CARL GUSTAV JUNG: “Artık elinde mitolojinin anahtarı var. Ruhun tüm bilinçdışı kapılarını açmakta özgürsün,” diye düşündüm. Ama sonra içimden bir ses, “Bütün kapıları neden açasın ki?” diye fısıldadı ve …
Bilinçdışını irdeleme
Freud’la yollarımız ayrıldıktan sonra bir kararsızlık dönemine girdim. Bu duruma uyumsuzluk demek abartılı olmaz sanırım. Dayanacak bir şey bulamadığım için sanki havada asılı kalmıştım. En önemlisi de, hastalarıma yeni bir tutumla yaklaşmam gerektiğine inanmamdı. Onlara herhangi bir kuramla baskı yapmak yerine, bir süre durup onlardan geleceklere kulak kabartmaya karar verdim. Amacım, işi şansa bırakmaktı. Bunun sonucunda, hastalar o anda akıllarına gelen düşlerini ve fantezilerini bana aktarmaya başladılar. Ben de onlara yalnızca, “Bu sizde neyi uyandırıyor?” “Sizce bu ne anlama geliyor?” ya da, “Bu nereden geliyor?” gibi sorular soruyordum. Yorumlar kendiliğinden, hastanın yanıtlarından ve çağrışımlarından çıkıyordu. Tüm kuramsal görüşleri bir yana bırakmıştım; hiçbir kuramı ya da kuralı uygulamıyor, hastaların, düşlerindeki imgeleri kendiliklerinden anlamalarına yardımcı oluyordum. Kısa sürede, düşleri, yorumun temeli olarak böyle ele almanın doğru olduğunun farkına vardım. Zaten düşlerin amacı da budur. Onlardan yola çıkmamızı gerektiren gerçeklerdir onlar. Doğal olarak, bu yöntemin getirdiği değişik açılar öylesine çoğaldı ki, sonunda, bir kriterin bulunması gerektiği giderek ortaya çıktı. Bu gereksinmenin, başlamak için ilk uyum olduğunu söyleyebilirim.
Aşağı yukarı o günlerde, o güne dek izlediğim yolu inanılmayacak kadar açık görmemi sağlayan bir an yaşadım ve, “Artık elinde mitolojinin anahtarı var. Ruhun tüm bilinçdışı kapılarını açmakta özgürsün,” diye düşündüm. Ama sonra içimden bir ses, “Bütün kapıları neden açasın ki?” diye fısıldadı ve o güne dek neyi doğru dürüst başardığım sorusu çıktı ortaya. Tarihteki halkların mitlerini anlatmış, insanın içinde yaşadığı, mitlerdeki kahramanlarla ilgili bir de kitap yazmıştım. Oysa günümüz insanı hangi mitte yaşıyordu? “Hıristiyan mitinde yaşıyor,” denilebilirdi. Kendime, “Peki, sen onda mı yaşıyorsun?” diye sordum. Sorunun dürüstçe yanıtı, “Hayır”dı. Bence, artık onda yaşamıyorduk. “Mitlerimiz tükendi mi artık?”; “Görünüşe göre yok.”; “Öyleyse hangi mitte yaşıyorsun?” Kendimle yaptığım tartışmadan rahatsız olduğum için düşünmekten vazgeçtim. Bir çıkmaza girmiştim.
Sonra, 1912 Noeli’nde bir düş gördüm. Sütunlarla bezenmiş görkemli bir İtalyan terasındaydım. Yerler ve parmaklıklar mermerdendi. Altın bir Rönesans koltuğunda oturuyordum. Önümde de inanılmaz güzellikte bir masa vardı. Zümrüt gibi yeşil bir taştan yapılmaydı. Teras, bir şatonun kulesinde olduğu için uzakları görebiliyordum. Çocuklarım da masadaydı.
Ansızın küçük bir martı ya da bir güvercine benzeyen beyaz bir kuş geldi ve çok zarif bir hareketle masaya kondu. Çocuklara kuşu kaçırmasınlar, diye sessiz olmalarını işaret ettim. Kuş, altın sarısı saçları olan sekiz yaşlarında bir kız çocuğuna dönüştü. Çocuklarla beraber koştu. Sütunların arasında oynamaya başladılar.
Olup biteni düşünerek orada oturmayı sürdürdüm. Küçük kız geri döndü ve kollarını şefkatle boynuma doladıktan sonra ansızın kayboldu ama güvercin oradaydı. İnsan sesiyle yavaşça bana, “Yalnızca, gecenin erken saatlerinde kendimi bir insana dönüştürebilirim çünkü erkek güvercin o saatlerde on iki ölüyle ilgileniyor,” dedi ve uçup gitti. Ben de uyandım.
Çok heyecanlanmıştım. Erkek bir güvercinin on iki ölü insanla ne ilgisi olabilirdi? Zümrüt masa bana Hermes Trismegistos’un simya efsanesindeki zümrüt masası olan Tabula Smaragdina’yı çağrıştırdı. Söylenceye göre Hermes, üzerine Yunanca tüm simya bilgeliğinin özünün yazılmış olduğu zümrüt bir masa bırakmış. Ayrıca, on iki havari, yılın on iki ayı, on iki burç vb. de aklıma geldi ama gizi çözemedim. Sonunda da vazgeçmek zorunda kaldım. Çıkarabildiğim tek sonuç, düşün, bilinçdışının sıradışı bir faaliyetine işaret etmesiydi. İçsel işlevlerin derinlerine inebilecek bir yöntem bilmediğim için bekleyip dikkatimi fantezilerime vererek yaşamımı sürdürmekten öte yapabileceğim bir şey yoktu.
Ürkünç bir fantezim sürekli yineleniyordu. Ölü ama aynı zamanda da canlı bir şeyin varlığını düşlüyordum. Örneğin, cesetler krematoryumun fırınlarına konuyor, sonra da canlı oldukları anlaşılıyordu. Bu fanteziler doruğa ulaştıkça kendilerini düşlere yöneltiyorlardı.
Arles yakınlarındaki Alyscamps’ı anımsatan bir yerdeydim. Orada Merovenj hanedanı dönemine dek uzanan lahitlerin dizili olduğu bir yol vardır. Düşümde o kentten geliyordum. Önümde bir sürü mezarın dizili olduğu o yola benzeyen bir yol uzanıyordu. Ölüleri kaidelerin üzerindeki taşlara yatırmışlardı. Eski kiliselerdeki lahitlerin üzerine uzanıp yatmış zırhlı şövalyeler gibiydi düşümdekiler. Ellerini kavuşturmuş, eski çağ giysileri içinde yatıyorlardı. Şövalyelerden farkları, bunların taştan yapılmamış olmasıydı. Garip bir biçimde mumyalanmışlardı. İlk mezarın başında durup ölüye baktım. On dokuzuncu yüzyılın başlarında yaşamış bir insandı. İlginç bulduğum için, giysilerini incelerken ansızın kımıldadı ve ellerini açtı. Ona baktığım için bunu yaptığını biliyordum. Hiç de hoş olmayan bir duyguya kapıldım. Yürüyüp başka bir ölünün önünde durdum. O da, on sekizinci yüzyılın insanıydı. Orada da aynı şey oldu. Ona baktığımda hareket etti ve ellerini açtı. Ölülerin önünden geçip on ikinci yüzyıldan olanının önüne geldim. Haçlı seferlerine katılan şövalyelerden biriydi. Giysisi ince zırhtan yapılmaydı. O da ellerini kavuşturmuş yatıyordu. Tahtadan oyulma gibiydi. Gerçekten ölü olduğunu düşünerek onu uzun uzun inceledim. Derken, ansızın sol elinin küçük parmağının kımıldadığını gördüm.
Kuşkusuz başlangıçta, Freud’un, eski deneyimlerin izlerinin29 bilinçdışında kaldıkları savına katılmıştım. Oysa bu gibi düşler ve bilinçdışıyla ilgili gerçek deneyimlerim bana, bunların ölü ve dolayısıyla işlevlerinin bitmiş olmadığını, tersine, canlı varlığımızın bir parçası olduklarını gösterdi. Çalışmalarım zaten bu varsayımı doğrulamıştı ve arketipler kuramı zaman içinde bu çalışmaların sonucu olarak gelişti.
Buna karşın, düşler uyumsuzluğu yenmemi sağlayamıyorlardı. Yaşamım sürekli bir baskı altında geçiyordu. Bazen bu baskı öylesine yoğunlaşıyordu ki, ruhsal bir rahatsızlığım olduğundan kuşkuya düşer oldum. Bu nedenle, iki kez tüm yaşamımı, özellikle de çocukluk dönemimi gözden geçirdim. Anlayamadığım, geçmişle ilgili bir şeyin bu sıkıntıya neden olabileceğini düşünüyordum. Oysa bu geriye dönüş cehaletimi bir kez daha kanıtlamanın ötesinde bir işe yaramadı. Bunun üzerine, “Hiçbir şey bilmediğime göre, aklıma ne eserse onu yapacağım,” diye karar verip kendimi bilinçli bir biçimde, bilinçdışının akıntısına koyuverdim.
Yüzeye ilk önce, büyük bir olasılıkla on ya da on bir yaşlarında olduğum dönemle ilgili bir anı çıktı. O zamanlar bloklarla inşaat yapmaya düşkündüm. Nasıl küçük evler ve kaleler yaptığımı, şişeleri arkların ve girişlerin kenarlarına nasıl dizdiğimi anımsadım. Daha sonraları taşlar kullanmıştım. Harcı da çamurdan yapıyordum. Bu yapılar uzun bir süre beni büyüledi. Bu anımın beni çok duygusallaştırması garibime gitti. “Demek ki bunlar hâlâ canlı. Küçük çocuk hâlâ buralarda ve bende olmayan yaratıcı bir yaşamla dolu,” dedim kendi kendime ve, “Ona nasıl ulaşabilirim,” diye düşünmeye başladım. Bir yetişkin olarak o günle geçmişte kalmış on bir yaşım arasında bir köprü kurmam olanaksız gibiydi. O dönemle bağlantımı yenilemek istiyorsam, yapabileceğim tek şey, o döneme dönüp çocuksu oyunlar oynayan çocuğun yaşamını yinelemekti. Uzun süre direndim ama sonunda çaresizlikten boyun eğmek zorunda kaldım. O an kaderimi değiştirdi çünkü çocuksu oyunlar oynamanın ötesinde bir seçenek kalmadığının bilincine varmam benim açımdan çok utandırıcı bir deneyim olmuştu.
