Abdülhak Şinasi Hisar: Geçmiş Zaman Yazarı

“Zira, uzaktan gördüğümüz şeyler bize daima daha çok güzel görünür ve daha çok hoşumuza gider, hâlin bütün dikenleri gözlerimize batar.”

– Abdülhak Şinasi Hisar

Eski zamanların yazarı olarak bilip bu yanıyla önemsediğimiz Abdülhak Şinasi Hisar’ın yaygın biçimde tanınıp okunduğunu söyleyemeyiz. Edebiyatın içinde yaşayanlara daha yakınmış ve göz önündeymiş gibi gelir de, daha geniş halkalar üstündeki okurların belleğindeki yeri açık seçik değildir.

Elbette geçmiş zaman övgüsü ve özlemi vardır Abdülhak Şinasi’de, ama bu bir düşünce ufku, bakış açısı, yaşadığı dönemin kısıtları içinde kendine bir dünya kurmak için değildir. Abdülhak Şinasi Hisar geçmiş zaman içinde yaşamayı yalın, kendiliğinden, doğal bir yaşam biçimi olarak içselleştirdiği, başka türlü düşünüp yazamadığı için kendi olmuştur.

Boğaziçi Mehtapları ile Boğaziçi Yalıları’nda betimlediği dünya, değil mi ki yüzyılların dokunamadığı kimliğiyle ayakta duran benzersiz İstanbul’dur, Abdülhak Şinasi’nin anlatmaya doyamadığı mekânlar, insanlar, hayatlarla kuşatılmıştır. Ahmet Hamdi Tanpınar, “Belli ki, Abdülhak Şinasi, sanatı geçmiş zamanın peşinde bir yorulma gibi anlıyor,” diyor. Boğaziçi Mehtapları ile Boğaziçi Yalıları da geçmişin ayrıntılarını bir bir derleyen bir yazarın o ayrıntılarda kendini dinlendirdiğini hemen çıkarabileceğimiz anılardır ki, benzerleri edebiyatımızda var mıdır?

Abdülhak Şinasi’nin yaşadığı günlerde edebiyatımızın Proust’u keşfetmesi ilginçtir. Fransız edebiyatına yakınlığımız vardı elbette, ama zaman kavramı üstünde düşünmek ve geçmişten yaşanan zamana akan yılları demlendirmek, onu ya da Tanpınar’ı Proust’a daha çok yaklaştırmıştır. Bazen anılar yaşatırsa insanı, Boğaziçi Mehtapları ile Boğaziçi Yalıları’nın Abdülhak Şinasi’nin dünyasını derinleştirdiği ve onu geçmiş içinden hayata bağladığı da söylenebilir. Böylece geçmiş, insana kendi olmayı öğreten yaratıcılar arasına katılır; insan gelecekte yaşamıyor ve bulunduğu yere geçmişten gelmişse, kişiliğini, kimliğini, geleceğe ilişkin bütün düşüncelerini de o karanlık tünel içinde oluşturur. Tanpınar da şunu hatırlatır: Biz nasıl aynı kişi olarak kalmıyor ve zaman içinde sürekli değişiyorsak, geçmiş de yerinde duramaz, sürekli yer ve anlam değiştirir.

Edebiyat okumaları şunu düşündürür: Yazar, bugün olsaydı aynı anlamları mı verirdi yazdıklarına? Ama aynı zamanda bu sorunun yerinde olmadığını, edebiyatın geçmiş içindeki anlamları söküp dikmek için yaşandığını anlarız. Böylece biz bir daha hiç ulaşamayacağımız geçmiş zamanları kurarız düşlerimizde ve artık birer düş olan zamanları o yaratıcı yazarlardan okuyup öğreniriz.

Boğaziçi Mehtapları ile Boğaziçi Yalıları’nın anlamı burada ve Abdülhak Şinasi de aynı bakış açısında bulunduğunu şöyle belirtiyor:

“Büyük bir haksızlık olacak büyük bir yanlışlığa düşmemek için geçmiş zaman adamlarını bugünkü fikirlerimize, yani bugünkü hayat ile karışmış ve bulanmış fikirlere göre muhakeme etmeye çalışmalıyız.”

Kendisi sonradan böyle mi değerlendirildi, merak etmemiş, görememiştir, ama öyle olmadı. Yüzünün geçmişe dönük oluşu ve geleneksel değerlerle yaşama tutkusu tutuculuğun daha çok ilgisini çekmiş, o da sanki bir kıyıdan uzak, öteki kıyıya demir atmıştır. Oysa yanıltıcıdır bu görüntüler; sözgelimi Abdülhak Şinasi’yi okuyor musunuz, diye sorulsa

bu satırların okurlarına, sanırım uzak durulur. Çağdaş Türk edebiyatının orta yerinde durur o, ama yarattığı gerçeklik çoğunluğun ilgi alanından uzakta kurulmuşsa, bunu onu yeterince değerlendirilmeden geçen yıllarla ödetmiştir edebiyatımız.

