Clarissa Dalloway’un Yaşam Tercihi
Virginia Woolf’un Mrs. Dalloway eserinde Clarissa Dalloway, intihar düşünceleriyle mücadele ederken yaşamayı seçer. Emmanuel Levinas’ın “öteki etiği” çerçevesinde bu seçim, bireyin ötekiyle ilişkisindeki sorumluluğu arayışı olarak yorumlanabilir. Levinas’a göre ötekinin yüzü, bireyi etik bir sorumluluğa çağırır ve kendi varoluşunu sorgulamaya iter. Clarissa’nın intihar düşünceleri, toplumsal rollerin kısıtlamaları ve varoluşsal boşlukla yüzleştiği bir dönemi yansıtır. Septimus’un intiharını öğrenmesi, onun için bir dönüm noktası olur; Septimus’un ölümü, Clarissa’nın kendi yaşamını yeniden anlamlandırmasına yol açar. Bu, ötekinin acısının bireyin kendi varoluşunu değerlendirmesini sağladığı bir Levinasyen an olarak görülebilir. Clarissa’nın yaşamayı seçmesi, toplumsal normlara boyun eğmekten çok, ötekinin acısına tanıklık ederek varoluşunu yeniden inşa etme çabasıdır. Bu karar, yaşamın kaotik doğasını kabul eden bir erdem olarak okunabilir, ancak aynı zamanda 1920’ler Londra’sında bir kadının toplumsal beklentilerle uzlaşmak zorunda kalışını da gösterir.
Oedipus’un Kendi Cezası
Sophokles’in Oedipus Rex tragedyasında Oedipus, gözlerini kör ederek kaderine hem başkaldırır hem de onu kabul eder. Jean-Paul Sartre’ın özgürlük anlayışı, bireyin eylemlerinden sorumlu olduğunu ve özgürlüğün bu sorumluluğu üstlenmekle ortaya çıktığını öne sürer. Oedipus, annesine eş ve babasına katil olduğunu öğrendiğinde, eylemlerinin ağırlığını üstlenir. Sartre’ın bakış açısıyla, gözlerini kör etmesi, özgürlüğün radikal bir biçimidir; çünkü Oedipus, kaderin dayattığı gerçeği reddetmek yerine kendi cezasını seçer. Bu, etik bir sorumluluk olarak değerlendirilebilir; Oedipus, toplumu ve kendisini suçunun sonuçlarından korumak için bu eylemi gerçekleştirir. Ancak bu eylem, Sartre’ın “saçmalık” kavramına da işaret eder; Oedipus’un körlüğü, anlam arayışının anlamsızlığa çarptığı bir dünyanın kabulüdür. Körlük, sadece fiziksel bir ceza değil, hakikatin ağırlığını taşımanın sembolik bir yansımasıdır ve bireyin acı verici bir gerçekle yüzleşerek özgürlüğünü kullanmasının örneğidir.
Ötekiyle Yüzleşmenin Anlamı
Levinas’ın öteki etiği, Clarissa ve Oedipus’un hikâyelerinde önemli bir yer tutar. Clarissa, Septimus’un intiharıyla karşılaşarak ötekinin acısını içselleştirir ve bu, kendi yaşamına anlam arayışını başlatır. Septimus, varoluşun ağırlığından kaçarak ölümü seçer; Clarissa ise onun acısına tanıklık ederek etik bir sorumluluk üstlenir. Oedipus’un ötekiyle ilişkisi ise ailesi ve Thebes halkıyla bağlantılıdır. Suçunu öğrenmesi, kendisini toplum için bir tehdit olarak görmesine neden olur ve gözlerini kör etmesi, bu sorumluluğun bir ifadesidir. Ancak Levinas’a göre, Oedipus’un eylemi ötekinin yüzüne tam anlamıyla yanıt veremeyebilir; çünkü bu, bireysel bir ceza olarak kalır ve toplumu yeniden inşa etmeye yönelik bir diyalog sunmaz. Clarissa’nın eylemi, yaşamayı seçerek toplumsal bağları güçlendirirken, Oedipus’un eylemi kendi içine kapanan bir trajedi olarak kalır.
Özgürlüğün Toplumsal Sınırları
Sartre’a göre birey her zaman seçim yapma özgürlüğüne sahiptir, ancak bu özgürlük toplumsal ve tarihsel bağlamlarla şekillenir. Clarissa’nın yaşamayı seçmesi, 1920’ler Londra’sının toplumsal normları içinde biçimlenir. Bir kadın olarak Clarissa’nın özgürlüğü, ev sahibi, eş ve anne rolleriyle kısıtlanır. İntihar düşünceleri, bu rollerin baskısına bir başkaldırı olarak görülebilir, ancak yaşamayı seçmesi toplumsal beklentilerle uzlaşmayı içerir. Bu, Sartre’ın “kötü niyet” kavramına yakındır; Clarissa, özgürlüğünü tam anlamıyla kullanmak yerine normlara kısmen boyun eğer. Oedipus’un özgürlüğü ise Antik Yunan’ın kader ve tanrısal irade anlayışıyla sınırlıdır. Gözlerini kör etmesi, özgürlüğün trajik bir ifadesidir; kendi sorumluluğunu üstlenir, ancak toplumsal bağlamın ağırlığı onu yalnızlığa mahkûm eder.