Her şeye karşın, uygun taşlar aramaya koyuldum. Bunların bir bölümünü göl kenarından, bir bölümünü de suyun içinden topluyordum. Bir yandan da ortaya yapılar çıkarmaya başladım. Kulübeler, bir kale ve tüm bir köy yaptım. Kilisesi eksik kaldı. Bu nedenle, kare biçimde bir bina yapıp tepesine altıgen bir ekleme ve bir kubbe oturttum. Kilisesi olduğuna göre, mihrabı da olmalıydı ama bu konuda karar veremedim.
Bir gün, her zamanki gibi, bu işin içinden nasıl çıkacağımı düşünerek dolaşıyordum. Taş toplarken gözüm aşağı yukarı dört santim yüksekliğinde, piramit biçiminde kırmızı bir taşa ilişti. Dalgalar onu aşındıra aşındıra bu biçime sokmuştu. Rastlantılar ortaya böyle bir ürün çıkarmıştı. O anda, bunun kilisenin sunağı olacağına karar verdim. Onu kubbenin altına, tam ortaya yerleştirirken aklıma çocukluktaki fallus düşüm geldi. Bağlantı hoşuma gitmişti.
Hava uygun olduğunda, öğleden sonralarımı bina yapma oyununa ayırıyordum. Öğle yemeği biter bitmez başlıyor, hastalar gelince bırakıyor, işim erken biterse akşamüstleri de sürdürüyordum. Bu oyunu sürdürmek zihnimi açıyor, varlıklarını sezinlediğim belirsizlik içindeki fantezilerimin bilincine varabiliyordum.
Doğal olarak, yaptığımın ne anlama geldiğini sorguluyordum. “Küçük bir kenti dinsel bir törencesine inşa ediyorsun,” diyordum kendi kendime ama bu soruya bir yanıt bulamıyordum. Bildiğim tek doğru, mitimi keşfetme yolunda olduğumdu. İnşa oyunu bir başlangıç oldu ve bir fanteziler seline yol açtı. Onları bir süre sonra, özenle kâğıda geçirdim.
Bu bana her zaman olur. Ne zaman bir duvarla karşılaşsam ya resim yapar ya da taşlarla uğraşırım. Bu tür uğraşlarımın bir rite d’entrée (giriş töreni) işlevi vardır. Daha sonraki düşüncelere ve çalışmalara yol açarlar. Gegenwart und Zukunft, Ein Moderner Mythus it ve Über das Gewissen30 gibi bu yıl31 ve geçen yıl yaptığım çalışmalarımın tümüne, karımın ölümünden sonra32 yaptığım taş heykeller yol açtı. Yaşamının yitişi ve bu olayın benim bazı şeylerin farkına varmama yol açması beni çok sarsmıştı. Kendimi toparlayabilmek için çok çaba sarf etmek zorunda kaldım. İşte o dönemde, taşlarla ilişkimin bana çok yararı oldu.
1913 güzüne doğru, içimde hissettiğim baskı havada bir şey varmışçasına dışarıya yönelmeye başladı. Hava bana eskisinden daha karanlık geliyordu. Baskı, sanki tümüyle öznel bir ruhsal durumdan değil de, nesnel bir gerçekten kaynaklanıyor ve bu duygu giderek yoğunlaşıyordu.
Ekim ayında, tek başıma yaptığım bir gezi sırasında bir imgenin etkisi altına girdim. Kuzey Denizi ve Alp Dağları arasındaki alanın kuzeyini ve alçak yerlerini dev bir dalganın kapladığını görüyordum. Dalga İsviçre’ye yaklaştıkça, ülkemizi korumak için dağlar yükselmeye başlıyordu. Çok büyük bir felaketin sürdüğünü anlıyordum. Sarı dev dalgaları, medeniyetin enkazını ve boğularak ölmüş binlerce insanın suda sürüklenişini görebiliyordum. Sonra, tüm deniz kana dönüştü. Bu görüntü bir saat kadar sürdü. Şaşkına dönmüştüm. Midem bulanmış, zayıflığım beni utandırmıştı.
İki hafta sonra imge yenilendi. İlki gibiydi ama eskisinden çok daha netti. Kan da daha belirgindi. İçimden bir ses bana, “İyi bak! Gerçek bu ve hiç kuşkun olmasın, bu böyle olacak,” dedi. O kış biri bana gelecekle ilgili dünya görüşümü sormuş, ben de, “Hiçbir fikrim yok. Yalnızca kan nehirleri görüyorum,” diye yanıtlamıştım.
Bu imgelerin, bir devrimin habercisi olup olmadıklarını düşündüm ama böyle bir şeyi olası saymadığım için, kendimle ilgili olduğuna ve bir psikozun eşiğinde olduğuma karar verdim. Savaş olabileceği hiç aklıma gelmedi.
Kısa bir süre sonra, 1914 ilkbaharında ve yazında, üç kez yinelenen bir düş gördüm. Yazın ortasında, kutuplardan inen soğuk bir dalga yeri donduruyordu. Örneğin, Lorraine bölgesini ve oradaki kanalları tümüyle donmuş gördüm. İnsanlar oraları terk etmiş, don, canlı her tür yeşilliği öldürmüştü. Bu düş, nisan ve mayıs aylarında, en son olarak da 1914 Haziranı’nda yinelendi.
Üçüncü düşte, gene, evrenden ürkünç bir soğuk alçaldı ama düş beklenmedik bir sonla bitti. Yaşam ağacım olduğunu düşünmeme neden olan bir ağaç belirdi. Meyvesi yoktu, yalnızca yaprakları vardı ve bu yapraklar, donun etkisiyle şifalı sularla dolu tatlı üzümlere dönüşmüştü. Onları toplayıp bekleşen büyük bir insan topluluğuna verdim.
1914 Temmuzu’nda, İngiliz Tıp Birliği’nce Aberdeen’de bir konferansta “Psikopatoloji’de Bilinçdışının Önemi” üzerine bir konuşma yapmak için çağrıldım. Bu tür düşler kadere yöneliktirler. Bu nedenle, bir şeyler olacağını biliyordum. Yakamı bırakmayan korkularım ve o zamanki ruh halim, bilinçdışının önemi üzerine bir konuşma yapmam zorunluluğunu kaderin bir oyunu olarak almama neden oldu.
Ağustos ayının ilk günü savaş patladı. Neler olup bittiğini ve genelde, öznel deneyimimin insanlığın deneyimiyle ne ölçüde örtüştüğünü anlamaya çalışmam gerekiyordu. Bu nedenle, ilk önce kendi ruhumun derinlerine inmeyi denemeliydim. İnşa oyunu sırasındaki fantezilerimi yazarak işe koyuldum. Yapılması gereken ilk iş buydu.
Fanteziler durmaksızın akıyordu. Kafam iyice karışmadan, bu garip olgulara bir anlam yüklemeye çalışıyordum. Her şeyin zor ve anlaşılmaz olduğu yabancı bir dünyada çaresiz kalakalmıştım. Sürekli bir gerginlik içindeydim; bazen üzerime binlerce ton ağırlığında dev taşlar yıkılıyor gibi geliyordu. Gök gürültüleri birbirini izliyordu. Bu fırtınaları ancak güçlü olursam göğüsleyebilirdim. Nietzsche, Hölderlin ve daha niceleri bu yüzden yıkılmışlardı ama içimde şeytanca bir güç vardı ve ne pahasına olursa olsun, bu fantezilerin getirdiği deneyimlerin anlamını bulmaya kararlıydım. Bilinçdışının saldırılarına direnirken yüce bir iradeye boyun eğdiğime inanıyordum ve bu inancım işin üstesinden gelene dek sarsılmadı.
Çoğu zaman duygusal açıdan öylesine yoğundum ki, duygularımı denetleyebilmek için yoga yapmak zorunda kalıyordum, ama amacım, içimde neler olup bittiğini anlamak olduğu için yoga hareketlerini bilinçdışıyla ilgili çalışmamı sürdürebilecek kadar sakinleşene dek yapıyordum. Kendimi toplar toplamaz, duygularımın üzerinde kurduğum baskıyı kaldırıyor, imgelerin ve içsel seslerin yenilenmelerine izin veriyordum. Oysa bir Hintli, çoğul ruhsal içerikleri ve imgeleri tümüyle yok etmek için yoga yapar. Duyguları resimlere çevirebildiğim sürece, yani duygularda gizli imgeleri bulup çıkartabildiğim sürece rahatlıyor ve kendimden hoşnut oluyordum. O imgeleri duyguların içinde saklı bıraksaydım, sanırım bilinçdışı beni perişan ederdi. Onları bölüp yok edebilirdim belki, ama o zaman da bir nevrozun pençesine düşer ve kaçınılmaz bir biçimde aynı kötü sona ulaşırdım. Deneylerim sonucunda, tedavi açısından, duyguların arkasında gizli olan belirli imgeleri bulup çıkarmanın çok yararlı olabileceğini öğrendim.