Boğaziçi Mehtapları ile Boğaziçi Yalıları çocukluktan beri bilinen bir dünyayı ayrıntılarıyla ören birer bellek gibi okunur; duyguları, düşünceleri ve bazen bütün benliğiyle romanlarının içindedir Abdülhak Şinasi. İmparatorluğun İstanbul rüyası çevresinde oluşturduğu tılsımın içine çektiği bu sıradışı yazar, yitik zamanlar peşinde, yazılmayan hayatları yazmaya adamıştır kendini. Abdülhak Şinasi’nin İmparatorluğa duyduğu hayranlık Boğaziçi Mehtapları’nın “Musikî Faslı” bölümünde çok belirgin. Geleneksel musikî, ona hep “mazi seslerinden örülmüş gibi” gelir; daha neleri verip hangi duyguları kanatlandırdığını belki bu bölümden okumak gerekir. Şöyle der sonra:

“Ecdadın gönüllerinden bir miras gibi süzülüp gelen musikî bir milletin yalnız zekâsının vuzuhlu sesi ve dili değil, fakat kalbinin ve kanının bulanık ve iphamlı sesi olan ikinci bir millî lisandır. Ruh hislerinin bir ifadesi olan ve yalnız söylemesini değil, mırıldanmasını da, haykırmasını da bilen bu usullü ve uslu ses hevenkleri, sanki dinleyen ruhların anlatamayacakları bütün hasretlerini, hicranlarını, isteklerini söyler.”

Musikîyi millî zevklerin ürperişi, heyecanı, ayaklanması olarak gören Abdülhak Şinasi Hisar’ın tutumu, şaşırtıcı gelebilir. Musikî aşkı mı burada daha ağır çekiyor, millî duygular mı; sanırım ikisi de değil de, yalıları, sokakları, insanları, mehtapları, hayata sunduğu zevkleri, sohbetleri, bir arada yaşama biçimleriyle bütün olarak İstanbul hem musikî, hem millî heyecan yerine geçer onda. Bunlar somut düşünceler ve duygulardan çok, hayaller içinde geçen zamanların yarattığı bir kültürün uçları, Eski Zaman Yazarı için geçmişte hep güzel, şimdi ele avuca gelip somutlaştıkça ışığı sönen mücevherler gibidir. O mücevherlerin ara sıra tozunu alacak yazarlar geldikçe geçmiş zamanların pırıltısı çok uzaktan da seçilecek, yoksa fark edilmeyecektir.

Abdülhak Şinasi Hisar edebiyatımızda akla önce üslupçu bir yazar olarak gelir. Onda Proust etkileri vardır, ama şu da ilginçtir ki, Proust Geçmiş Zaman Yazarı’nı etkilediği gibi bugünün yazarlarını etkileyemez. Bugün Abdülhak Şinasi gibi yazmak ne düşünülebilir, ne de olasıdır. Giderek, bunu denemek edebiyatın dışına düşürür. Belki dil iç sesini bulmuş, ama iç yapısını tam bulamamıştı Cumhuriyet’in ertesinden gelen yıllar içinde. Dilin iç yapısını tamamlaması içinse, yüzyıl geçmesi gerekti ve o yüzyılın daha sonlarına bile gelmediğimiz, şimdiki Türkçemizin iç yapısının tamamlanmamasından bellidir.

Tanpınar, İstanbul gecelerinin romanı olarak nitelediği Boğaziçi Mehtapları’nın nesri zenginleştirdiğini belirtir. Abdülhak Şinasi’nin öteki romanlarını düşününce, yerinde bir saptamadır bu ve dili yazarını nasıl mutlu etmişse, sonraki on yıllar içinde etkilerini yeni kuşak yazarlar üstünde gösterir. Roman sanatının yalnızca bir nesir olmadığını gösteren yazarlar arasında, Abdülhak Şinasi’nin hep ayrıksı bir yeri oldu. Yakup Kadri de Fahim Bey ve Biz romanı için, “O zamana kadar bizde hiç görülmemiş ve alışılmamış yeni bir roman tarzının örneği idi,” der.

Zaman’ın roman sanatındaki yerinin bizde de romancıları hep ilgilendirdiğini Abdülhak Şinasi de gösterir. O, zamanı romanın başlıca kişisi olarak gören romancılardan biri, böylece kendinden önceki büyük romancıların izinde yürümekten hoşnut, roman sanatımızın tamamıyla ayrıksı bir kişisi olarak yaşadı Proust etkisini.

Ona gösterilmiş en büyük saygının Selim İleri’nin Mavi Kanatlarınla Yalnız Benim Olsaydın romanı olduğunu unutmayalım. Selim İleri, romanının başkişisi olarak Abdülhak Şinasi Hisar’ı seçmiş, Geçmiş Zaman Yazarı’na gönül borcunu tanımsız bir sevgiyle öderken, aynı dünyanın yazarları arasında şimdiki kuşaktan yazarlar olduğunu da göstermiştir. Şimdiki kuşaktan okurların da yeniden kendilerini göstereceklerini söyleyebilir miyiz?

ELEŞTİRİNİN SİS ÇANI
Semih Gümüş
Can Yayınları