Eylemlerin Simgesel Yönleri
Clarissa’nın yaşamayı seçmesi ve Oedipus’un kendini kör etmesi, her iki karakterin varoluşsal mücadelelerini yansıtır. Clarissa’nın Septimus’un ölümüyle yüzleşmesi, yaşamın kırılganlığını ve ötekinin dönüştürücü gücünü temsil eder; bu, kendi varoluşunu yeniden tanımladığı bir içsel aydınlanma anıdır. Oedipus’un körlüğü ise hakikatin hem özgürleştirici hem de yıkıcı doğasını sembolize eder. Fiziksel görme yetisini kaybederken içsel bir görme kazanır; bu, “bilginin laneti” motifini yansıtır. Her iki karakterin eylemi, bireyin varoluşsal sınırlarıyla yüzleşmesini ve anlam arayışını temsil eder. Clarissa’nın seçimi toplumsal bağlar kurarken, Oedipus’un seçimi bireysel bir yalnızlığa yol açar.
Tarihsel ve Toplumsal Bağlam
Clarissa’nın hikâyesi, 20. yüzyıl başında İngiltere’de kadınların toplumsal rollerindeki değişimi yansıtır. Birinci Dünya Savaşı sonrası dönemde, Clarissa’nın iç çatışmaları, modern bireyin yalnızlığı ve toplumsal beklentiler arasındaki gerilimi ifade eder. Bu, bireyin topluma uyum ile benliğini koruma arasındaki çatışmayı gösterir. Oedipus’un hikâyı, Antik Yunan’da kader, tanrılar ve insan iradesi arasındaki ilişkiyi sorgular. Oedipus’un kendini cezalandırması, toplumu lanetten kurtarma çabasıdır, ancak aynı anda bireyin tanrısal iradeye karşı koyamayışının trajik bir kabulüdür. Her iki karakterin hikâyesi, tarihsel bağlamlarında bireyin varoluşsal sınırlarını nasıl anlamlandırdığını ve bu anlamlandırmanın toplumsal yapılarla nasıl şekillendiğini ortaya koyar.
Dil ve Anlam Arayışı
Dil, Clarissa ve Oedipus’un iç mücadelelerini ifade etmenin aracıdır. Woolf’un bilinç akışı tekniği, Clarissa’nın zihinsel karmaşasını ve ötekiye duyarlılığını yansıtır. Septimus’un ölümü üzerine düşünceleri, dil aracılığıyla anlam arayışına dönüşür ve yaşamayı seçmesini destekler. Sophokles’in tragedyasında dil, Oedipus’un hakikati açığa çıkarma sürecinin parçasıdır. Kehanetler ve diyaloglar, onun kaderini keşfetmesini sağlar. Ancak dil, her iki eserde de sınırlandırıcıdır. Clarissa’nın iç monologları toplumsal normların diline hapsolurken, Oedipus’un diyalogları tanrısal kehanetlerin kaçınılmazlığına işaret eder. Bu, bireyin özgürlüğünü ve etik sorumluluğunu ifade etme çabasının dilin sınırlarıyla şekillendiğini gösterir.
Varoluşun Çelişkileri
Clarissa Dalloway ve Oedipus, ötekiyle ve özgürlükle farklı yollarla yüzleşir. Clarissa’nın yaşamayı seçmesi, Levinas’ın öteki etiğiyle, ötekinin acısına tanıklık ederek yaşamı kucaklamanın erdemi olarak görülebilir, ancak toplumsal normlarla uzlaşmayı içerir. Oedipus’un kendini kör etmesi, Sartre’ın özgürlük anlayışında, sorumluluğu üstlenmenin radikal bir biçimidir, ancak varoluşsal anlamsızlığın kabulüdür. Her iki karakterin eylemi, bireyin varoluşunu ve ötekiyle ilişkisini anlamlandırma çabasını yansıtır. Bu çabalar, özgürlüğün ve etik sorumluluğun bireysel ve toplumsal sınırlarını sorgular. Clarissa ve Oedipus, insan olmanın karmaşıklığını ve bu karmaşıklığın bireysel ve kolektif boyutlarını farklı yollarla ortaya koyar.