Fantezileri elimden geldiğince not ettim ve hangi ruhsal koşullarda ortaya çıktıklarını analiz edebilmek için ciddi bir uğraş verdim. Dili akıcı olmadı. Önce gözlemlerimi biçimlendirmeye çalıştım. Arketiplerin niteliğine uygun olarak gözlemlerimi genelde “çalakalem” yazıyordum. Arketipler ağdalı bir dil kullanırlar. Bu dile abartılı bile denebilir. Bence utanç verici bir dildir. Sinirime dokunur. Sanki biri alçıdan yapılma bir duvarı tırnağıyla çiziyor ya da tabağa bıçağı sürtüyor duygusuna kapılırsınız. Ne olup bittiğini bilmediğim için, her şeyi bilinçdışının seçtiği biçimde yazmak zorundaydım. Bazen duyar gibi oluyor, bazen de sanki ağzımla hissediyor, arada sırada da kendimi sözcükler fısıldarken yakalıyordum. Bilinçdışının eşiğinin altındaki her şey cıvıl cıvıl yaşam doluydu.
Baştan beri, bilinçdışıyla gönüllü karşılaşmamı, benim yönettiğim ve sonucunu büyük bir merakla beklediğim bir deney olarak almıştım. Oysa bugün düşündüğümde, onun “bana” uygulanan bir deney olduğunu söyleyebilirim. Karşılaştığım zorlukların en büyüklerinden biri, olumsuz duygularımla başa çıkabilmekti. Onaylamadığım duygulara boyun eğiyor, çok direndiğim ve sık sık saçma bulduğum fantezileri not etmek zorunda kalıyordum. Anlamlarını çıkartamadığımız sürece, o fanteziler bayağılığın ve gülünçlüğün şeytanımsı bir karışımı gibi gelirler. Onlara dayanabilmem bana pahalıya patlıyordu ama kaderdi beni zorlayan. Sonunda, olağanüstü bir çaba harcayarak o labirentten kendimi kurtarabildim.
İçimden, yeraltında canlanan fantezileri anlayabilmek için onları olduğu gibi kabul edip kendimi onlara teslim etmem gerektiğini biliyordum. Oysa onlara karşı hem çok güçlü bir direncim vardı, hem de belirgin bir korkum. Kontrolümü kaybedip onların kurbanı olmaktan korkuyordum. Bir psikiyatrist olarak bunun ne demek olduğunu çok iyi biliyordum. Uzun bir süre tereddüt ettikten sonra, başka çıkar yol olmadığına karar verdim. Şansımı denemek ve onları gücümün altına almaya çalışmak zorundaydım. Bunu yapamazsam onlara yenik düşmem olasıydı. Bu atılımımın önemli nedenlerinden biri, cüret edemediğim bir şeyi, hastalarımdan isteyemeyeceğime inanmamdı. Onlara yardım eden birinin yanlarında olması geçerli bir bahane olamazdı, çünkü pekâlâ biliyordum ki bu yardımcı, yani bu durumda ben, onların fantezilerinin içeriğini doğrudan doğruya özdeneyiminden bilmiyorsa, onlara yardımcı olamaz ve elinde de, o anda başvurabileceği, değerleri kesin olmayan kuramsal birkaç önyargıdan başka bir kaynak olmaz… Bu tehlikeli işe yalnız kendim için değil, hastalarım adına da giriştiğimi düşünmem, birçok kritik dönemi atlatabilmeme yardımcı oldu.
1913 Noeli yaklaşırken (12 Aralık) işe başlamaya kesin karar verdim. Çalışma masamda oturmuş korkularımı düşünüyordum. Kendimi rahat bıraktığımda, ansızın ayaklarımın altında yer gerçekten açılır gibi oldu ve karanlığın derinliklerine yuvarlandım, ama çok derine inmeden, birdenbire ayaklarım yumuşak ve yapışkan bir zemine basınca durdum. Zifirî karanlıkta olmama karşın çok rahatlamıştım. Bir süre sonra, alacakaranlık olmasına karşın gözlerim alıştı ve önümde karanlık bir mağaranın girişinin olduğunu gördüm. Mağaranın içinde, mumyalanmış gibi duran bir cüce görünüyordu. Cildi kösele gibiydi. Dar girişten süzülerek cüceyi geçtim ve diz boyu, buz gibi suyun içinde zorlukla yürüyerek mağaranın dibine ulaştım. Mağaranın dibindeki kayanın bir parçası, ışıl ışıl yanan kırmızı kristaldendi. Kristali kaldırdığımda, altının oyuk olduğu ortaya çıktı. İlk önce, ne olduğunu anlayamadım ama sonra oradan bir suyun aktığını gördüm. Suyun içinde, başında bir yara olan sarı saçlı bir gencin cesedi yüzüyordu. Cesedi, dev gibi kara bir bokböceği ve sonradan, suyun derinlerinden doğan kıpkırmızı bir güneş izledi… Işıktan gözlerim kamaşmıştı. Taşı yeniden oyuğun üzerine koymaya çalıştığım sırada oyuktan bir sıvı yükseldi. Kandı bu. Dışarıya doğru fışkırıyordu. Fenalaşmıştım. Bana kanın fışkırması hiç durmayacakmış gibi geldi ama sonunda durdu ve görüntü kayboldu.
Bu görüntü beni şaşkına çevirdi. Kuşkusuz, bir kahramandı bu. Bir güneş miti, bir ölüm ve yenidendoğuş olayıydı ve yenidendoğuşu Mısırlıların kutsal bokböceği simgeliyordu. Bundan sonraki imgenin bir sonraki gün olması gerekirdi. Oysa onun yerine, insanın zor dayanabileceği kadar çok kan fışkırmıştı. Bu bana çok garip geldi ama sonra aynı yılın güzünde gördüğüm düşteki kanı anımsadım ve daha çok anlamaya çalışmaktan vazgeçtim.
Altı gün sonra, (18 Aralık 1913’te) şöyle bir düş gördüm: Kayalık ıssız bir yerde, tanımadığım koyu tenli genç bir vahşiyle beraberdim. Güneş henüz doğmamıştı ama gökyüzü aydınlanmış, yıldızlar sönmeye yüz tutmuştu. Siegfried’in borazanının dağlarda yankılandığını duydum ve onu öldürmemiz gerektiğini anladım. Silahlıydık zaten. Dağın üzerindeki dar yolda pusu kurmuştuk.
Sonra Siegfried, güneşin ilk ışınlarıyla dağın tepesinde göründü. Ölülerin kemiklerinden yapılma bir arabayı çılgın gibi kayalıklardan aşağıya sürmeye başladı. Bir köşeyi dönerken ateş ettik. Öldü ve kayalıklardan aşağıya yuvarlandı.
Bu denli büyük ve değerli bir şeyi yok etmenin verdiği kendimden iğrenme ve pişmanlık duyguları içinde dönüp kaçmaya çalıştım. Cinayetin ortaya çıkacağından korkuyordum. O sırada, bardaktan boşanırcasına yağmur yağmaya başladı. Ölüyle ilgili tüm izleri yağmurun silip süpüreceğini biliyordum. Olayın ortaya çıkma olasılığından kurtulmuştum. Yaşam hiçbir şey olmamışçasına sürebilecek ama dayanılmaz bir suçluluk duygusu hiç dinmeyecekti.
Uyandığımda, düşü kafamda evirip çevirdim ama anlayamadım. Yeniden uykuya dalmayı denedim ama içimden bir ses, “Düşü anlamak zorundasın ve bunu hemen yapmalısın!” dedi. İvedi olduğu için telaşlanmam, sesin, “Anlayamazsan kendini vur!” dediği o ürkünç âna dek arttı. Başucumdaki komodinde dolu bir tabanca vardı. Çok korktum. Deli gibi düşünmeye çalışıyordum. Sonra, ansızın düşü çözebildim: “Bu sorun, kuşkusuz, dünyada oynanan oyunla ilgiliydi!” Siegfried, Almanların gerçekleştirmek istediklerini simgeliyor, Almanların iradelerinde ve seçtikleri yolda kahramanca direnmelerini herkese duyuruyordu. “İstenirse her zaman bir yol bulunur,” diye düşündüm. Ben de aynı şeyi yapmak istemiştim ama artık bu olası değildi. Düş bana, Siegfried’in kahramanca tutumunun bana uygun olmadığını göstermişti. Bu nedenle, onun öldürülmesi gerekiyordu.
Onu vurduktan sonra, güçlü bir özdeşleşme yaşadım. Sanki vurulan bendim… Bu, kahramanla olan gizli özdeşleşmeme ve bir insanın amacından ve bilinçli üstlendiği tutumundan vazgeçmek zorunda bırakıldığında duyduğu derin hüzne parmak basıyordu. Kahramanlık idealizmiyle özdeşleşmekten vazgeçmeliydim çünkü egonun isteklerinden çok daha yüce şeyler vardı ve biz onlara boyun eğmek zorundaydık.
O an için bu düşünceler yeterli oldu. Yeniden uykuya dalmışım.
Bana eşlik eden ve öldürmeye önayak olan koyu tenli ufak tefek vahşi, ilkel gölgenin varlığa dönüşmüş biçimiydi. Yağmur, bilinçle bilinçdışı arasındaki gerginliğin sona erdiğini gösteriyordu. O zamanlar bu düş, birkaç ipucu dışında onu çözümleyemememe karşın, içimde, bilinçdışıyla yaptığım denemeleri sonuna dek götürmemi sağlayabilecek yeni güçler oluşmasına neden oldu.
Çoğu kez, fantezileri yakalayabilmek için bir uçuruma indiğimi düşlerdim. Birçok kez, uçurumun dibine inmeye bile çalıştım. İlk kez dibe ulaştığımda, aşağı yukarı üç yüz metre indim gibi geldi; ondan sonraki inişimde de, kendimi kozmik bir boşluğun kenarındayım sandım. Ay’a yolculuk ya da boşluğa iniş gibi bir şeydi. İlk önce bir krater imgesi belirdi. Ölülerin ülkesine girmiş gibi bir his içindeydim. Olduğum yerin havası öbür dünyayı anımsatıyordu… Dik bir kayanın yanında iki insan seçebildim. Sakallı yaşlı bir adam ve güzel bir kız. Cesaretimi toplayıp onlara yaklaştım ve gerçek insanlarmış gibi söylediklerini can kulağıyla dinlemeye başladım. Yaşlı adam İlyas olduğunu anlatıyordu. Bu beni çok şaşırttı. Kızın kendisinin Salome olduğunu söylemesine daha da çok şaştım.
