Zebercet’in Yalnızlığı ve Varoluşsal Çıkmaz: Anayurt Oteli’nde Sartre’ın Bulantısıyla Kesişen Bir İnsanlık Halimde

Yusuf Atılgan’ın Anayurt Oteli, Zebercet karakteri üzerinden insan varoluşunun en çıplak, en rahatsız edici sorularını ortaya serer. Zebercet’in yalnızlığı, yalnızca fiziksel bir tecrit değil, aynı zamanda varoluşsal bir bulantının, Sartre’ın Bulantı eserinde kristalleşen o derin anlamsızlık hissinin cisimleşmiş halidir. Otel, bu bağlamda, Zebercet’in zihninin bir yansıması olarak bireysel bir hapishane gibi işlerken, toplumsal normların dayattığı görünmez duvarların da bir aynasıdır. Bu metin, Zebercet’in ruhsal çöküşünü, Sartre’ın varoluşsal felsefesiyle ilişkilendirerek, otelin hem bireysel hem de toplumsal bir anlam taşıyıcı olarak nasıl işlediğini derinlemesine inceler.

Varoluşun Anlamsızlığına Düşüş

Zebercet’in yalnızlığı, Sartre’ın Bulantı’da Antoine Roquentin’in yaşadığı varoluşsal krizle çarpıcı bir benzerlik taşır. Sartre için bulantı, insanın kendi varoluşunun ağırlığını, nesnelerin ve yaşamın anlamsızlığını fark ettiği o rahatsız edici anın ifadesidir. Zebercet, otelde geçirdiği monoton günlerde, hayatın anlamsızlığını ve kendi varlığının gereksizliğini sorgular. Onun oteldeki rutinleri—misafirleri kaydetmek, odaları temizlemek, ortalıkçı kadınla yüzeysel ilişkiler—varoluşunu anlamlandırmak için bir çabadır, ancak bu çaba boşunadır. Sartre’ın Roquentin’i, bir ağacın köküne bakarken varlığın absürtlüğünü hisseder; Zebercet ise otelin soğuk duvarları arasında, kendi varlığının ağırlığı altında ezilir. Bu, bir özgürlük arayışından çok, özgürlüğün imkânsızlığına teslim olmaktır. Zebercet’in bir kadın misafire olan saplantısı, Lacan’ın arzu kavramıyla da örtüşür: Arzu, ihtiyaç ile talep arasındaki doldurulamaz boşluktur ve Zebercet’in bu boşluğu doldurma çabası, onu intihara sürükler.

Otelin Çift Yüzlü Doğası

Otel, Zebercet’in hem sığınağı hem de tutsaklık mekânıdır. Bir yanda, otel ona bir kimlik sunar: Otelci Zebercet. Ancak bu kimlik, toplumsal bir maskeden ibarettir ve Zebercet’in içsel boşluğunu gizleyemez. Sartre’ın varoluşsal felsefesinde, insan, özgürlüğüne mahkûmdur; ancak Zebercet, bu özgürlüğü taşıyamaz. Otel, onun için bir hapishane gibi işler, çünkü içinde bulunduğu mekân, toplumsal bağlardan kopuşunu pekiştirir. Aynı zamanda, otel, toplumun dayattığı normların bir aynasıdır: Misafirlerin gelip geçtiği, yüzeysel ilişkilerin hüküm sürdüğü bu yer, bireyin topluma uyum sağlama çabasının beyhudeliğini gösterir. Zebercet’in oteldeki yalnızlığı, sadece fiziksel bir tecrit değil, aynı zamanda toplumun ona sunduğu rollerin anlamsızlığına karşı bir isyandır. Otel, bu anlamda, hem bireysel bir kapanma mekânı hem de toplumsal düzenin bireyi sıkıştıran bir simgesidir.

