Xenofeminizm ve Distopyanın Çatışkıları: The Lobster ile Parable of the Sower Üzerine Bir İnceleme
Zorunlu Çiftleşmenin Yabancılaşma Arayışı
Yorgos Lanthimos’un The Lobster filmi, bireyleri çiftleşme ve romantik birliktelik kurmaya zorlayan bir distopyayı sahneye taşır. Bu dünya, Helen Hester’ın xenofeminist çerçevede önerdiği “yabancılaşma stratejisi” ile kesişir; zira Hester, bireyin toplumsal normlara karşı bilinçli bir mesafe koyarak özgürleşme potansiyelini savunur. Filmde, bireyler ya bir partner bulmak zorundadır ya da hayvana dönüştürülerek insanlıklarından vazgeçerler. Bu zorunluluk, heteronormatif ve biyolojik determinizmi dayatan bir sistemin eleştirisi olarak okunabilir. Hester’ın yabancılaşma stratejisi, bireyin toplumsal cinsiyet ve romantik aşk gibi dayatılan yapılara karşı özerk bir mesafe geliştirmesini önerirken, The Lobster bu dayatmaları absürt bir düzene taşıyarak bireyin bu normlara uyma çabasındaki çaresizliğini gözler önüne serer. Film, çiftleşme zorunluluğunun bireyi nasıl bir makineye dönüştürdüğünü gösterir: duygular, sahte uyumluluk testleriyle ölçülür ve ilişkiler bir hayatta kalma mekanizmasına indirgenir. Bu, Hester’ın biyolojik ve toplumsal normların yeniden yapılandırılması gerektiği fikriyle uyumludur; çünkü xenofeminizm, bedensel ve toplumsal kimliklerin teknoloji ve kolektif eylemle yeniden şekillendirilebileceğini öne sürer. Ancak film, bu yeniden şekillendirmenin distopik bir baskı aracı olarak tersine çevrilebileceğini ima eder. Birey, özgürleşme yerine, sistemin dayattığı bir başka hapishaneye hapsolur: ya çift ol ya da insan olmaktan vazgeç.
Afrofütürizmin Kıyısında Bir Dünya
Octavia Butler’ın Parable of the Sower romanı, afrofütürist bir vizyonun sınırlarını hem inşa eder hem de sorgular. Lauren Olamina’nın liderliğinde şekillenen Earthseed topluluğu, kaotik bir dünyada hayatta kalma ve yeni bir inanç sistemi yaratma çabasını temsil eder. Afrofütürizm, genellikle siyah kimliklerin geleceğe yönelik umutlarını ve teknolojik özgürleşme hayallerini merkeze alır; ancak Butler, bu umudu distopik bir gerçeklikle gölgeler. Roman, çevresel çöküş, kapitalist sömürü ve toplumsal eşitsizliklerin pençesinde bir Amerika’yı tasvir eder. Lauren’in Earthseed felsefesi, değişimi kucaklama ve insanlığın yıldızlara ulaşma hayaliyle afrofütürist bir ideal sunar; fakat bu ideal, hayatta kalma mücadeleleriyle sürekli sınanır. Butler, afrofütürizmin parlak teknolojik vizyonlarını, maddi ve toplumsal koşulların sert gerçekleriyle yüzleştirir. Lauren’in toplumu, xenofeminist bir perspektiften bakıldığında, bireylerin biyolojik ve toplumsal sınırları aşma çabası olarak görülebilir; ancak bu çaba, ırksal ve sınıfsal eşitsizliklerin gölgesinde kırılgan kalır. Roman, afrofütürizmin umut vaat eden evrenselcilik söylemini, yerel ve somut mücadelelerle çelişkili bir alana yerleştirir. Bu, Butler’ın geleceğe dair iyimser bir vizyonu, distopik bir gerçeklikten ayırmayı reddettiğini gösterir.