Kız kördü. Garip bir çift oluşturuyorlardı: Salome ve İlyas! İlyas sonsuzlukta her zaman beraber olduklarını söylediğinde, şaşkınlığım daha da arttı. Onlarla yaşayan kara bir yılan vardı ve o yılan, bana büyük sevgi gösterisinde bulundu. İlyas’a yakın durmaya çalıştım çünkü içlerinde en aklı başında ve zeki olanı o gibiydi. Salome’ye hiç güvenemedim. İlyas’la uzun uzun konuştuk ama bir tek kelime bile anlamadım.
Doğal olarak, kendime babamın rahip olduğunu anımsatarak, fantezilerimin İncil’deki kişilere gönderme yapmasının mantıklı bir açıklamasını bulmaya çalıştım. Oysa bu hiçbir şey ifade etmiyordu. Yaşlı adam ne anlama geliyordu? Neden beraberdiler? Ancak yıllar sonra, bu konuda bilgim arttığında, yaşlı adamla kızın birliktelikleri bana çok doğal gelmeye başladı.
Düşlere girdiğinizde, sık sık genç bir kızın eşlik ettiği yaşlı bir adamla karşılaşırsınız. Bu tür çiftler, birçok efsaneye dönüşmüş öyküde vardır. Örneğin, agnostik geleneğe göre, Simon Magus, genelevden çıkarttığı bir genç kızla dolaşırmış. Adı Helen’miş ve ona Troyalı Helen’in yenidendoğuşu gözüyle bakılırmış. Klingsor ve Kundry, Lao-tzu ve dans eden kız da bu gruba dahildirler.
Fantezimde üçüncü bir olguya değinmiştim. O da, büyük kara yılandı. Efsanelerde yılan, çoğu zaman, kahramanla eşanlamdadır. Benzerliklerinin birçok örneği var. Örneğin, kahramanın gözleri yılana benzer ya da öldükten sonra yılana dönüşür ve çok saygı görür. Başka bir örnek de yılanın oğlu olmasıdır, vb. Bu nedenle, fantezimde yılanın varlığı, bir kahramanla ilgili bir efsane olduğunu gösteriyordu.
Salome, bir anima simgesidir. Kördür çünkü anlamları göremez. İlyas yaşlı, bilge bir peygamberdir ve aklı ve bilgiyi temsil eder. Salome’yse erotik öğedir. Bu iki öğenin, Logos’un ve Eros’un insana dönüşmüş biçimleri olduğu söylenebilir ama bu, aşırı entelektüel bir tanıma girer. Ben onlara o zaman yüklediğim anlamı, yani onları olay ve deneyim olarak almayı daha doğru buluyorum.
Bu fanteziden kısa bir süre sonra, bilinçdışından başka bir resim yükseldi. İlyas öğesinden doğmuştu. Ona Philemon adını uygun buldum. Philemon bir pagandı ve agnostismin de renklendirdiği bir Mısır-Helen havasını da beraberinde getiriyordu. Bana ilk kez, aşağıda anlatacağım düşte göründü:
Denizi anımsatan masmavi bir gökyüzü, bulut yerine de yassı kahverengi toprak parçaları vardı ve sanki parçalanıyorlardı. Aralarından denizin mavisi görünüyordu. Oysa görünen mavi gökyüzüymüş. Ansızın sağ taraftan, gökyüzünde süzülen kanatlı bir şey çıktı. Boğa boynuzlu yaşlı bir adam olduğunu gördüm. Elinde dört anahtar tutuyordu. Birini, bir kapıyı açacakmışçasına ileriye doğru uzatmıştı. Kanatları yalıçapkınının kanatlarıydı ve o kuşa özgü renklere bürünmüştü.
Düşteki simgeyi anlayamadığım için aklımda kalsın diye resmini yaptım ve resimle uğraştığım günlerden birinde, gölün kenarındaki bahçemde ölü bir yalıçapkını buldum! Bu beni çok şaşırttı çünkü Zürich yöresinde bu kuşlara çok ender rastlanır. O günden sonra da bir daha ölü olanınla karşılaşmadım. Bulduğum kuş öleli çok olmamıştı. En çok birkaç gün önce ölmüştü. Hiçbir yerinde de bir yara izi yoktu.
Fantezilerimde karşılaştığım Philemon ve onun gibiler, benim çok önemli bir olguyu sezinlememe neden oldular. Ruhta, benim üretmediğim şeyler vardı. Kendilerini üretiyorlar ve yaşamlarını sürdürüyorlardı. Philemon, benim dışımda bir gücü simgeliyordu. Fantezilerimde onunla konuşurduk ve benim daha önceleri bilinçli düşünemediğim şeyleri söylerdi. Konuşanın ben değil de o olduğunu çok iyi anlayabiliyordum. Düşünceleri kendimin ürettiğini sandığımı, ama aslında düşüncelerin bir ormandaki hayvanlar, bir odadaki insanlar ya da havadaki kuşlar gibi olduklarını düşündüğünü söylerdi. “Bir odadaki insanları gördüğünde, o insanları senin yarattığını ya da onlardan senin sorumlu olduğunu düşünmezsin, değil mi?” diye de eklerdi. Ruhsal nesnelliği ve ruh gerçeğini bana öğreten o olmuştur. Onun sayesinde, kendimle, düşündüğüm şey arasındaki farklılığı öğrendim. Bana nesnel bir biçimde yaklaştı. İçimde, bilmediğim ya da söylemek istemediğim, hatta sırasında, bana karşı olanları bile söyleyebilecek bir şey olduğunu anladım.
Psikolojik bağlamda Philemon, üst düzeyde sezgiyi simgeliyordu. Benim gözümde, gizemli bir öğeydi. Bazen yaşayan bir insanmışçasına gerçek olduğunu düşünürdüm. Onunla bahçede bir aşağı bir yukarı dolaşırdık. Bir Hintli için gurusu neyse benim için de o öyleydi.
Ne zaman yeni bir kişiliğin anahatları ortaya çıksa, kendimi yenik düşmüş sayardım çünkü bu durum o güne dek bilmediğim bir şeyin daha var olduğunu kanıtlardı. Bu tür imgelerin ardı arkasının kesilmeyeceğinden ve bilmezliğin dipsiz kuyusunda boğulacağımdan korkardım. Dış dünyadaki başarılarım bana yetmez, içimdeki ben, kendini değersiz bulmaya başlardı. Karanlık dünyam, her şeyden çok, (Aurora Consurgens’in33 dediği gibi “Horridas nostrae mentis purga tenebras”, yani zihnimdeki ürkünç karanlıkları temizle) hayal gücümün iradem dışında yarattıklarını çözümleyebilecek, olağanüstü bilgili ve yetenekli, canlı bir gurunun olmasını istiyordu. Bu görevi Philemon üstlenmiş, ben de ister istemez, bu bağlamda ona psikoloğum gözüyle bakmak zorunda kalmıştım. Gerçekten de bana birçok aydınlatıcı düşünce aktardı.
En azından on beş yıl geçtikten sonra, Gandhi’nin arkadaşı, çok kültürlü bir Hintli beni ziyarete geldiğinde, onunla Hint öğretisini ve özellikle de bir guru ve chelah’ı (öğrencisi) arasındaki ilişkiyi konuştuk. Biraz çekinerek ona, bana gurusunun kişiliği ve onunla ilişkilerini anlatıp anlatamayacağını sordum. Sıradan bir şey söylermişçesine, “Aa, evet, o Shankaracharya’ydı,” dedi.
“Asırlarca önce ölen Veda yorumcusunu kastetmiyorsunuz, değil mi?” diye sordum.
Beni çok şaşırtan bir yanıt verdi. “Evet, o,” dedi.
“Öyleyse, bir ruhtan mı söz ediyorsunuz?” diye sordum.
“Kuşkusuz, onun ruhuydu,” dedi.
O anda Philemon’u düşündüm.
“Hayalet gurular da vardır,” diye ekledi. “Çoğu insanın yaşayan guruları olur ama gurusu bir ruh olanlara da her zaman rastlanır.”
Verdiği bilgi beni hem aydınlattı hem de rahatlattı. İnsanların dünyasından kopmadığımı ve bu konuda benzer çaba gösterenlerin de, bu tür deneyime açık olduklarını anladım.
Bir süre sonra, Philemon’un yanında başka bir öğe daha belirdi. Adını Ka koydum. Eski Mısır’da “kralın Ka”sı, kralın, dünyadaki bedenleşmiş ruhudur. Fantezimde, Ka-ruh derin bir oluktan çıkarcasına aşağıdan, yeryüzünün altından çıkıyordu. Onun, dünyadaki haliyle bir resmini yaptım. Resimde, bronzdan yapılma heykeli, taştan yapılma bir kaidenin üzerinde duruyor. Resmin üst bölümünde, bir yalıçapkınının kanadı görünüyor ve onunla ka’nın başı arasında yuvarlak bir yıldız bulutu ışıldıyor. Ka’nın yüzündeki ifade şeytanımsı. Mephisto’vari denebilir. Bir elinde renkli bir pagoda ya da azizlerin kemiklerinin konduğu kutu gibi bir şey tutuyor, öbür elindeki sivri aletle de kutunun üzerine bir şeyler çiziyor. “Tanrıları altının ve değerli taşların içine gömen benim,” diyor.
Philemon topaldı ama kanatları olan bir ruhtu. Ka’ysa, bir tür toprak ya da maden şeytanı. Philemon ruhsal açıyı ya da anlamı temsil ediyordu. Oysa ka, o zamanlar henüz
tanımadığım, Yunan simyasındaki Anthroparion34 gibi, doğanın ruhlarından biriydi. O zamanlar, Anthroparion’un kim olduğunu henüz bilmiyordum. Her şeyi gerçeğe Ka dönüştürüyordu, ama yalıçapkınını, yani anlamı, sırasında belirginsizleştiren, sırasında da, ona, güzelliğin yardımıyla sonsuza dek sürecek yansısını veren de oydu.
