Ekonominin İktidar ve Ahlak Üzerindeki Evrimi

Merkantilizmin Doğuşu ve İktidarın İlk Çarkları

  1. ve 17. yüzyılın merkantilist dünyasında, ekonomi bir ulusun gücünü altın ve gümüş yığınlarında ölçerdi. Devlet, tüccar sınıfıyla el ele, zenginliği biriktirmek için kolonileri sömürdü, gümrük duvarları ördü ve ticaret dengesini kendi lehine çevirmeye çalıştı. Bu dönemde ahlak, pragmatik bir kılığa büründü; zenginlik bir erdem, yoksulluk ise bir kusur olarak kodlandı. İktidar, kraliyet hazinelerinin doluluğuna endekslendi; etik kaygılar, ulusal çıkarların gölgesinde kaldı. Tüccar, kralın gölgesinde bir kahraman oldu; ancak bu kahramanlık, uzak diyarlardaki emek ve kaynakların yağmalanması üzerine inşa edildi. Merkantilizm, zenginliği bir pasta gibi gördü: sabit, bölüşülmesi gereken bir bütün. Bu anlayış, ahlaki soruları bastırdı; çünkü bir ulusun kazancı, diğerinin kaybıydı. İnsan, bu sistemde bir araç, devlet ise nihai amaçtı.

Aydınlanma ve Adam Smith’in Dönüşümü

  1. yüzyıl, Aydınlanma’nın rüzgârlarıyla sarsılırken, Adam Smith The Wealth of Nations ile ekonomiyi yeniden tanımladı. Merkantilizmin sıfır toplamlı dünyasına meydan okuyarak, bireysel çıkarların toplumsal refahı doğurabileceğini savundu. Görünmez el, bireylerin bencil arzularını bir orkestra gibi uyuma dönüştürecekti. Ancak bu fikir, ahlaki bir ikilem barındırıyordu: Bireysel hırs, toplumu gerçekten iyileştirir miydi, yoksa sadece yeni bir eşitsizlik biçimi mi yaratırdı? Smith’in dünyasında, ahlak, bireyin vicdanına ve piyasanın adaletine emanet edildi. İktidar, monarşilerden yavaşça burjuvaziye kayarken, ekonomi bir özgürlük vaadi gibi parladı. Yine de, bu özgürlük, herkes için eşit değildi; sanayi devriminin çarkları, işçilerin alın teriyle dönerken, burjuvazi servet biriktirdi. Smith’in iyimserliği, kapitalizmin ilk ahlaki çelişkisini gözler önüne serdi: Özgürlük, kimin özgürlüğüydü?

Sanayi Çağı ve Marx’ın Eleştirisi

  1. yüzyıl, buhar makinelerinin gürültüsüyle yankılanırken, Karl Marx, kapitalizmin ahlaki ve toplumsal çöküşünü sorguladı. Kapital’de, emek ve sermaye arasındaki çatışmayı bir sınıf mücadelesi olarak resmetti. İktidar, artık sadece kralların değil, fabrika sahiplerinin elindeydi. Ahlak, sermayenin gölgesinde eridi; işçinin emeği, bir meta haline geldi. Marx, ekonominin yalnızca bir üretim sistemi değil, aynı zamanda bir tahakküm aracı olduğunu savundu. Burjuvazi, zenginliğini işçilerin yoksulluğu üzerine kurarken, ahlaki söylemler, bu eşitsizliği meşrulaştırmak için kullanıldı. Din, eğitim ve hatta dil, sermayenin hizmetine girdi; “çalışkanlık” bir erdem, “tembellik” ise günah ilan edildi. Marx’ın dünyasında, ekonomi, insanlığın özünü yutan bir makineydi; ahlak ise bu makinenin yağlayıcısı.

20. Yüzyılın Çatışmaları ve Keynes’in Dengesi

Sanayi sonrası dünyada, ekonomi, iki büyük savaş ve Büyük Buhran ile sarsıldı. John Maynard Keynes, devletin piyasaya müdahalesini savunarak, Smith’in görünmez eline bir alternatif sundu. İktidar, artık sadece sermaye sahiplerinde değil, aynı zamanda devletin bürokratik mekanizmalarındaydı. Keynes’in yaklaşımı, ahlaki bir boyut taşıyordu: Devlet, işsizliği ve yoksulluğu azaltarak toplumsal refahı sağlayabilirdi. Ancak bu, yeni bir soruyu doğurdu: Devlet, bireyin özgürlüğünü kısıtlamadan bu dengeyi nasıl sağlayacaktı? Keynes’in dünyasında, ahlak, bireysel hırstan çok toplumsal sorumluluğa dayanıyordu. Yine de, bu sorumluluk, genellikle ulusal çıkarlarla sınırlı kaldı; küresel Güney’in kaynakları, zengin Kuzey’in refahı için kullanılmaya devam etti. Ekonomi, ahlakı şekillendiren bir güç olarak kalmaya devam etti, ancak bu güç, artık daha karmaşık bir ağın parçasıydı.

