Bireysel Terapi mi, Toplumsal Uyarlama mı?

Bilişsel Davranışçı Terapi (CBT), bireyin düşünce kalıplarını yeniden yapılandırarak duygusal yükleri hafifletmeyi vaat eder. Ancak bu yöntem, bireyi kendi iç dünyasına hapseden bir ayna gibi işleyebilir. Neoliberal düzen, bireylerden sürekli “esnek” olmalarını, değişen koşullara hızla uyum sağlamalarını talep eder. CBT, bu talebi destekleyen bir araç olarak, bireyin sistemle çatışmasını değil, onunla uzlaşmasını teşvik edebilir. Kişisel dönüşüm vaadi, bireyi suçlayan bir anlatıya dönüşür: “Düşüncelerini değiştir, dünyan değişsin.” Bu, toplumsal eşitsizlikleri ve sistemik adaletsizlikleri görünmez kılar. Birey, kendi “başarısız” düşüncelerini düzeltmeye zorlanırken, sistemin yarattığı kaygılar sorgulanmaz. Terapi odası, bireyin topluma uyum sağlama laboratuvarına dönüşür mü?

Duygusal Emek ve Kapitalist Verimlilik

Neoliberal sistem, duyguları bir performans göstergesi olarak yeniden tanımlar. CBT, bireyin duygusal dünyasını yönetilebilir bir veri setine indirger; olumsuz düşünceler “hatalı kodlar” gibi ele alınır. Bu yaklaşım, bireyin duygusal emeğini kapitalist verimlilik mantığıyla hizalar. Terapi, kişiyi daha üretken, daha “işlevsel” bir işgücü haline getirmeyi hedefler. Olumlu düşünce, bir tür manevi sermaye olarak pazarlanır; birey, kendi mutluluğunu “üretmekle” yükümlüdür. Ancak bu süreç, duyguların otantikliğini yitirmesine yol açar. İnsan, kendi içsel deneyimlerini bile bir öz-yönetim projesi olarak yaşamaya başlar. Bu, bireyin özgürlüğünü mü artırır, yoksa onu görünmez bir disiplin mekanizmasına mı hapseder?

Öznelliğin Yeniden İnşası

CBT, bireyin öznelliğini yeniden şekillendiren bir mühendislik projesi gibi işler. Düşünce kalıplarını “düzeltme” süreci, bireyin kendi hikayesini neoliberal anlatıya uydurma çabasına dönüşebilir. Bu, bir tür dilbilimsel yeniden programlama gibidir: Kişi, kendi deneyimlerini sistemin kabul ettiği terimlerle ifade etmeye zorlanır. “Ben başarısızım” yerine “Ben yeterince çaba göstermedim” demek, bireyi suçluluk döngüsüne hapseder. Bu süreç, bireyin tarihsel ve toplumsal bağlamını siler; her sorun, bireysel bir “arızaya” indirgenir. Terapi, bireyin kendi varoluşsal anlamını inşa etmesine izin vermek yerine, ona hazır bir şablon sunar. Bu şablon, özgürleştirici mi, yoksa kısıtlayıcı mıdır?

Mutluluk Endüstrisinin Maskesi

Mutluluk, neoliberal çağda bir tüketim nesnesine dönüşmüştür. CBT, bu endüstrinin bir kolu olarak, bireye “mutlu olma” sorumluluğunu yükler. Ancak bu mutluluk, bireyin kendi arzularından çok, sistemin ihtiyaçlarına hizmet eder. Terapi, bireyin kaygılarını yatıştırmak yerine, onu sürekli bir öz-denetim döngüsüne sokar. Mutluluk, bir ahlaki zorunluluk haline gelir; mutsuzluk ise bir başarısızlık olarak damgalanır. Bu, bireyin kendi insanlığını sorgulamasına yol açar. Mitolojik bir anlatıyla, bu süreç bir Sisifos cezasına benzer: Birey, ulaşamayacağı bir “ideal benlik” taşını durmaksızın tepeye taşımaya mahkumdur. Bu, bireyi özgürleştiren bir yolculuk mu, yoksa bitmeyen bir tuzak mı?

Geleceğin Terapi Manzarası

CBT’nin yaygınlaşması, geleceğin terapi pratiklerini nasıl şekillendirecek? Teknolojik ilerlemeler, bu yöntemi daha da mekanik bir hale getirebilir: Algoritmalar, bireyin düşünce kalıplarını analiz ederek “kişiselleştirilmiş” terapi paketleri sunabilir. Ancak bu, bireyin öznelliğini tamamen bir veri setine indirgeme riskini taşır. İnsan deneyimi, bir dizi ölçülebilir değişkene sıkıştırıldığında, ne kaybedilir? Bu süreç, bireyin kendi varoluşsal derinliğini keşfetme şansını elinden alabilir. Geleceğin terapisi, bireyi sistemin bir dişlisi haline getirme projesini tamamlar mı, yoksa insan ruhunun karmaşıklığına saygı duyan yeni yollar mı açar?