Zamanla iki öğeyi bir bütüne dönüştürebildim. Simya öğrenmemin çok yararı oldu.
Bir kez, fantezilerimi kâğıda geçirirken kendime, “Ne yapıyorsun? Bunların bilimle hiçbir ilgisi yok. Öyleyse bu ne?” diye sorduğumda, içimden bir ses, “Bu sanat,” diye yanıtladı. Şaşırmıştım. Yazdıklarımın sanatla ilgisi hiç aklıma gelmemişti. “Belki de bilinçdışım benim dışımda kendini ifade etmeye kararlı bir kişilik oluşturuyor,” diye düşündüm. Sesin bir kadından geldiğine kuşkum yoktu. Bana kişiliğini güçlü bir biçimde aktaran yetenekli bir psikopat hastamın sesini tanıdım. İç dünyamda canlanmıştı.
Kuşkusuz, yaptığım bilim değildi. Sanattan başka ne olabilirdi ki? Sanki, dünyada bu ikisinden başka bir olasılık yokmuş gibi. Bir kadının kafası böyle işler.
Bu sese içtenlikle, fantezilerimin sanatla ilgisi olmadığını söylediğimde, içimde çok güçlü bir direncin oluştuğunu hissettim. O zaman sustu, ben de yazmayı sürdürdüm. Sonra ikinci bir dalgayla ısrar yenilendi: “Bu sanattır.” Bu kez onu yakalayıp, “Hayır, bu sanat değil, tam tersine doğa,” diyebildim ve tartışmaya hazırlandım. Yanıt gelmeyince, içimdeki kadının bende olan konuşma merkezinden yoksun olduğunu düşündüğüm için benimkini kullanmasını önerdim. Kabul etti ve uzun uzun savını savundu.
İçimden bir kadının bana karşı çıkmasını çok garipsedim. Onun, ilkel bağlamda “ruh” olduğuna karar verdim ve ruha neden anima dendiğini düşünmeye koyuldum. Neden dişi olduğu varsayılıyordu? Daha sonraları, bu içsel kadın öğesinin bir erkeğin bilinçdışında tipik ya da arketipsel bir rol oynadığını anladım ve ona anima adını verdim. Kadının bilinçdışındaki karşıt öğeye de animus dedim.
Başlangıçta, beni en çok anima’nın olumsuz yönü etkiledi. Karşısında biraz şaşırıyordum. Odada görünmez bir varlık olduğunu sezinlemek gibi bir şeydi. Sonra, zihnimde yeni bir düşünce doğdu: Analizi yapmak için yazdığım tüm bu malzemeyi aslında anima’ya mektup olarak yazıyor, yani aslında, bilinç dünyamdan farklı bir bakış açısı olan bir parçama sesleniyordum ve o parçam, şaşırtıcı, sıra dışı yanıtlar bulup çıkarıyordu. Bir kadın ve bir ruhça analiz edilen bir hastaya dönmüştüm! Yazmazsam anima’nın fantezilerimi yakalayamayacağını düşündüğüm için her akşam yazmayı kendime görev edindim. Ayrıca, yazdığım için, fantezilerimi çarpıtıp yeni karmaşalar oluşturmasını da önlemiş oluyordum. Söylemek istediğinizle söylediğiniz arasında çok büyük fark vardır. Kendime karşı olabildiğince dürüst olabilmek için, “Elindeki her şeyi ver; ancak o zaman karşılığını alabilirsin” diyen eski bir Yunan özdeyişine sadık kalıyordum.
Zamanla, düşüncelerimle sesin içeriğini ayırabilmeyi öğrendim. Örneğin, araya bayağılıklar sokmaya çalıştığında, kendime, “Ara sıra böyle düşündüğüm ya da bunları hissettiğim doğru ama şimdi de böyle düşünmek ya da hissetmek zorunda değilim. Bayağılığımı sonsuza dek sürdürmem gerekmez. Bu aşağılama anlamsız,” diyordum. Önemli olan, bilinçdışı malzemeye kişilikler yükleyerek kendini ondan ayırabilmek ve aynı zamanda, onların bilinçle bağlantı kurmalarını sağlamaktır. Güçlerini yok etmenin yöntemi budur. Bir oranda bağımsızlıkları ve kendilerine özgü kimlikleri olduğu için, onlara kimlik vermek çok zor değildir. Bağımsızlıklarını kabullenmek de başlı başına bir iştir ama bilinçdışının kendini böyle ortaya koyması, bizim, onu en iyi biçimde yönetebilmemizi de sağlar.
İçimde sesini duyduğum hastam, erkekleri etkilemeye çalışırdı. Meslektaşlarımdan birini anlaşılmamış bir sanatçı olduğuna inandırmış, o da inandığı için yıkılmıştı. Nedeni de, kendi düşünceleri yerine başkalarınınkine göre yaşamını düzenlemeye kalkmasıydı. Bu tehlikelidir. Bu onun kararsız bir insan olmasına ve anima’nın göndermelerine direnememesine yol açtı; çünkü anima’nın sözleri genellikle baştan çıkarıcı ve kurnazcadır.
Ben de, bilinçdışının fantezilerini sanat diye alsaydım, onlara içimdeki gözle bakar ya da onları bir film gibi izler, yalnızca görüntüleri algılamaktan öte bir anlam çıkartamazdım. Onlara karşı ahlaksal bir sorumluluğum da olmazdı. Anima beni rahatlıkla kandırıp anlaşılmamış bir sanatçı olduğuma inandırabilir, sanatçı olduğu varsayılan kişiliğim bana gerçeği göz ardı etme hakkını sağlardı. Sesin çizdiği yolu izleseydim, ses bir gün bana büyük bir olasılıkla, “Uğraştığın saçmalıkların gerçekten sanat olduğuna inanıyor musun? Hiç ilgisi yok,” diyebilirdi. Bilinçdışının sözcüsü olan anima’nın baştan çıkarıcılığı bir insanı mahvedebilir. Bir analizin sonucunu belirleyen faktör her zaman bilinçtir çünkü bilinçdışının ortaya döktüklerini yalnızca o anlar ve onlara karşı durabilir.
Tüm bunlara karşın, anima’nın olumlu bir yanı da var. Bilinçdışındaki imgeleri bilinçli zihne o taşır. Bu nedenle onu değerli bulurum. Yıllarca, duygusal davranışlarımda bir şeylerin doğru gitmediğini ve bilinçdışımda bir şeylerin biriktiğini hissettiğimde ona başvurdum. Böyle zamanlarda, ona, “Amacın nedir? Ne görüyorsun? Bilmek istiyorum,” derdim. Bir süre direndikten sonra bir imge üretir ve imge oluştuğunda, huzursuzluk ya da baskı duygusu sona ererdi. Duygularımın tüm enerjisi imgeye duyduğum ilgiye ve meraka akardı. Bana ulaştırdığı imgeleri anima’yla tartışırdım çünkü düşleri anlamaya çalıştığım gibi imgeleri de elimden geldiğince anlamak zorundaydım.
Bugün artık anima’yla konuşmaya gerek duymuyorum çünkü o tür duygularım kalmadı. Olsaydı, gene aynı yolu izlerdim. Bugün, bilinçdışının içerdiklerini kabullenmeyi ve anlamayı öğrendiğim için anima’nın düşüncelerinin bilincindeyim. İçsel imgelere nasıl davranmam gerektiğini biliyorum ve anlamlarını doğrudan düşlerimden çıkarabildiğim için bir aracıya gereksinim yok.
Fantezilerimi ilk önce Schwarze Buch’a (Kara Kitap) topladım, sonra da onları, Roten Buch’a (Kırmızı Kitap) geçirdim ve bu kitabı resimlerle süsledim. Mandala çizimlerimin çoğu bu kitaptadır. Roten Buch’ta estetik kaygım vardı. Fantezilerimi daha edebî bir dille çevirmeye çalışmıştım ama bitiremedim çünkü doğru dili bulamadığımı anladım. Başka bir şeye çevirmek zorunda olduğumu hissediyordum. Bu nedenle estetiğe dikkat etmekten vazgeçip anlamı vermeye özen göstermeye başladım. Bu denli çok fantezinin sağlam bir zemine oturmasının ve her şeyden önce, gerçeği göz önünde bulundurmam gerektiğinin bilincine varmıştım. Bence gerçek, bilimsel anlayış demekti. Bilinçdışının bana verdiği sezgisel anlayıştan somut sonuçlar çıkarmam gerekiyordu ve bu iş bir ömür aldı.
Benim, bir psikiyatrist olarak deneylerimin hemen hemen her aşamasında akıl hastalarında bulunan psikozun da içerdiği aynı ruhsal malzemeyle karşılaşmam kuşkusuz bir çelişki. Akıl hastasının zihnini ölesiye bulandıran bilinçdışı imgelerin kaynağı da bu ruhsal malzemedir. Ayrıca, akıl çağımızda yitip gitmiş mitleri yaratan düş gücünün kaynağı da bu. Böyle bir düş gücü hâlâ her yerde varlığını sürdürmesine karşın, hem tabulaştı, hem de artık ondan korkulur oldu. Bu nedenle, insanı bilinçdışının derinlerine götüren belirsiz yola güven duymaya ya tehlikeli bir deney ya da kuşkulu bir macera gözüyle bakılıyor ve yanlışlıkların, ikili anlamların ve yanlış anlam yüklemelerin yolu olduğu düşünülüyor. Goethe’nin sözlerini anımsıyorum. “Herkesin gizlice sokulduğu kapıları / Cüret et sen ardına dek açmaya…” Faust’un ikinci bölümü yalnızca, edebî bir deneme değildir. Felsefi simyanın ve agnostisizmin başlangıcından, Nietzsche’nin Zerdüşt’üne dek süregelen Aurea Catena zincirinin35 bir halkasıdır. Dünyanın öbür kutbuna yapılan bu keşif gezisi rağbet görmez çünkü belirsizlikler ve tehlikelerle doludur.
