çok şey talep etti, yavşak olmamı talep etti. Bu talebi asla karşılamayacağım. Bana dedi ki bu devlet, arada bir gelip bana görün. Ama ben ona arada bir gidip görünmem. Ne ikâmetgah için, ne nüfus için, ne de başka bir şey için. Hayatım boyunca bir tek dava açmadım. Açabilirdim, ama mahkemelerle uğraşmak istemiyorum. Sağlığım ne durumda bilmiyorum, ama gitmedim hastaneye ve gitmem, gidemem. Vasiyet yazdım, bir gün kendimden geçersem, hastaneye götürmeyin diye. Hayatımda bir kez, on yaşımdayken böbrek hastalığı yüzünden çocuk hastanesinde yattım, o günler hayatımın en kötü günleri olmuştur. Bu ülkenin hastaneleri bile birer işkencehane. Abartıyorum belki, ama abartmak benim hakkım. Çünkü ben onu hissettim. İnsanca değil bu kurumlar. Türkiye Cumhuriyeti, çok gecekondu bir ülke. Bu ülkede devletten korkmayan bir insan olduğuna inanmıyorum. Çünkü bu korku, çok kadim bir korku. Korkan insan rahat olur mu? Ben bunu ötelemişim, devletle işim olmaz demişim. Milyonlarca insan bu devlet dairelerinde heba olup gidiyor. Ben devlet dairesine gidemiyorum, çünkü bünyem kaldırmıyor. Diyebilirim ki, benim sorunum, senin sorunun bir türlü iktidara ikna olamamak. Zaten ikna olamamışız; bir kez ikna olamadın mı, gerisi büyük bir kin. Konunun dışına çıkacağız belki, ama şunu söyleyeyim: Seattle sürecinden çok umutluyum. Bazı devrimci arkadaşların ?onlar bir işe yaramaz? dediklerini duyuyorum. Seattle sürecini önemsemeyen bir devrimci olmaz. Eleştirirsin, ama gözünü kulağını orada tutacaksın. En son Cancun?da Koreli bir işçi harakiri yaptı. Ve bu adam yazan çizen bir adamdı. 55 yaşında bir köylü. Bunlar önemli şeyler, yalnız olmadığımızı hissettiren şeyler. İktidara ikna olmayan bir tek sen ben değiliz yani… İnsaniyet ya da insanlık uygarlığı diye bir şey varsa, biz kazanacağız. Eğer böyle bir şey yoksa, hepimiz öleceğiz. Burjuvalar ne yaparlarsa yapsınlar, isterlerse Mars?a gitsinler, bizim de ?bir ihtimal daha var, o da devrim mi dersin? diye şarkılar söyleyeceğimiz günler olacaktır. Ya biz kazanacağız ya da dünya yok olacak…

Kitabın Künyesi
Tol
Bir İntikam Romanı
Murat Uyurkulak
Metis Yayıncılık
Kapak Resmi: Gesner Armand
Kitabın Baskıları:
İlk Basım: Eylül 2002
264 s.
5. Basım: Mart 2009

Murat Uyurkulak Hakkında Bilgi
1972, Aydın doğumlu. İzmir?li. İstanbul’da yaşıyor. Garsonluk, karanlık odacılık, çevirmenlik, gazetecilik ve yayıncılık işlerinde çalıştı. Milliyet Sanat, Gate, Radikal Kitap gibi dergilerde yazıları yayımlandı. Tol isimli romanı Mahir Günşiray’ın yönetmenliğiyle Tiyatro Oyunevi tarafından sahnelendi. Yine Tol romanı 2007’de Almanca’ya çevrildi.

Kitapları
Tol, 2002
Har, 2006

Bir yorum

  1. merhaba,su anda bu kitabi ceviriyorum,bazen ,bazi yerlerde sorunlarla karsilasiyorum,nasil yazarla irtibata gecebilirim bilmiyorum.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir