“Çağdaş Türk Romanı” Üzerine Düşünceler – BİLGE KARASU
Sunu
Bir süredir, Bilge Karasu’nun Türkçeye çevirdiği metinlerin izini sürmekteyim. Bu çerçevede 1950’li yıllarda yayımlanmış süreli yayınlar da ister istemez ilgi alanıma girdiler. Bunlardan biri de Vatan gazetesinin, 26 Temmuz 1953’ten başlayarak Pazar günleri “Pazar İlavesi” içinde yayımlamaya başladığı Vatan Sanat Yaprağı oldu. Aslında bu cümlenin arka planında –Vatan Sanat Yaprağı üzerine ayrı bir yazıda daha ayrıntılı değinmeye çalışacağım– şunlar var: “Vatan Sanat Yaprağı’nın Vatan’ın eki olduğunu öğrendim de, nasıl bir ek olduğunu öğrenmem zaman aldı; düşündüğüm, günlük gazetelerin sonraları verdikleri gibi, gazeteden “ayrı” bir ek olduğuydu. Gel gör ki, öyle bir “ek” ortalarda yoktu. Sonradan aklıma Vatan gazetelerini taramak geldi; ama yaklaşık 60 yıl önceki bir gazetenin koleksiyonu öyle “pat” diye bulunamıyordu Türkiye’de… Uzun sözün kısası, önce Vatan gazetesine, sonra da gazeteyle birlikte ciltlenmiş, doğru adıyla Vatan’ın San’at Yaprağı’na ulaşabildim.
Vatan’ın San’at Yaprağı’nı tararken, “Çağdaş Türk romanı hakkında ne düşünüyorsunuz?” diye bir soru sorulduğunu, verilen yanıtların bir bölümünün de 14 Şubat 1954 tarihli Vatan’ın San’at Yaprağı’nda –aslında o tarihe kadar adı Vatan’ın San’at Sayfası’na dönüşmüştü– yayımlandığını gördüm; Yaşar Nabi Nayır, Selâhattin Batu, Orhan Hançerlioğlu ve Abdülhak Şinasi Hisar’ın yanı sıra Bilge Karasu’nun verdiği yanıt da vardı. Aldı mı bir düşünce: Acaba Bilge Karasu’nun “çağdaş Türk romanı”na ilişkin düşünceleri Vatan’ın San’at Sayfası’nın dışına çıkmış mıydı? Gözümden kaçmamışsa, bilgi dağarcığımın dışına taşmamışsa, bu sorunun yanıtı “hayır” oldu. Belki de yeniden gün ışığına çık(arıl)mayı bekleyen bu gibi başka yazılar, yanıtlar, metinler de vardı; ama onları aramayı bu işin erbabına bırakmak daha doğru olacaktı. O nedenle de burada sadece Bilge Karasu’nun “çağdaş Türk romanı”na ilişkin düşüncelerine –noktasına virgülüne dokunmadan– yer vermekle yetinmek uygun görüldü… (Tunç Tayanç)
Çağdaş Türk romanı diyorsunuz; çağdaş sözü hele bizde, büsbütün belirsizleşiyor. Çağdaş deyince 1925-30’dan bu yana yazılan romanları mı, son on yıl içinde yazılanları mı, 7-8 yıl önce başlamış olan çığırı mı, yoksa çağdaş denebilecek bir Batı anlayışına yakın bir anlayışla yazılmış romanları mı anlayacağız?
Sözünü ettiğim 7-8 yıllık çığır Batı anlayışına yaklaşan romanların ortaya çıkışıyla bir tutulamazsa da bu çığırla Batı anlayışının apayrı şeyler olduğu hiç söylenemez. Bu çığırdan çok önce yazılmış olan, Batı değerlerini göz önünde tutan romanlar vardır. Fakat bunların çığır açmamış olmaları bir yana, “Batılı roman anlayışı” olarak getirdikleri şey pek de yeni sayılamaz. Yeni çığır daha çok hikâyeden hareket etti.