Özellikle, fantezilerim üzerinde çalışırken, “bu dünyadan” desteğe gereksinimim vardı ve bu desteği, ailemde ve profesyonel mesleğimde buldum diyebilirim. Gerçek dünyada, garip iç dünyama karşı durabilecek normal bir yaşantımın olması çok önemliydi. Ailem ve mesleğim, gerçekten var olan sıradan bir insan olduğuma inanabilmem için her zaman geri dönebileceğim bir üs oldular. Bilinçdışının içeriği aklımı kaçırmama neden olabilirdi ama ailem ve Zürich Üniversitesi’nden bir diplomam olduğunu, hastalarıma yardım etmem gerektiğini, bir karım ve beş çocuğum olduğunu ve Küsnacht, 228 See Sokağı’nda oturduğumu bilmemin bana çok yardımı oldu. Görevlerim vardı. Gerçekten var olduğumu ve Nietzsche gibi ruhun rüzgârlarında savrulan boş bir kâğıt parçası olmadığımı bana sık sık anımsatan bu gerçeklerdi. Nietzsche’nin ayaklarının yere basmamasının nedeni, düşüncelerinin içsel dünyasından öte bir şeye sahip olmamasıdır. Bu düşünceler ona, onun onlara olduğundan daha çok sahiptiler. Kökünden koparılıp ayakları yerden kesildiği için abartıya ve gerçek olmayana boyun eğmek zorunda kaldı. Benim açımdansa, gerçekten uzaklaşma dehşetin ta kendisiydi çünkü bu dünyaya ve bu yaşama dönüktüm. Ne denli kendini kaptırsam da ya da ne denli kendimi kaybetsem bile, her zaman geçirdiğim deneyimlerin tümüyle gerçek yaşamın yönünde olduğunun bilincindeydim. Görevlerimi yerine getirmek ve yaşamıma anlam katmak istiyordum. Düsturum şuydu: Hic Rhodus, hic salta!36
Böylece, ailem ve mesleğim her zaman mutluluk getiren bir gerçek olarak kaldılar ve normal bir yaşantım olduğunun kanıtı oldular.
Giderek, bendeki içsel değişimin kabataslak da olsa anahatları ortaya çıkmaya başladı. 1916 yılında, bir şeyleri somutlaştırma gereksinimi duymaya başladım. İçimden bir şey, Philemon’un söylediği varsayılan sözleri biçimlendirmem ve ifade etmem için beni zorluyordu. İşte, Septem Sermones ad Mortuos37 ve onun kendine özgü dili böyle oluştu.
Giderek huzurum kaçıyordu ama neden böyle olduğumu ya da “onların” benden ne istediklerini anlayamıyordum. Çevremi uğursuz bir hava sarmıştı. Havada hortlaklar uçuşuyormuşçasına garip bir duyguya kapılmıştım. Sonra evim sanki perili bir eve dönüştü. En büyük kızım odadan geçen beyaz bir şey gördü. Ortanca kızım, büyük kızımla bir bağlantısı olmaksızın, gece battaniyesinin iki kez üzerinden çekilip atıldığını söyledi. Aynı gece, dokuz yaşındaki oğlum da bir karabasan gördü. Hiç resim yapmamasına karşın, sabah kalktığında annesinden boya kalemi istedi ve düşünün resmini yaptı. Adını da, “Balıkçının Resmi” koydu. Resmin ortasından bir nehir geçiyordu. Suyun kenarında, elinde olta olan bir balıkçı duruyordu. Bir balık tutmuştu. Balıkçının başının üzerinden, içinden alevler ve dumanlar yükselen bir baca yükseliyordu. Nehrin öbür yanından Şeytan uçarak geliyor ve balığı çalındığı için lanetler yağdırıyordu. Balıkçının başının üzerinde, havada asılı bir melek de, “Ona bir şey yapmamalısın; o yalnızca kötü balıkları yakalar,” diyordu. Oğlum bu resmi cumartesi günü çizmişti.
Pazar günü öğleden sonra beş sularında kapı deli gibi çalınmaya başladı. Güneşli bir yaz günüydü. Hizmetçilerin ikisi de mutfaktaydılar. Oradan evin giriş kapısının önü görünür. Herkes dışarıda kimin olduğunu anlamak için baktı. Kimse yoktu. Ben zile yakın oturduğum için zili hem duymuş hem de hareket ettiğini görmüştüm. Birbirimize bakakaldık. Ortalığa ağır bir hava çökmüştü. Bir şey olacağını biliyordum. Evin içini sanki bir kalabalık basmış, eve ruhlar doluşmuştu. Kapıya kadar ev tıka basa doluydu ve o ağır havada soluk almak olanaksızlaşmıştı. Bana gelince; zihnimden sürekli, “Tanrım, ne demek oluyor bunlar?” sorusu geçiyordu. Sonra, onlar koro halinde, “Kudüs’te aradığımızı bulamadığımız için geri döndük!” diye bağırdılar. Septem Sermones böyle başlar.
Septem Sermones sanki içimden boşaldı; üç gecede bitirdim. Kalemi elime alır almaz toplanmış ruhlar havaya karışıp yok oldular. Oda sessizleşti, odanın havası da açıldı. Ruhlar rahatsız etmekten vazgeçmişlerdi.
Bu deneyim neyse ya da neye benziyorsa öyle alınmalı. Kuşkusuz, o günlerdeki duygusal durumumun bunda rolü var. Parapsikolojik olaylara açıktım. O garip ortam bir bilinçdışı kümeydi. Böyle bir kümenin kendine özgü havasının bir arketipin numeni olduğunu tanımlamıştım. “Kendini öbürlerinden ayırıp gösteriyordu!” Zihin kuşkusuz, böyle bir şeye doğabilimsel bir tanım getirmek ister; bunu yapamadığında da kuralların dışına çıkıldığını söyleyip bir kenara atmayı yeğler. Oysa arada sırada kurallar çiğnenmese dünya ne sıkıcı bir yer olurdu!
Bu deneyimden bir süre önce, ruhumun uçup gittiği bir fantezimi kaydettim. Bu, benim için önemli bir olaydı. Bilinçdışıyla bağlantıyı ruh, yani anima sağlar. Bir bağlamda bu, aynı zamanda ölülerin ortak niteliğiyle bağ kurmak demektir çünkü bilinçdışı, aynı zamanda ölülerin, yani atalarımızın mitos ülkesi anlamına da gelir. Bu nedenle, insanın, ruhunun kaybolmasıyla ilgili bir fantezisi olursa, bu, ruhun bilinçdışına ya da ölülerin ülkesine çekildiğini gösterir. Orada, gizemli bir canlılık göstererek, atasal izlere, yani ortak içeriğe görünür bir biçim verir ve bir medyummuşçasına, ölülere kendilerini gösterme olasılığını sağlar. Bu nedenle, ruhumun kaybolmasından kısa bir süre sonra “ölüler” bana göründü ve bunun sonucunda da, Septem Sermones ad Mortuos ortaya çıktı. Bu, yerliler arasında sık sık karşılaşılan “ruhun kaybı” olgusuna bir örnektir.
O günden sonra ölüler benim için, yanıtlanamayanın, çözümlenemeyenin ve kurtarılamayanın sesi oldular çünkü kaderimin beni yanıt bulmaya zorladığı sorular ve istekler dışarıdan değil, iç dünyamdan yükseliyordu. Septem Sermones’te verdiğim ölülerle konuşmalarım, daha sonraları, dünyaya, bilinçdışıyla ilgili söyleyeceklerime bir girişti ve bilinçdışının düzenli bir anlatımına ve içeriğinin yorumuna bir hazırlıktı.
Geçmişe bakıp fantezilerle uğraştığım dönemde başımdan geçenleri gözden geçirdiğimde, bana o zamanlar çok güçlü bir mesaj gelmiş gibi geliyor. İmgelerde benimle birlikte başkalarını da ilgilendiren şeyler vardı. Bu nedenle, yalnızca kendime ait olmaktan vazgeçtim. Buna hakkım olmadığına karar vermiştim ve o andan başlayarak yaşamım herkese ait olmaya başladı. İlgilendiğim ve aradığım bilgiler o dönemin biliminde yer almıyordu. İlk deneyimlerden ben geçmek zorunda kaldım, üstelik, deneyimlerimin sonuçlarının gerçeklik toprağına iyice kök salması gerekiyordu. Bu olmasa, çabam yaşama geçirilemeyen öznel bir varsayım olarak kalırdı. Bunun sonucunda, kendimi ruhun hizmetine adadım. Onu hem sevmem hem de ondan nefret etmeme karşın, en değerli varlığım da oydu. Varoluşuma dayanmak ve onu olabildiğince dolu dolu yaşayabilmek için kendimi ona teslim etmekten başka bir seçeneğim yoktu.
Bugün bile, ilk deneyimlerimden hiçbir zaman kopmadığımı söyleyebilirim. Tüm yapıtlarım ve tüm yaratıcı gücüm, 1912 yılında, bundan aşağı yukarı elli yıl önce başlayan o fantezilerimden ve düşlerimden kaynaklandı. O dönemden sonra, yaşamımda başarabildiğim her şey, ilk önceleri yalnızca duygular ve imgeler olarak ortaya çıkmış olsalar da, onların içeriğinde saklıydı.
