Voltaire İle Rousseau

Voltaire İle Rousseau

Voltaire kilisenin zorbalığına karşı mücadelede öylesine uğraşıyordu ki, ömrünün sonlarına doğru siyasal bozukluklar ve baskılarla, savaştan çekilmek zorunda kalmıştı. “Siyâset benim işim değil; insanları daha az budala ve daha çok onurlu yapmak için elimden geleni yapmaya çalıştım,” dediği bir zaman bile geldi. Siyâset felsefesinin ne kadar karmaşık bir konu olabileceğini biliyor, yaşlandıkça kesin fikirlerini yayıyordu.” “Devletleri tavan aralarının köşelerinden yöneten bütün bu insanlardan bıktım. Dünyaya gelişigüzel hükmeden bu yasa koyucular, karılarını ve evlerini bile yönetemedikleri için, evreni düzene sokmaya bayılıyorlar.” Bu sorunları yalın güzel formüllerle ya da insanları bir yanda düzenbazlar, öte yanda bizler diye ayırarak çözümleyemeyiz. “Gerçek, bir parti adı değildir.”

Zengin olduğundan, tutuculuğa eğilmektedir. Nedeni de, aç adamı değişikliğe zorlayan şeydir. Genel çaresi, mülkün yayılmasıdır. Mülk sahipliği kişilik verir, insanın başını göğe kaldırır. “Mülkiyet rûhu, insanın gücünü iki kat artırır. Bir mülk sahibi, kendi toprağını elbette başkasınınkinden daha iyi ekecektir.”

Hükümet biçimleri konusunda kaygılanmak istemez. Kuramsal olarak cumhuriyet yanlısıysa da, bunun kusurlarını bilmektedir: İç savaş getirmese bile, hiç olmazsa ulusal birliği yıkacak olan siyasal partilere izin vermektedir. Coğrafî durumlarının korunduğu ve henüz zenginlikle şımarmamış bozulmamış küçük devletler için cumhuriyet iyidir. Genellikle “insanların, kendi kendilerini yönetmeye lâyık olduklarına pek ender rastlanır.” Cumhuriyetlerin en iyisi geçicidir. Cumhuriyet, ailelerin birleşmesinden meydana gelen ilk toplum biçimidir; Amerikalı yerliler, kabile cumhuriyetleri hâlinde yaşardı, Afrika ise demokrasilerle dolu. Ama iktisadî durumun ayrımı, bu eşitlik yanlısı hükümetlere son verir. Ayrımsa, gelişimin kaçınılmaz sonucudur. “Hangisi iyidir” diye soruyor, “krallık mı, cumhuriyet mi?” Ve karşılık veriyor: “Dört bin yıldır bu soruyu sormayan kalmadı. Zenginlere bakacak olursanız, hepsi de aristokrasi yanlısı. Halka bakacak olursanız, demokrasi taraflısı. Ancak krallar krallık istiyorlar. Peki, nasıl oluyor da bütün dünya krallarla yönetiliyor? Kedinin boynuna çıngırak takmayı kim teklif etti diye farelere sorun.” Ama mektubunda krallığın en iyi hükümet biçimi olduğunu ileri süren birine, şöyle karşılık veriyor: “Ancak, kral Marcus Aurelius olursa evet. Yoksa, ha aslan yutmuş, ha yüzlerce fare yemiş, ne fark eder zavallı biri için?”

Aynı şekilde, gezmiş görmüş bir adam gibi, milliyetçiliğe karşı da ilgisizdir. Sözcüğün kullanıldığı anlamda yurtseverlik diye bir şey duymamaktadır. Yurtseverlik, genellikle insanın, kendisininkinden başka bütün ülkelere nefretle bakması demektir. Bir insan, bütün başka ülkeler arasında yalnızca kendi yurdunun gelişmesini istiyorsa, ne akıllı bir yurtsever, ne de iyi bir dünya vatandaşıdır. “İyi Avrupalı” gibi, İngiliz edebiyatını beğenmekte ve Fransa, hem İngiltere hem de Rusya ile savaşırken, Prusya kralını övmektedir. Savaşı sürdüren uluslar oldukça, aralarından birini seçmenin anlamı yok.