Arzunun ve Onaylanma İhtiyacının Çıkmazı

Zebercet’in ruh hali, Sartre’ın varoluşsal bulantısının ötesine geçerek, Lacancı psikanalizle de kesişir. Zebercet, “Öteki” üzerinden onaylanma ihtiyacı duyar; özellikle oteldeki kadın misafire olan saplantısı, bu arayışın doruk noktasıdır. Kadın, onun için bir arzu nesnesidir, ancak bu arzu, tatmine ulaşamaz. Lacan’ın jouissance kavramı, Zebercet’in trajedisini açıklar: Arzusunu gerçekleştirdiğinde bile, bu haz, acıyla iç içedir. Kadını öldürmesi, bu doyumsuzluğun en uç noktasıdır; çünkü Zebercet, arzusunun nesnesini yok ederek, kendi varoluşsal boşluğunu da derinleştirir. Sartre’ın bulantısı, Zebercet’te bu arzu çıkmazıyla birleşir: Varoluş, anlamsız bir yük olarak kalır ve Zebercet, bu yükten kaçmak için intiharı seçer. Onun intiharı, Sartre’ın özgürlük kavramına bir başkaldırıdır; çünkü Zebercet, özgürlüğü değil, yok oluşu seçer.

Toplumun Görünmez Duvarları

Zebercet’in oteli, toplumsal normların birey üzerindeki baskısını da yansıtır. Otel, misafirlerin gelip geçtiği, kimsenin kalıcı olmadığı bir mekândır; bu, modern toplumun geçiciliğini ve yüzeyselliğini simgeler. Zebercet, bu geçicilik içinde bir yer edinmeye çalışır, ancak toplumun ona sunduğu roller—otelci, erkek, birey—onu tatmin etmez. Sartre’ın Varlık ve Hiçlik eserinde, başkalarının bakışı, bireyin kimliğini şekillendirir; ancak Zebercet, bu bakışlardan yoksundur. Toplum, onu görmez, tanımaz; bu da onun yalnızlığını derinleştirir. Otel, bu bağlamda, toplumsal normların bireyi nasıl yabancılaştırdığının bir göstergesidir. Zebercet’in cinayeti ve intiharı, bu yabancılaşmaya karşı bir isyan olarak okunabilir; ancak bu isyan, aynı zamanda onun yenilgisidir. Toplum, Zebercet’i hapsetmiştir ve otel, bu esaretin maddi bir yansımasıdır.

İntihar: Özgürlük mü, Teslimiyet mi?

Zebercet’in intiharı, Sartre’ın varoluşsal felsefesiyle çelişkili bir noktada durur. Sartre için, insan, özgürlüğünü her zaman seçebilir; ancak Zebercet, bu özgürlüğü reddeder. İntiharı, bir özgürlük eylemi değil, anlamsızlığa teslimiyettir. Otel, onun için hem bir sığınak hem de bir mezar olur. Türk Sineması’nda intihar, kimi zaman bir kurtuluş olarak ele alınsa da, Anayurt Oteli’nde bu, bir yenilginin ifadesidir. Zebercet, toplumsal normların ve kendi içsel çıkmazlarının ağırlığı altında ezilir; intiharı, bu ağırlıktan kaçışın tek yolu gibi görünür. Ancak bu kaçış, Sartre’ın önerdiği gibi bir anlam yaratma çabası değil, tam tersine, anlam arayışından vazgeçmektir. Otel, bu bağlamda, Zebercet’in hem kendi zihninin hem de toplumun ona dayattığı rollerin bir hapishanesidir.

Zebercet’in Tragedyası

Zebercet’in yalnızlığı ve intihara sürüklenen ruh hali, Sartre’ın varoluşsal bulantısıyla derin bir bağ kurar. Otel, hem Zebercet’in bireysel hapishanesi hem de toplumsal normların bir yansıması olarak işler. Bu ikilik, onun trajedisini daha da katmerli hale getirir: Zebercet, ne kendi varoluşunu anlamlandırabilir ne de toplumun ona sunduğu rolleri kabul edebilir. Sartre’ın bulantısı, Zebercet’in otelinde somutlaşır; otel, onun anlamsızlıkla yüzleştiği, arzusunun çıkmaza sürüklendiği ve sonunda yok oluşu seçtiği bir mekândır. Anayurt Oteli, böylece, insan varoluşunun en karanlık sorularını, Zebercet’in yalnızlığı üzerinden evrensel bir çığlığa dönüştürür.