O karmaşadan beni çıkartabilecek tek yol bilimimdi. O olmasaydı, edindiğim malzeme beni bataklık çiçekleri gibi hapseder ve o dev sarmaşıklar beni boğardı. Her bir imgeyi ve ruhsal dağarcığımda olan her şeyi tek tek anlamaya ve onları olabildiğince bilimsel sınıflara ayırmaya özen gösterdim. En çok da, onları gerçek yaşama geçirmeye çalıştım. Çoğu zaman bunu yapmayı ihmal eder, imgelerin yükselmesine izin verir ve onları merak ederiz ama bundan öteye gitmeyiz. Onlardan ahlaksal sonuçlar çıkarmak bir yana, onları anlamaya çalışmayız bile, ama böyle yarı yolda durmamız bilinçdışının olumsuz etkiler oluşturmasına yol açar.
İmgeleri biraz anlamanın, yeterince bilgi kazanmak olduğunu sanmak da çok ciddi bir hatadır. Onların dünyasına girebilmeyi ahlaksal bir zorunluluğa dönüştürmek gereklidir. Bunu yapmamak, güç prensibine yem olmak demektir ve bu, bilen kadar, başkalarına da zarar getirecek sonuçlar doğurur. Bilinçdışının imgeleri, bir insana büyük sorumluluk yükler. Onları anlamayı başaramamak ya da ahlaksal sorumluluktan kaçmak, insanı bütünleşmeden yoksun bırakır ve yaşamında acı verici bölünmelere yol açar.
Bilinçdışının imgeleriyle uğraştığım dönemin ortasında, sekiz yıldır (1905’ten beri) anlaşmalı doçent olarak ders verdiğim üniversiteden ayrılmaya karar verdim. Yaşadığım deneyimler ve bilinçdışıyla yaptığım deneyler, entelektüel faaliyetlerimi durağanlaştırmıştı. Über die Psychologie des Unbewußten38 adlı yapıtımı bitirdikten sonra, bilimsel tek bir kitap okuyamaz olmuştum. Bu durum üç yıl sürdü. Ne entelektüel gereksinmelerin dünyasına ayak uydurabilecek ne de üzerinde çalıştığım konulardan söz edebilecektim. Bilinçdışından aydınlığa çıkan malzeme beni, kelimenin tam anlamıyla serseme çevirmişti. Onu ne anlayabiliyor ne de ona bir biçim verebiliyordum. Üniversitede herkesin gözünün önündeydim. Dersleri sürdürebilmem için tümüyle farklı, yeni bir uyum sağlamam gerekiyordu. Zihnim tümüyle bir kuşkular yumağıyken genç öğrencilere ders vermeyi sürdürmem haksızlık olacaktı.
Bu nedenle, iki olasılıkla karşı karşıya olduğumu hissettim. Ya yolu açık olan akademik kariyerimi sürdürecek ya da daha yüce bir gerekçeyi izleyip içsel kişiliğimin yasalarını göz önüne alıp bilinçdışıyla yüz yüze gelme deneylerimi içeren bu garip çalışmayı üstlenecektim. Ve çalışma bitene dek, ortadan yok olmam gerekiyordu.
Bilerek ve isteyerek akademik kariyerimden vazgeçtim. Başıma gelenlerin çok önemli olduğunu hissediyordum ve Sub specie aeternitatis bana çok daha önemli geliyordu. Onun üzerine bir şeyler inşa etmeye uğraşıyordum. Yaşamımı dolduracağından emin olduğum için her türlü tehlikeyi göze almaya hazırdım.
Zaten profesör olsam ne olurdu, olmasam ne olurdu! Kuşkusuz bu işten vazgeçmek beni rahatsız ediyor ve genelde, anlaşılabilen malzemeyle uğraşmakla yetinememem beni üzüyordu. Kadere başkaldırdığım anlar bile oldu ama bu tür duygular geçicidir, üzerinde durmaya değmez. Öbürü önemlidir ve içsel kişiliğimizin isteğini ve söylediklerini göz ardı etmezsek sızı diner. Böyle bir deneyimi, yalnız akademik kariyerimden vazgeçtiğimde değil, birçok başka olayda da yaşadım. Böyle durumlar çocukluğumda da olmuştu. Gençliğimde çabuk heyecanlanırdım ama duygu, doruğuna erdiğinde tersine döner ve içimi kozmik bir sessizlik kaplardı. Öyle zamanlarda her şeyden uzaklaşırdım ve çok kısa bir süre sonra, beni çok heyecanlandırmış bir şey çok uzaklarda kalmış gibi gelirdi.
Kararımın sonuçları ve ne benim ne de başkalarının anlayabildiği şeylerle uğraşmam beni çok büyük bir yalnızlığa itti. Hiç kimseye sözünü edemeyeceğim düşüncelerin ağırlığı altında eziliyordum. Anlatsam yanlış anlaşılacaktı. İç dünyanın imgeleriyle dış dünya arasındaki uçurumun acısını çok derinden hissedebiliyordum. Bugün artık anlayabildiğim iki dünya arasındaki etkileşimi o zamanlar henüz çözemememiştim. Tek gördüğüm “içsel” ve “dışsal” olanın uzlaşmaz karşıtlıklarıydı.
Buna karşın, baştan beri, ancak, (bu da çok çaba gerektiriyordu) ruhsal deneyimlerin gerçek olduğunu ve bunların, benim öznel deneyimlerim kadar, başkalarının da yaşadığı ortak deneyimler oldukları gerçeğini gösterebildiğimde, dış dünyayla iletişim kurabileceğimi çok iyi biliyordum. Daha sonraları, bunu bilimsel yapıtlarımda gösterebilmek ve yakınlarıma farklı görmeyi öğretebilmek için var gücümle uğraştım. Bunu başaramazsam mutlak bir yalnızlığa mahkûm olacağımı biliyordum.
Ancak, Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna doğru, yavaş da olsa, karanlığımdan sıyrılabilmeye başladım. Buna iki olay yol açtı. Birincisi, beni, fantezilerimin sanatsal değeri olduğuna ikna etmede direnen kadınla ilişkimi kestim. İkincisi ve daha önemlisi de, Mandala çizimlerini anlamaya başlamamdı. Bunlar 1918-1919 yılları arasında oldu. İlk Mandala’yı, 1916’da, Septem Sermones’i yazdıktan sonra, ne olduğunu hiç anlamadan çizmiştim. Bunda şaşılacak bir şey yoktu.
1918-1919 yıları arasında Oex Şatosu’ndaydım. Orada olduğum süre içinde, her sabah bir deftere, sanırım o andaki ruh halimi yansıtan küçük bir dairesel şekil, yani bir Mandala çiziyordum. Bu çizimler günbegün ruhsal değişimimi gözlemlememe yardımcı oluyordu. Örneğin, bir gün, bilinçdışımdan yükselen fantezilerimin sanatsal değeri olduğu için sanat diye nitelendirilmeleri gerektiğinde ısrar etmekten vazgeçmeyen estetiğe düşkün hanımdan bir mektup almıştım. Mektup sinirime dokundu. Hiç de aptalca yazılmış bir mektup olmadığı için insanın kapılması işten bile değildi. Çağdaş sanatçılar da zaten bilinçdışını malzeme olarak kullanarak sanat yaratma arayışı içindeler. Savunduğunun arkasındaki işlevsellik ve ayrıca, kendimi önemseme duygumun körüklenmesi kuşkuya düşmeme neden oldu. Ürettiğim fantezilerin, hiçbir zorlama olmadan kendiliğinden mi oluştuklarını, yoksa sonuçta benim keyfî buluşlarım mı olduklarını sorgulamaya başladım. Ne oldukça iyi bir esinin insanın kendi yeteneğinden ne de daha düşük düzeydeki tepkilerin rastlantı sonucu ya da bize yabancı kaynaklardan geldiğini varsaymayı yeğleyen bağnaz düşünceden kurtulabilmiştim. İçimde süregelen gerginlik ve dengesizlik ertesi günü, değişik bir Mandala üretmeme neden oldu. Dairesel formun bir kenarı patlarcasına açılmış, simetri bozulmuştu.
Mandala’nın aslında, “biçimlendirme, değiştirme ve ölümsüz zihnin sonsuza dek sürecek yeniden yaratılışı” anlamına geldiğini zamanla çıkarabildim. İşte bu, insanın, her şey yolunda gittiği sürece uyum içinde olan ama kendini aldatmaya hiç dayanamayan benliği, yani kişiliğinin bütünlüğüdür.
Mandala’lar, bana her gün, benliğimin ne durumda olduğunu gösteren şifrelerdi. Onlarda kendimi, yani tüm benliğimin devinimini görebiliyordum. Başlangıçta onları tam anlayamamama karşın, çok önemli olduklarını bildiğim için, onları çok değerli mücevherler gibi sakladım. Odak noktası olduklarını anlayabiliyordum ve zamanla onların sayesinde, benlikle ilgili, durağan olmayan bir göstergeyi izleyebilme şansına sahip oldum. Benliğin, benim ve benim dünyam gibi bölünmez olduğunu düşündüm. Mandala’lar bu bölünmezliği ve ruhun mikrokozmik doğasını simgelerler.
O zamanlar kaç Mandala çizdiğimi artık unuttum ama çok sayıda olduklarını biliyorum. Onların üzerinde çalışırken sürekli zihnimde, “Bu işlem nereye varacak?”; “Amaçları ne?” sorularına yanıt arıyordum. Deneyimlerim bana, güvenebileceğim bir amaç seçme olanağımın olmadığını söylüyorlardı. Benliğin ikincil durumda olduğu düşüncesinden tümüyle vazgeçmem gerektiği kanıtlanmıştı. Bu düşünceyi sürdürmeye kalkışmam durdurulmuştu. “Libidonun Simgeleri ve Değişimleri” adlı yapıtımda başladığım mitlerin bilimsel analizini sürdürmek istiyordum; amacım da hâlâ oydu. Ama bunu unutsam daha iyi olurdu! Bilinçdışının süreçlerinden geçmek zorunda kalmış, beni nereye götüreceğini bilemediğim bu akıntıya kendimi bırakmam gerekmişti. Oysa Mandala’ları çizmeye başladığımda, her şeyin, geçtiğim tüm yolların ve attığım her adımın beni tek bir noktaya, odak noktasına geri götürdüğünü ve merkezin Mandala olduğunu giderek daha iyi anladım. Tüm yolların göstergesiydi o. Merkeze, yani bireyselliğe giden yol oydu.