Voltaire her şeyden çok savaştan nefret etmektedir. “Savaş suçların en büyüğüdür; yine de, suçunu âdillik bahânesiyle örtmeyen saldırgan yoktur.” “Öldürmek yasaklanmıştır. Büyük sayıda borazan öttürerek insan öldürmedikçe, bütün katiller cezâlandırılmaktadır. “Sözlük”te “İnsan Üstüne Genel Düşünce” diye korkunç bir yazısı vardır:

“İnsanı, anasının karnındaki bitki ve bebeklikteki hayvan durumundan, akıl olgunluğunun belirmeye başladığı bir duruma yükseltinceye kadar yirmi yıl geçmektedir. İnsan yaratılışının ufacık bir bölümünü anlayabilmek için, üç bin yıl gerekmiştir. Rûhunun bir parçasını biraz anlayabilmek içinse, bütün bir sonsuz var oluş gerekir. Oysa öldürmek, bir an işidir.”

Bu durumda devrimi çare olarak mı görüyor? Hayır. Bir defa, halka güveni yok: “Halk düşünmeye kalktı mı, her şey bitti gitti demektir.” Değişiklik gerçeğin yanlış olduğunu ortaya çıkarıncaya kadar geçen sürede, büyük çoğunluk, gerçeği göremeyecek derecede meşgûldür. Kültür tarihleriyse, bir mitin yerine başka bir mit koymaktadır. “Eski bir yanlışlık tespit edildiğinde, politika onu, halkın çiğnediği bir lokma gibi kullanır. Tâ ki, başka bir boş inanç gelip berikini yok edinceye kadar. Politika birincisinden yararlandığı gibi, ikincisinden de yararlanır.” Eşitsizlik toplumun yine kendi yapısında vardır. İnsanlar insan, hayat da sürekli bir mücadele olduğu sürece yok edilemez. “Bütün insanlar eşittir, diyenler; bütün insanların özgürlüğe, mallarını korumaya ve yasalar tarafından korunmaya aynı ölçülerde hakları vardır demek istiyorlarsa, en büyük gerçeği söylüyorlar demektir.” Ama “eşitlik, dünyadaki hem en doğal, hem de en hayâlî şeydir: Haklarla sınırlanması doğaldır, mallar ve yetkiler belli bir çizgiye getirilmeye kalkışılırsa, doğaya aykırı olur.” “Bütün yurttaşlar, aynı derecede güçlü olamazlar, ama hepsi de eşit ölçülerde özgür olabilirler. Sözgelişi, İngilizler buna erişmiştir. Özgür olmak demek, yasalara boyun eğmek demektir.” Bu, barış içinde bir devrim yapmayı umut eden liberallerin, Turgot, Condorcet ve Mirabeau ile başka izleyicilerinin fikri idi. Özgürlükten çok eşitlik isteyen, ölüm pahâsına da olsa özgürlük isteyen baskı altındaki kimseleri tatmin edemezdi. Sıradan adamın sesi olan ve her dönemeçte karşısına çıkan sınıf ayrılıklarına karşı duyarlı Rousseau, insanları belli bir seviyeye getirmeyi istiyordu; Devrim, izleyicileri Marat ile Robespierre’in eline geçtiğinde; eşitlik gelmiş, özgürlükse can vermişti.

Voltaire, muhayyilesinden yepyeni bir dünya yaratacak olan, yasa koyucuların biçimlendireceği utopyalara kuşkuyla bakıyordu.

