“Annemin korkusundan korkuyorum.”
🔹 1. Arketipsel ve Travmatik Annelik Deneyimi
“Annemin korkusundan korkuyorum.”
Bu cümle, yalnızca bireysel bir duyguyu değil; aynı zamanda kolektif, nesiller arası aktarılan bir korku hafızasını da açığa çıkarır. Jung’a göre, anne arketipi yalnızca bireysel annenin temsili değil, doğanın besleyici ve yıkıcı tüm yönlerini kapsayan bir kolektif imgedir. Jung bu konuda şöyle der:
“Anne arketipi hem koruyucudur hem yutucudur; hem yaşam verir hem yaşamı geri alır. İmgeleri, tanrıçalar ve canavarlar arasında salınır.”
(C.G. Jung, “Symbols of Transformation”)
Metinde anne, fiziksel olarak çocuğunu korumaya çalışırken, aslında kendi içselleştirdiği korku figürünü –ya da kendi gölge imgelerini– çocuğa aktarır. Bu aktarım, Freud sonrası psikanalizin önemli bir kuramcısı olan Sándor Ferenczi’nin “travmanın aktarımı” kavramıyla derinden örtüşür. Ferenczi, ebeveynin çözülmemiş travmasının çocuğa sözel olmayan yollardan (dokunma, mimik, sessizlik) geçtiğini ve çocuğun kendi duygularını bastırarak ebeveynin travmasını taşıyıcılığa başladığını belirtir:
“Çocuk, sevdiği ebeveyni anlamak ve onu korumak için kendi travmasını bastırır ve onun travmasının taşıyıcısı olur.”
*(Ferenczi, “Confusion of Tongues between the Adults and the Child”) *
Burada çocuk, yalnızca annenin korkularının hedefi değildir; aynı zamanda o korkuların taşıyıcısı ve düzenleyicisidir. Metindeki şu satırlar bu durumu dramatik biçimde betimler:
“Eğer beni ayrılmaya çalışırken yakalarsa bana korku verir. Ağzından, gözlerinden, sözlerinden, ben de bu korkuya bağlı olana kadar vücudunu tutma biçimlerinden bana dökülür.”
Bu cümlede bedenin, bir iletim aygıtına dönüştüğü görülür. Anne yalnızca sözcüklerle değil, dokunuşla, beden diliyle ve varlığıyla korkuyu aktarır. Bu, Jessica Benjamin’in “duygulanımsal aktarım” kavramıyla da örtüşür. Benjamin, anne-çocuk ilişkisinde annenin düzenlenememiş duygularının çocuğun gelişen benliğine nüfuz ettiğini söyler:
“Kadınlar, kendi baskılanmışlıklarını çocuklarına aktarmaya zorlandıkları patriyarkal koşullar altında çocuklarıyla olan ilişkilerinde hem sevgi hem kontrol yoluyla onları şekillendirir.”
*(Jessica Benjamin, “The Bonds of Love”) *
Metindeki çocuk figürü, hem anneye ait hem de ondan ayrılmak isteyen bir varlıktır. Ama ayrılmak; suçluluk, korku ve cezalandırılma anlamına gelir. Bu da Winnicott’un *“çocuğun anneden ayrılma hakkı”*nı tanımladığı o kırılgan döneme işaret eder. Eğer anne yeterince güvenli bir “geçiş alanı” sunmazsa, çocuk dış dünyaya geçmekte güçlük çeker ve ayrışma süreci travmatik olur.
Jung’un analizinde bu durum şöyle açıklanır:
“Eğer anne arketipinin negatif kutbu bireyin hayatına hâkim olursa, birey kendini sürekli olarak içsel bir hapsoluş, duygusal bir boğulmuşluk ve dış dünyaya karşı derin bir korkuyla kuşatılmış hisseder.”
(C.G. Jung, “Archetypes and the Collective Unconscious”)
Anneye ait iç mekân, aynı zamanda bir gölge mekânıdır. Kadının bireyselleşme arzusu, bu içselleştirilmiş “yutan anne” figürüyle çatışır. Yani, kadın dış dünyaya açılmak ister ama içselleştirdiği anne onun ruhsal özgürlüğünü bastırır.
💠 Özetle
“Annemin korkusundan korkuyorum” cümlesi, bireyin sadece annesinin değil, onun annesinden ve daha önceki kadın kuşaklarından aktarılan bastırılmış, korkutulmuş, kısıtlanmış kadınlık deneyimiyle nasıl iç içe geçtiğini açığa çıkarır. Bu da bizi sadece bireysel bir analiz değil, feminist bir psikanalitik eleştiriye de götürür.