Teknoloji ve Bedenin Yeniden İnşası
The Lobster ve Parable of the Sower, teknoloji ve bedenin toplumsal normlarla şekillendirilmesi meselesinde kesişir. The Lobster’da teknoloji, bireyleri hayvana dönüştüren bir mekanizma olarak distopik bir kontrol aracıdır; bu, xenofeminizmin teknolojiyi özgürleştirici bir araç olarak görme önerisine ters düşer. Hester, teknolojinin cinsiyet, beden ve toplumsal rolleri yeniden inşa etme potansiyeline vurgu yaparken, film bu potansiyelin otoriter bir rejim tarafından nasıl ele geçirilebileceğini gösterir. Öte yandan, Parable of the Sower’da teknoloji, daha çok yokluğuyla hissedilir. Lauren’in dünyasında, teknolojik çöküş, bireyleri hayatta kalma stratejilerine zorlar; ancak Earthseed’in yıldızlara ulaşma hayali, teknolojinin yeniden inşa edici gücüne dair bir umudu barındırır. Her iki eser de, xenofeminist bir bakış açısıyla, bedenin ve kimliğin toplumsal normlar tarafından nasıl kısıtlandığını sorgular. The Lobster, bu kısıtlamaları absürt bir zorunlulukla hicvederken, Parable of the Sower daha gerçekçi bir zeminde, ırk, cinsiyet ve sınıf dinamiklerinin bedeni nasıl şekillendirdiğini inceler. Butler’ın romanı, xenofeminizmin evrenselci özgürleşme söylemini, ırksal ve ekonomik eşitsizliklerin somut gerçeklikleriyle yüzleştirir.
Özgürlüğün Kırılgan Sınırları
Her iki eser de özgürlüğün sınırlarını farklı yollarla araştırır. The Lobster’da özgürlük, sistemin dayattığı çiftleşme zorunluluğuna karşı bireysel direnişle sınanır; ancak bu direniş, kaçınılmaz olarak başka bir baskı biçimine, yani yalnızların dünyasındaki katı kurallara dönüşür. Hester’ın yabancılaşma stratejisi, bireyin normlara mesafe koymasıyla özgürleşebileceğini öne sürse de, film bu mesafenin bireyi yeni bir esarete sürükleyebileceğini ima eder. Parable of the Sower ise özgürlüğü, topluluk inşası ve hayatta kalma mücadelesi üzerinden tanımlar. Lauren’in Earthseed’i, bireylerin kolektif bir vizyon etrafında birleşmesiyle özgürlüğe ulaşmayı amaçlar; ancak bu vizyon, çevresel ve toplumsal çöküşün kaosunda sürekli tehdit altındadır. Butler, özgürlüğün yalnızca bireysel bir çaba değil, aynı zamanda kolektif bir dayanışma gerektirdiğini vurgular. Her iki eser de, xenofeminizmin bireysel ve kolektif özgürleşme arasındaki gerilimi nasıl ele aldığını sorgular. Özgürlük, ne The Lobster’ın absürt dünyasında ne de Parable of the Sower’ın kaotik evreninde kolayca erişilebilir bir hedef değildir; her zaman bedensel, toplumsal ve çevresel kısıtlamalarla şekillenir.
Geleceğin Kırılgan Hayalleri
The Lobster ve Parable of the Sower, insanlığın geleceğe dair hayallerini ve bu hayallerin kırılganlığını farklı yollarla ele alır. The Lobster, toplumsal normların absürt bir şekilde katılaşmasıyla geleceği bir hapishaneye dönüştürür; bu, xenofeminizmin normları yıkma ve yeniden inşa etme çağrısına karşı bir uyarı gibidir. Parable of the Sower ise geleceği, hem umut hem de yıkım barındıran bir olasılıklar alanı olarak tasvir eder. Lauren’in Earthseed felsefesi, insanlığın yıldızlara ulaşma hayalini taşırken, bu hayal, toplumsal ve çevresel çöküşün gölgesinde bir mücadele olarak kalır. Her iki eser de, xenofeminist bir perspektiften, geleceğin ne tamamen umut vaat eden ne de tamamen yıkıcı olduğunu öne sürer. Hester’ın teknoloji ve kolektif eylemle özgürleşme önerisi, bu eserlerde hem bir ilham kaynağı hem de bir sınama alanı olarak ortaya çıkar. Gelecek, ne The Lobster’ın distopik hapishanesinde ne de Parable of the Sower’ın kaotik dünyasında kesin bir zafer sunmaz; ancak her ikisi de, bireyin ve topluluğun bu geleceği şekillendirme mücadelesini sürdürdüğünü hatırlatır.