Toplum, zaman içinde bir gelişimdir, mantıktaki vargı değildir. Geçmiş kapıdan kovulsa, pencereden içeri girer. Sorun, içinde yaşadığımız dünyada ne gibi değişikliklerle yoksulluğu ve adâletsizliği azaltabileceğimizi göstermektir. “Aklın Tarihi Övgüsü” adlı kitapta, Aklın kızı hakikat, XVI. Louis’nin tahta geçmesine seviniyor, büyük devrimler bekliyordu. Akıl ise, buna şöyle karşılık veriyordu: “Kızım, sen de pekâlâ biliyorsun ki, bütün bu şeyleri ve daha fazlasını ben de istiyorum. Ama bütün bunlar zaman ve düşünce gerektirir. Birçok hayâl kırıklığı içinde, özlemini duyduğum düzelmeyi gördüğüm zaman, hep mutluyum.” Yine de Turgot iktidara gelip “Boğazımıza kadar altın çağa gömülmüşüz,” diye yazdığı zaman, Voltaire sevinmişti. Savunduğu devrim gelecekti: Jüriler olacaktı, aşar vergisi kalkıyordu, yoksullardan vergi alınmayacaktı v.b… Ünlü mektubunda şöyle yazmıştı:

“Gördüğüm her şey, er geç bir gün gerçekleşecek olan, ama benim görmek zevkini duyamayacağım bir devrimin tohumunu saçıyor gibi. Fransızlar her şeyde gecikir, ama eninde sonunda varacağı yere varır. Işık komşudan komşuya yayılıyor, ilk fırsatta muhteşem bir patlama olacak. O zaman görülmedik bir kargaşa meydana gelecek. Gençler talihlidir, güzel şeyler göreceklerdir.”

Bununla birlikte, çevresinde neler olduğunun farkında değildi pek. Ve bu “muhteşem patlama” da bütün Fransa’nın, Cenevreli ve Parisli şu garip Jean Jacques Rousseau’nun felsefesini benimseyeceği ve dünyayı duygusal hikâyelerle, devrim risâleleriyle allak bullak edeceği aklının köşesinden geçmemişti. Fransa’nın karmaşık rûhu, birbirinden apayrı olmasına rağmen, ikisi de alabildiğine Fransız olan bu iki adama bölünmüş gibiydi. Nietzsche “Neşeli bilimin, zekâ, ateş, incelik, güçlü mantık; küstah, aydın adam rolü taslama ve yıldızların dansından söz etmektedir.” Düşündüğünün Voltaire olduğu kuşkusuz. Voltaire’in yanına Rousseau’yu koyun hele. Ateş ve hayâl dolu, aynı zamanda soylu hayâlleri olan bir adam. Pascal gibi, gönlün öyle sırları vardır ki, beyin anlamaz diyen ve ‘hanımlar burjuvazisinin’ putu durumuna gelen bir adam.

Bu iki adamda, akılla içgüdü arasındaki o eski tipik çatışmayı görmekteyiz. Voltaire daima akla inanmıştı: “Sözle, yazıyla, insanları daha çok aydınlığa kavuşturabilir, daha iyi yapabiliriz.” Rousseau’nun akla inancı yoktu pek; istediği eylemdi. Devrimin tehlikeleri onu korkutmuyordu; kavgayla dağılan toplumsal öğeleri ve eski alışkanlıkları, yeniden birleştirmek için, kardeşlik duygusuna güveniyordu. Yasalar kalktı mı, insanlar eşitlik ve âdillik egemenliğine kavuşacaklardır. Uygarlığa, edebiyat ve bilime karşı gelen, vahşîlerle, hayvanların doğal durumuna dönmeyi öngören düşüncelerle dolu “Eşitsizliğin Nereden Geldiği” adlı kitabını Voltaire’e göndermiş, Voltaire de şöyle karşılık vermişti: “İnsan türü için yazmış olduğunuz yeni kitabınızı aldım, teşekkür ederim. Bizleri hayvan durumuna getirme konusunda, kimse sizin kadar şakacı davranmamıştır; kitabınızı okuduktan sonra, hayvan gibi dört ayağı üstünde yürüyesi geliyor insanın. Ama bu emekleme alışkanlığını bırakalı, altmış yıl kadar olduğu için, yazık ki yeniden aynı şeyi yapmaya kalkışamayacağım.” Rousseau’nun bu tutkusunu “Toplumsal Anlaşma” adlı eserinde de sürdürmesi üzmüştü onu: “Görüyorsunuz ya,” diye yazıyordu, M. Bordes’a; “bir maymun insana ne kadar benzerse, Jean Jacques Rousseau da filozofa o kadar benziyor.” “Diyojen’in kudurmuş köpeği” diyordu ona. Bununla birlikte kitabı yaktıkları için İsviçre yetkililerine yine de saldırmıştı. Ünlü ilkesine bağlı kalıyordu yani: “Söylediğiniz hiçbir fikri tutmuyorum, ama onu söyleme hakkınızı ölünceye kadar savunurum.”