Neoliberalizmin Yükselişi ve Bireyin Zaferi

  1. yüzyılın son çeyreğinde, neoliberalizm, Friedrich Hayek ve Milton Friedman’ın fikirleriyle yükseldi. Piyasa, her türlü toplumsal sorunun çözümü olarak yüceltildi; devlet, bir engel olarak görüldü. Margaret Thatcher ve Ronald Reagan’ın liderliğinde, ekonomi, bireysel özgürlüğün nihai ifadesi haline geldi. Ancak bu özgürlük, yeni bir ahlaki çerçeveyi dayattı: Birey, kendi başarısından ve başarısızlığından tamamen sorumluydu. Yoksulluk, tembellikle eş tutuldu; zenginlik ise çalışkanlığın ödülü olarak kutlandı. İktidar, çok uluslu şirketlere ve finansal piyasalara kayarken, ahlak, bireyciliğin hizmetine girdi. Neoliberalizm, toplumu atomize edilmiş bireylerin bir toplamı olarak gördü; dayanışma, rekabetin gölgesinde eridi. Bu dönemde, ekonomi, yalnızca bir sistem değil, aynı zamanda bir inanç sistemiydi: Piyasa, her zaman haklıydı.

Piketty ve Eşitsizliğin Yeni Yüzü

  1. yüzyılda, Thomas Piketty’nin Capital in the 21st Century adlı eseri, neoliberalizmin vaatlerini sorguladı. Piketty, sermayenin getirisinin emeğin getirisinden daha hızlı büyüdüğünü göstererek, eşitsizliğin kapitalizmin kaçınılmaz bir sonucu olduğunu savundu. İktidar, artık sadece siyasi ya da ekonomik elitlerde değil, servetin kendisindeydi. Ahlak, bu eşitsizlik karşısında çaresiz kaldı; zenginlik, kendi meşruiyetini yarattı. Piketty’nin dünyasında, ekonomi, bir adalet sorunu olarak yeniden tanımlandı. Ancak bu tanım, yeni bir soruyu gündeme getirdi: Eşitsizlik, yalnızca ekonomik bir mesele miydi, yoksa insanlığın ortak değerlerini tehdit eden bir varoluş krizi miydi? Piketty, vergilendirme ve yeniden dağıtım önerileriyle, ahlaki bir çıkış yolu aradı; ancak bu öneriler, küresel sermayenin direnciyle karşılaştı.

Küreselleşme ve Kimliğin Ekonomisi

Küreselleşme, ekonomiyi ulusal sınırların ötesine taşırken, ahlak ve iktidar kavramlarını da dönüştürdü. Çok uluslu şirketler, devletlerin üstünde bir güç haline geldi; tüketim kültürü, bireylerin kimliğini şekillendirdi. Alışveriş merkezleri, tapınaklara dönüştü; markalar, yeni bir dinin sembolleri oldu. Bu dönemde, ahlak, bireyin tüketim alışkanlıklarına indirgendi; “etik tüketim” bir moda haline geldi, ancak bu etik, genellikle yüzeysel kaldı. İktidar, artık sadece sermaye ya da devlet değil, aynı zamanda kültürel anlatılar ve dijital platformlardı. Dil, reklamların ve sosyal medyanın hizmetine girdi; insan, kendi hikâyesini anlatamaz hale geldi. Ekonomi, yalnızca maddi bir sistem değil, aynı zamanda bir anlam yaratma makinesiydi; ancak bu anlam, çoğu zaman boş bir vaat olarak kaldı.

Geleceğin Eşiğinde Ekonominin Yeni Soruları

Bugün, ekonomi, yapay zekâ, otomasyon ve iklim kriziyle yeniden şekilleniyor. İktidar, algoritmaların ve büyük veri şirketlerinin elinde yoğunlaşırken, ahlak, insanlığın ortak geleceği üzerine yeniden düşünülüyor. Sürdürülebilirlik, bir erdem olarak yüceltilirken, tüketim toplumunun çelişkileri derinleşiyor. Ekonomi, yalnızca zenginlik yaratmıyor; aynı zamanda gezegenin sınırlarını zorluyor. Bu bağlamda, ahlak, bireysel sorumluluktan kolektif eyleme doğru evriliyor. Ancak bu evrim, yeni bir soruyu gündeme getiriyor: İnsan, kendi yarattığı ekonomik sistemin efendisi mi, yoksa onun kölesi mi? Gelecek, bu sorunun yanıtına bağlı.