O yıllarda, yani 1918’le 1920 arasında, ruhsal gelişimin amacının benlik olduğunu anlamaya başladım. Çizgisel bir evrim yoktu. Merkezin çevresinde dönüp dolaşılıyordu. Düzenli bir gelişim, olsa olsa başlangıçta vardır ama sonra her şey merkeze yönelmeye başlar. Bu iç görüş dengemi kazanmamı sağladı ve giderek iç huzurum geri döndü. Mandala’nın, benliğin ifadesi olduğunu anlamamın benim için mutlağı yakalamak anlamına geldiğini biliyordum. Belki başka biri benden daha çok şey biliyordur, ama benden bu kadar.
Birkaç yıl sonra (1927’de) merkez ve benlikle ilgili düşüncelerim bir düşle onaylandı. Özünü Fenster in die Ewigkeit39 adını verdiğim bir Mandala’yla gösterdim. Resim Das Geheimnis der Goldenen Blüte’de40 vardır. Bir yıl sonra, merkezinde altın bir kale olan ikinci bir Mandala çizdim. Resim bittiğinde, “bu formda neden bu denli Çin etkisi var?” diye düşündüm. Görünüşünün Çin’le bir ilgisi yoktu ama biçimi ve renk seçimi beni etkilemiş ve öyle düşünmüştüm. Kısa bir süre sonra, Richard Wilhelm’in41 bana, Das Geheimnis der Goldenen Blüte’de başlıklı Taocu bir simyasal bildiri yollayıp onunla ilgili bir yorum yapmamı istemesi garip bir rastlantıdır. Mandala’larla ve merkezin çevresinde dolaşmayla ilgili düşüncelerimi hayal edemeyeceğim denli desteklediği için el yazısı bildiriyi bir solukta okudum. Yalnızlığımı gideren ilk olay da bu oldu. Bir şeyle ya da biriyle bağ kurulabileceğini ilk kez fark ettim.
Bu rastlantının, yani bu “eşzaman”ın anısına, bana o denli Çin etkisinde görünen resmin altına, “1928’de ben, bu iyi korunan altın kaleyi çizerken Richard Wilhelm, Frankfurt’tan bana, ölümsüz bedenin özü olan sarı kaleyle ilgili bin yıllık bir Çin bildirisi yolladı,” diye yazdım.
Daha önce sözünü ettiğim düşle ilgili, 1927 yılına ait bir Mandala daha var. Düşümde, pis, is içinde bir kentteydim. Geceydi. Kıştı ve yağmur yağıyordu. Kent, Liverpool’muş. Aşağı yukarı bir düzine İsviçreliyle karanlık sokaklarda dolaşıyordum. Oraya limandan geldiğimizi ve asıl kentin yukarılarda, kayaların üzerinde olduğunu düşünüyordum. Bir yamaca tırmandık. Kent bana Basel’i anımsatıyordu. Orada pazaryeri aşağılarda kalır; Totengässchen’den42 geçerek yukarılardaki bir platodaki Peter Meydanı’na ve Peter Kilisesi’ne varırsın. Platoya vardığımızda, kendimizi sokak lambalarının cılız ışığıyla aydınlanmış geniş bir meydanda bulduk. Meydana birçok sokak açılıyordu. Kentin mahalleleri meydanın çevresini sarmıştı. Meydanın ortasında yuvarlak bir havuz, havuzun ortasında da bir adacık vardı. Çevredeki her şey, yağmurun, sisin, isin ve yarı karanlığın etkisiyle doğru dürüst görünmezken, ada gün ışığında ışıl ışıl parlıyordu. Adanın ortasında, üzeri kırmızımsı tomurcuklarla kaplı tek bir ağaç, bir manolya ağacı vardı ve sanki ağaç hem güneş ışınlarıyla aydınlanıyor, hem de ışığı kendisi veriyordu. Yanımdakiler havanın ne kadar berbat olduğunu söylediler. Ağacı görmemiş gibiydiler. Liverpool’da oturan başka bir İsviçreliden söz ettiler ve oraya ne akla hizmet yerleştiğine şaştılar. Çiçek açan ağacın ve gün ışığında parlayan adanın güzelliğiyle büyülenmiştim. “Buraya neden yerleştiğini çok iyi anlıyorum,” diye düşündüm. Sonra da uyanmışım.
Bir ayrıntıyı da yorumlamam gerekli. Kentin mahalleleri bir merkezin çevresine dairesel kurulmuşlardı. Merkez büyük bir sokak lambasıyla aydınlanıyordu ve adanın tıpatıp aynısıydı. “Öbür İsviçrelinin” ikincil merkezleri olan mahallelerden birinde yaşadığını biliyordum.
Bu düş o zamanki durumumu aydınlatıyordu. Yağmurda ışıldayan, ıslak sarımsı gri yağmurluklar hâlâ gözümün önünde. Her şey o zamanki ruh halim gibi berbat. Karanlık ve hiçbir ışıltı olmamasına karşın, bu dünyadan olmayan bir güzelliğe tanık oluyorum. Yaşamaya çabalamamın nedeni de bu. Liverpool’un anlamı: yaşam gölü. Eski bir görüşe göre, “karaciğer” yaşamın barınağıdır ve “yaşama”yı o sağlar.
Bu düş beraberinde bir sona erme duygusu getirdi. Amacın açıklandığını anlıyordum. Hiç kimse merkezi aşamazdı. Amaç merkezdi ve her şey ona yöneliyordu. Bu düş sayesinde, benliğin ana öğe olduğunu ve uyumun ve anlamın arketipi olarak nitelendirilmesi gerektiğini anladım. İyileştirici işlevi de burada yatıyordu. Bana göre, bu iç görüş, merkeze yakınlaşmayı vurguladığı için amacı da kapsamış oluyordu. Bu düşünceden kişisel mitimin ilk pırıltıları çıktı.
Bu düşten sonra Mandala resimleri yapmayı bıraktım. Düş, bilinçliliğimin gelişme sürecinin doruk noktası olmuştu. Durumumun ne olduğunu kapsamlı bir biçimde verdiği için beni çok tatmin etti. Çok önemli bir şeyle uğraştığımı biliyor ama ne olduğunu çıkaramıyordum. Meslektaşlarım arasında da, durumumu anlayabilecek kimse yoktu. Düşün getirdiği açıklık benliğimi dolduran şeylere karşı nesnel bir yaklaşım içine girmemi sağladı. Böyle bir imgeyle karşılaşmasaydım, büyük bir olasılıkla, uyumumu yitirecek ve tüm çabalarımdan vazgeçmek zorunda kalacaktım. Oysa anlam açıklığa kavuşmuştu. Freud’dan ayrıldığımda, bilinmeze doğru yola çıktığımı biliyordum. Freud’dan daha çok şey bilmeme karşın, karanlığa adım atmak zorunda kalmıştım. Böyle bir durumda kaldığınızda, bunun gibi bir düşü bir nimet olarak görürsünüz.
Bilimsel dağarcığımdan o zamanlar yaşadığım ve not aldığım şeyleri süzüp çıkarmak neredeyse kırk beş yılımı aldı. Gençliğimde, bilimimle bir şeyler yapabilmeyi amaçlıyordum ama sonra bu kızgın lav seline kapıldım ve alevlerin ısısı yaşamımı yeniden biçimlendirdi. Beni, üzerinde çalışmaya zorlayan ana madde buydu. Çabam bu kızgın maddeyi zamanımın dünya görüşüne ekleyebilmekti. İlk fanteziler ve düşler, kızgın bazalt gibiydiler. Onun kristalleşmesiyle, işleyebileceğim taş ortaya çıktı. Sanırım bunu da başardım.
İçsel resimlerimi izlediğim yıllar yaşamımın en önemli yılları oldu. Önemi olan her şeye, o süre içinde karar verdim. Her şey o zaman başladı; ondan sonraki ayrıntılar, bilinçdışından fışkıran ve başlangıçta beni neredeyse boğan malzemeye yaptığım eklemeler ve açıklamalardır. Bir ömür boyu sürecek bir çalışmanın ana malzemesi oydu.
- Freud arkaik izlerden söz ediyor. (Y.N.)
- (Alm.) Şimdi ve Gelecek, Modern Bir Mit, Vicdan Üzerine. (Y.N.)
- 1957.
- 27 Kasım 1955.
- Aquino’lu Aziz Tommaso’nun yazdığı varsayılan simyasal bildiri. (Y.N.)
- Anthroparion ufak tefek bir adam ve bir tür münzevidir. Örneğin, üçüncü yüzyılın ünlü simyacılarından Panopolisli Zosimos’un imgelerinde görülür. Simyada cıvanın ruhu olan Merkür de bir Anthroparion’dur.
- Simyadaki Altın Zincir, Hermes Trismegitos’la başlayan bilge adamların oluşturduğu dizidir. Yeryüzünü gökyüzüyle birleştirir. (Y.N.)
- (Lat.) Rodos oradaysa atlayış burada. (Y.N.)
- Ölülere Yedi Konuşma. (Y.N.)
- (Alm.) Bilinçdışının Psikolojisi. (Y.N.)
- (Alm.) Sonsuzluğa Açılan Pencere. (Y.N.)
- (Alm.) Altın Çiçeğin Gizi. (Y.N.)
- Cheng Yi’nin, Yi zhuan (Değişimler Kitabı) adlı eserini en iyi yorumlayan ve Almancaya çeviren düşünür. (Y.N.)
- (Alm.) Ölüler Yolu. (Ç.N.)
CARL GUSTAV JUNG
ANILAR, DÜŞLER, DÜŞÜNCELER
OTOBİYOGRAFİ
Almanca aslından çeviren: İris Kantemir
Can Yayınları