Voltaire, uygarlığa bu şekilde karşı çıkmanın çocukça bir saçmalık olduğuna, insanın uygarlık içinde, vahşî durumdakinden çok daha iyi durumda bulunduğuna inanıyordu. İnsanın yaradılıştan bir av hayvanı olduğunu ve uygar toplumun görevinin, bu hayvanı zincirlemek, onun vahşîliğini yatıştırmak, toplumsal düzenle, aklını ve zevklerini geliştirmek olduğunu bildiriyordu Rousseau’ya. Şehirlerin kötü olduğunu kabul ediyordu: “Bazı kimselere ‘çalışanlar vergi ödesin, biz çalışmadığımız için vergi vermemeliyiz’ demek iznini veren bir hükümet, Güney Afrika’daki bir vahşî hükümetinden farksızdır.” Paris’in ahlâk bozukluğu içinde de olsa, kurtarıcı yanları vardır. “Dünya böyle gider” adlı eserinde Voltaire, Babouc adında bir meleği, Persepolis şehrinin yıkılıp yıkılmadığını araştırması için, nasıl görevlendirdiğini anlatır: Babouc gider ve gördüğü kötülükler karşısında dehşete kapılır. Ama bir süre sonra insanları dönek, iftiracı, kendini beğenmiş olmasına rağmen, yine de kibar, sevimli ve iyiliksever yanları olan bu şehirden hoşlanmaya başlar. Persepolis’in mahkûm edileceğinden pek korkar. Vereceği haberde bunlardan söz etmekten çekinir. Gördüklerini şöyle anlatır: Şehrin en iyi kalıpçılarından biri tarafından dökülecek olan türlü madenlerle, topraktan ve en değerli, değersiz taştan meydana gelen küçük bir heykel yaptırır, meleğe götürür. “Baştan başa altın ve elmastan yapılmadığı için, bu güzel heykeli kıracak mısın?” diye sorar. Melek Persepolis’i yıkmayı düşünmez, “dünyayı kendi hâline” bırakmaya karar verir. İnsanoğlu, kendi türünün yaradılışını değiştirmeden, düzenini değiştirmeye çalışırsa, o değişmeyen yaradılış o düzeni er geç yoluna koyar.

Karşımızda eski kısır döngü vardır: İnsanlar düzeni, örgütleri meydana getirir; düzense insanları. Değişiklik bu çemberin neresini bozacaktı? Voltaire ile liberaller, aklın, insanları yavaş yavaş barış içinde eğitip değiştirerek bu çemberi bozacağına inanıyorlardı. Rousseau ile radikaller, bu çemberin ancak içgüdüsel ve tutkusal eylemle bozulacağına, bu eylemin eski kuruluşları yıkıp, yüreğin yönetiminde yenilerini kuracağına, böylece özgürlük, eşitlik ve kardeşliğin egemen olacağına inanıyorlardı. Gerçek belki iki ucun da üstündeydi: İçgüdünün eskiyi yıkması gerekti belki de, ama ancak akıl, yenisini kurabilirdi. Tepkinin tohumları Rousseau’nun radikalizminde vardı elbette: Çünkü içgüdü ile duygu, eninde sonunda onları doğuran ve onlar için bir örnek uygulamalar olan, eski geçmişe bağlıdır: Devrimin arıtma hareketinden sonra, yüreğin ihtiyaçları, doğaüstü dinsel ve alışılmış olan barış içindeki “o eski altın çağı” çağıracaktı. Rousseau’dan sonra yol Chateaubriand, Madame de Stael, Xavier de Maistre ve Kant’a açılıyordu.

Will Durant
Felsefenin Öyküsü
Çevirmen: Ender Gürol
İZ YAYINCILIK