Bizde roman geleneği batıdaki roman geleneği gibi en az 200-250 yıllık bir gelenek değil. Bir-iki eleştiricimizin üzerinde titizlikle durdukları bir gelenek, düşünce geleneği de yok bizde. Böyle olunca, hikâyeden hareket edecek olan roman, çağdaş Batı anlayışlarına yaklaşsa, onları benimsese bile, bir Batılı roman olamazdı. Romanda, Batılı roman anlayışını sindirmemiz, gelenek yokluğu göz önünde tutulunca, bu yolda ilerlememizin ilk şartı. Sindirelim, ondan sonra istediğimiz kadar ayrılalım; yeter ki bu ayrılma, bile bile yapılan bir şey olsun. Sonra çok önemli olan bir şey var; Batılılığı, yüzeyde, kolaylıkla benzetilebilecek olanda değil, çok daha derinlerde aramalı, kendi batılılığımızı, kendi romanımızı yaratmalıyız.
Bu yazıda, hikâye ile romanın ayrımı üzerinde durmak bir işimize yaramaz. Bu, uzun uzun tartışılması gereken bir konu. Tümcenin yapısına kadar işleyen zaman öğeleri, yapı bütünlüğü, “romanesque” bir bütün, dünyanın varlığı yahut yokluğu gibi soravlar*,8bizi bir sonuca vardırabilir ama bunların hepsi bağıntılı kurallar. Türk romanının en yeni çığırının hikâyeden hareket ettiğini söylerken, romanlarda Türk hikâyeciliğinin öğelerinin pek değiştirilmeden kullanılmış olduğunu söylemek istiyorum. Hikâyemize bir kişilik kazandıran şeyin romanımıza da kişilik kazandırması gerekmez ya.
Roman, bizde, Batıda kazandığı bütünlüğü kazanmadı daha. Hoş, Batıda da romanın soravları yeni yeni ele alınmakta, eldeki verilerin yeni bir gözle incelenmesi yeni başlamakta. Fakat Batıda bu alanda varılmış sonuçlar var, romancılarımız bunlarla pek ilgilenmiyor galiba. Biçimle içerik ayrımı bizde hâlâ üzerinde durulan bir sorav olmaktan kurtulamadı. Anlatılması istenen bir şeyler var da hazır kalıplara dökülüyor sanılır birçok romanımız okunurken. Roman bir bütün olarak, bir edebi eser olarak ele alınıyor gibi geliyor bana. Romanın bugün Avrupada olsun, Amerikada olsun; Gide, Kafka, Woolf, Faulkner, Wolfe gibi yazarlarda eriştiği bir iç bütünlük var. Romanımız bu bütünlük yolunda ilerlemekten çok uzak.
Eleştirme de bu durumun yardakçısı. Romanın “hikâyesini”, “konusunu” uzun uzun anlatıp, romanın “yazılışını” iki satırda geçiştiren yazılar pek çok. Romanın soravlarını bilerek, korkmadan karşılayan romancılarımız çok az. Eleştirmecilerse bu soravları tanımak istemiyor gibi. Bu durumun sona ermesi gerek. Roman yazacaklar “formülü” bilmekle yetinmesin, birtakım düşünceleri ille de sokacağız diye tepinmesin, hazır kalıplara konmasın, başka bir şey, kendi romanlarını arasın ister gönül. Kişiler sınırları kalın çizgilerle çizilip belli durumlar karşısında belli davranışlar gösteren tipler olmaktan kurtulmalı. Yaşamalılar. Bu yaşamayı sağlayacak olan da yalnızca birtakım garip, yadırganacak şeyleri sıralayarak kişilere gerçeklik vermek çabası değildir; yaşam tümcenin yapısında, söz diziminde de olmalı. Okur, kişinin değil, yazarın yazdığı eserin karşısındadır. Yazardır, kişi ile didişen insan.
Romancılarımızın birçoğunun ayağına takılan bir şey daha var: 125-150 sayfalık kitaplar yazmak zorunda oluş. Bu, elbette romancının karşılaşacağı engellerin az önemlilerinden ama, ne olursa olsun, bir sıkıntı oluyor işte. Neyse, bazı yollardan bu derdin de giderilmesine çalışılıyor. Sevindirici bir şey. Fakat iş kısalıkta, uzunlukta değil. Dünyaya romancı gözüyle bakıp eser vermede, eseri romancı olarak yaratmada. Yaşlı romancılarımız arasında da, gençleri arasında da romanı arayanlar, bulmuşa yakın sayılabilecekler var. Türk romanı bütün bu denemelerden sonra ortaya çıkar sanırım. Çıkınca da derinlerden çıkmalı. Eleştirmecilerin de okurların da payı büyük olmalı bu işte. Ama ille de eleştirmeci…
Kitap-lık Dergisi
Temmuz Ağustos 2012