Lacan ve Foucault Arasındaki Diyalog: Bilinçdışı ve Söylemin Öznellik Üzerindeki Etkileri
Öznelliğin İnşasında Dilin Rolü
Jacques Lacan’ın “bilinçdışı dil gibi yapılandırılmıştır” iddiası, öznelliğin oluşumunda dilin merkezi rolünü vurgular. Lacan’a göre, bilinçdışı, dilin simgesel düzeni aracılığıyla işler; bu düzen, bireyin arzularını, kimliğini ve toplumsal varlığını şekillendirir. Bilinçdışı, öznenin kendi içsel gerçekliğini anlamaya çalıştığı bir alan değildir yalnızca; aynı zamanda dilin kodları, imgeleri ve sembolleri üzerinden yapılandırılmış bir sistemdir. Bu sistem, öznenin kendisini ve dünyayı algılama biçimini belirler. Michel Foucault ise söylemin, öznelliği inşa eden bir mekanizma olarak işlev gördüğünü savunur. Söylem, bireylerin neyi düşünebileceğini, neyi söyleyebileceğini ve nasıl bir özne olabileceğini belirleyen tarihsel ve toplumsal bir çerçeve sunar. Lacan’ın simgesel düzeni ile Foucault’nun söylemsel formasyonları, öznelliğin dil aracılığıyla kurulduğu noktasında kesişir. Ancak Lacan, öznelliği daha çok bireysel bilinçdışının dilsel yapıları üzerinden ele alırken, Foucault’nun odak noktası, öznelliğin tarihsel ve toplumsal güç ilişkileri içinde nasıl üretildiğidir. Bu iki düşünür, dilin öznelliği inşa etme biçiminde farklı vurgular yapsa da, her ikisi de öznenin özerk bir varlık olmadığını, aksine dilsel ve toplumsal yapıların etkisi altında şekillendiğini öne sürer.
Bilinçdışının Simgesel Yapısı
Lacan’ın bilinçdışı, dilin grameri ve yapısı gibi işler; bu, onun yalnızca kaotik arzuların veya bastırılmış dürtülerin bir deposu olmadığını, aksine dilin kurallarına bağlı bir düzen içinde işlediğini gösterir. Simgesel düzen, Lacan’ın teorisinde, dilin, kültürün ve toplumsal normların birey üzerinde kurduğu bir ağdır. Bu ağ, öznenin kimliğini ve arzularını şekillendirirken, aynı zamanda öznenin kendisini tanıma çabasını da sınırlar. Örneğin, Lacan’ın “Baba’nın Adı” (Nom-du-Père) kavramı, simgesel düzenin otoritesini temsil eder ve öznenin dil aracılığıyla toplumsal düzene entegre olmasını sağlar. Foucault’nun söylemsel formasyonları ise, belirli bir tarihsel dönemde hangi bilgilerin, söylemlerin ve pratiklerin meşru kabul edildiğini belirler. Foucault için söylem, yalnızca dilin bir yansıması değil, aynı zamanda güç ilişkilerinin bir ürünüdür. Bu bağlamda, Lacan’ın simgesel düzeni, Foucault’nun söylemsel formasyonlarının bireysel düzlemdeki bir yansıması olarak okunabilir mi? Kısmen evet, çünkü her iki kavram da öznelliğin dil ve toplumsal yapılar aracılığıyla inşa edildiğini savunur. Ancak Foucault’nun söylemi, daha geniş bir toplumsal ve tarihsel bağlama dayanırken, Lacan’ın simgesel düzeni, bireyin bilinçdışındaki dilsel yapılarla sınırlıdır. Bu nedenle, Lacan’ın simgesel düzeni, Foucault’nun söylemsel formasyonlarının bir uzantısı olmaktan çok, onunla paralel bir düzlemde işler.
Güç ve Özne Arasındaki Dinamik
Foucault’nun söylem anlayışı, öznelliği güç ilişkilerinin bir ürünü olarak ele alır. Söylemsel formasyonlar, bireylerin nasıl bir özne olacaklarını, hangi bilgilere erişebileceklerini ve hangi davranışların kabul edilebilir olduğunu belirler. Örneğin, Foucault’nun hapishane veya tımarhane gibi kurumlar üzerine yaptığı çalışmalar, söylemin yalnızca dilsel bir yapı olmadığını, aynı zamanda bireyleri disipline eden ve normalize eden bir güç mekanizması olduğunu gösterir. Lacan’da ise öznellik, simgesel düzenin birey üzerindeki etkisiyle şekillenir, ancak bu etki daha çok dilin ve bilinçdışının içsel dinamikleri üzerinden işler. Lacan için özne, “Öteki”nin (Autre) diline bağımlıdır; bu Öteki, toplumsal normların, kültürün ve dilin kendisidir. Foucault’nun söylemi, öznelliği dışsal güç ilişkileriyle inşa ederken, Lacan’ın simgesel düzeni, öznelliği içsel bir dilsel yapı üzerinden kurar. Bu fark, iki düşünürün öznellik anlayışlarının kesişim noktalarını ve ayrışma noktalarını ortaya koyar. Foucault’nun söylemi, öznelliği tarihsel ve toplumsal bir bağlamda ele alırken, Lacan’ın simgesel düzeni, öznelliği bireyin bilinçdışındaki dilsel yapıların bir sonucu olarak görür.
Öznelliğin Tarihsel ve Toplumsal Boyutları
Foucault’nun söylemsel formasyonları, tarihsel bağlamda belirli dönemlerde hangi söylemlerin egemen olduğunu ve bu söylemlerin öznelliği nasıl şekillendirdiğini inceler. Örneğin, 18. yüzyılda akıl hastalarının “delilik” söylemiyle nasıl ötekileştirildiğini veya 19. yüzyılda cinselliğin bilimsel söylemlerle nasıl yeniden tanımlandığını gösterir. Bu söylemler, bireylerin kendilerini nasıl gördüklerini ve toplumda nasıl konumlandıklarını belirler. Lacan’ın simgesel düzeni ise, tarihsel bağlamdan ziyade, bireyin dilsel ve toplumsal yapılara girişiyle ilgilenir. Lacan için simgesel düzen, bireyin dil aracılığıyla toplumsallaşma sürecinde ortaya çıkar ve bu süreç, bireyin öznelliğini sürekli olarak yeniden şekillendirir. Foucault’nun söylemsel formasyonları, öznelliği tarihsel bir perspektiften ele alırken, Lacan’ın simgesel düzeni, öznelliği daha evrensel bir dilsel yapı üzerinden inceler. Bu nedenle, Lacan’ın simgesel düzeni, Foucault’nun söylemsel formasyonlarının bir uzantısı olarak değil, onunla diyalog içinde olan bir kavram olarak düşünülebilir. Her iki düşünür de öznelliğin özerk olmadığını, aksine dil ve toplumsal yapıların etkisiyle şekillendiğini savunur, ancak bu şekillenme sürecini farklı düzlemlerde ele alırlar.
Dilin Ötesinde Öznellik
Lacan ve Foucault’nun yaklaşımları, öznelliğin dil aracılığıyla nasıl inşa edildiği sorusuna farklı yanıtlar sunar. Lacan için dil, bilinçdışının yapısını oluşturur ve özne, bu yapı içinde kendi yerini bulmaya çalışır. Foucault için ise dil, söylemsel formasyonların yalnızca bir parçasıdır; asıl mesele, söylemin güç ilişkileriyle nasıl iç içe geçtiğidir. Bu bağlamda, Lacan’ın simgesel düzeni, Foucault’nun söylemsel formasyonlarının bireysel düzlemdeki bir yansıması olarak görülebilir, ancak bu yansıma tam bir örtüşme değildir. Lacan’ın simgesel düzeni, öznelliği bireyin bilinçdışındaki dilsel yapılar üzerinden ele alırken, Foucault’nun söylemsel formasyonları, öznelliği tarihsel ve toplumsal güç ilişkileri bağlamında inceler. Bu iki yaklaşım, öznelliğin nasıl inşa edildiği sorusuna farklı perspektiflerden yanıt verse de, her ikisi de dilin ve toplumsal yapıların öznelliği şekillendirmedeki merkezi rolünü vurgular. Peki, bu iki düşünürün yaklaşımları, öznelliğin hem bireysel hem de toplumsal boyutlarını anlamak için nasıl birleştirilebilir? Bu soru, öznelliğin hem dilsel hem de tarihsel dinamiklerini anlamak için yeni bir diyalog alanı açar.



