Psikanaliz Açısından Solms ve Panksepp Makalesinin Önemi: Bilinçdışının Nörobiyolojik Bir Temeli Var Mı ?

Mark Solms ve Jaak Panksepp’in “Id, Ego’nun Kabul Ettiğinden Daha Fazlasını Bilir” başlıklı makalesi, psikanaliz için devrim niteliğinde bir köprü görevi görüyor. Yüzyılı aşkın süredir felsefi ve klinik gözlemlere dayalı bir disiplin olan psikanalizi, modern nörobilimin somut kanıtlarıyla buluşturarak, Freud’un metapsikolojisine ampirik bir temel ve yeni bir boyut kazandırıyor.


1. Psikanalizin Bilimsel Temellerini Güçlendirmek

Freud’un kendisi de kariyerine bir nörolog olarak başlamış ve zihinsel süreçleri biyolojik temeller üzerinde anlamaya çalışmıştı. Ancak döneminin nörobilimsel bilgisi sınırlıydı. Solms ve Panksepp’in bu makalesi, Freud’un sezgisel olarak ortaya koyduğu birçok kavramı (Id, Ego, bilinçdışı, dürtüler, bastırma) nörobiyolojik verilerle destekleyerek psikanalizi daha “bilimsel” bir zemine taşıyor. Bu, psikanalizin sadece bir “inanç sistemi” veya “yorum sanatı” olmaktan öte, beynin somut işleyişiyle ilişkili, gözlemlenebilir ve test edilebilir hipotezler üretebilen bir alan olduğunu gösteriyor.

Makale, nörobilimi psikanalizin temel bilimi olarak konumlandırıyor, tıpkı Freud’un kendisinin de umduğu gibi. Bu, psikanalizin diğer modern bilim dallarıyla diyalog kurabilmesine ve yirminci yüzyılın sonlarındaki “davranışçı dev” gibi akımların eleştirilerine karşı daha güçlü bir konum elde etmesine olanak tanıyor.


2. İd’in Bilinçli Doğasını Kabul Etmek

Psikanalizin belki de en temel ve radikal katkılarından biri, zihinsel yaşamın büyük bir bölümünün bilinçdışıolduğu fikriydi. Freud, İd’i bilinçdışı, dürtüsel ve zevk ilkesine göre işleyen bir yapı olarak tanımladı. Ancak Solms ve Panksepp, makalede sundukları nörobilimsel kanıtlarla (özellikle hidranensefali vakaları gibi) İd’in aslında kendi içinde birincil bir bilince sahip olduğunu gösteriyorlar.

Psikanaliz için bunun önemi büyüktür:

  • Duygunun Önceliği: Bu, duygunun ve bedensel deneyimin bilişten önce geldiğini ve bilincin temelini oluşturduğunu vurgular. Bu, terapide sadece bilişsel içgörüye odaklanmak yerine, danışanın ham duygusal deneyimleriyle doğrudan çalışmanın önemini artırır. Duyguların “etiketlenmeden” veya “düşünülmeden” önce hissedildiğini anlamak, aktarım, karşı aktarım ve direnç gibi psikanalitik kavramlara yeni bir derinlik kazandırır.
  • Klinik Pratiğe Etkisi: Eğer İd bilinçliyse, danışanın bastırılmış materyali hakkında “konuşamamasının” nedeni, o deneyimin tamamen bilinçdışı olması değil, Ego’nun onu algısal-sözel imgelere çevirme veya kabul etme yetersizliği olabilir. Bu, terapistlerin danışanların bedensel duyumlarına, duygusal tepkilerine ve sözel olmayan iletişimine daha fazla dikkat etmelerini gerektirir.

3. Ego’nun Rolünü Yeniden Anlamak

Makale, Ego’yu, İd’den gelen ham duygusal bilinci işleyerek onu daha düzenli, dışsal algılara ve düşüncelere dönüştüren bir sistem olarak tanımlıyor. Bu, Ego’nun sadece bir “gerçeklik ilkesi” uygulayıcısı olmanın ötesinde, içsel duygusal durumu dış dünyaya adapte eden, onu stabilize eden ve anlaşılır hale getiren bir “çevirmen” rolü oynadığını gösterir.

Psikanaliz için bunun önemi şudur:

  • Baskı Mekanizmalarının Nöral Temelleri: Makale, bastırma gibi savunma mekanizmalarının nöral temellerine dair ipuçları sunuyor. Ego’nun belirli duygusal deneyimleri bilinçten uzak tutmasının, tahmin hatasını azaltma ve enerji tasarrufu yapma gibi biyolojik işlevlerle ilişkili olabileceği fikri, savunmaların sadece psikolojik değil, aynı zamanda nörobiyolojik adaptasyonlar olarak da görülebileceğini düşündürüyor.
  • “İd’in olduğu yerde Ego olacak” sözünün yeniden yorumlanması: Eğer İd zaten bilinçliyse, terapinin amacı İd’i “aydınlatmak” değil, Ego’nun İd’in duygusal dilini daha iyi anlamasına ve yönetmesine yardımcı olmak olabilir. Bu, psikanalizin terapötik hedefinde, bastırılmış materyali sadece “bilinçli hale getirmekten” çok, duygusal toleransı artırmak ve daha işlevsel otomatizmler geliştirmek gibi daha geniş bir perspektif sunar.

4. Patolojiye Yeni Perspektifler

Makale, psikozu dünyanın tahmin modellerini otomatikleştirmedeki uzun süreli bir başarısızlık (aşırı belirginlik) olarak, nevrozu ise baskılardan (bilinçdışı materyallerin neden olduğu süregelen tahmin hataları) muzdarip olarak tanımlıyor.

Psikanaliz için bunun anlamı:

  • Ruhsal bozuklukların altında yatan nörobiyolojik dinamikleri anlamak, psikopatolojiye dair daha entegre bir bakış açısı sunar. Bu, sadece semptomların ötesine geçerek, temel beyin işleyişindeki aksaklıkları ve bunların duygusal deneyimlerle ilişkisini anlamamızı sağlar.
  • Bu bakış açısı, psikoterapötik müdahalelerin hedeflerini daha netleştirebilir. Nevrotik hastalarda bastırılmış duygusal materyali işleme ve tolere etme kapasitesini artırmak, psikotik hastalarda ise daha güvenilir tahmin modelleri oluşturmaya yardımcı olmak gibi.

Sonuç: Freud’un Mirasını Geleceğe Taşımak

Solms ve Panksepp’in makalesi, psikanalizin temel kavramlarını modern nörobilimin kanıtlarıyla yeniden doğrulayarak ve genişleterek Freud’un mirasını yirmi birinci yüzyıla taşıyor. Psikanalizi izole bir “terapi ekolü” olmaktan çıkarıp, insan zihninin işleyişine dair kapsamlı ve ampirik olarak temellendirilmiş bir bilimsel teori olarak yeniden konumlandırma potansiyeli taşıyor. Bu entegrasyon, psikanalistlere, danışanlarının iç dünyalarını ve zorluklarını anlama ve onlara yardımcı olma konusunda hem daha derin bir kuramsal çerçeve hem de daha güçlü bir bilimsel argüman sunuyor.

Bu makale, psikanalizin “duyarlı, kasıtlı bir varlık” olarak beynin derinliklerinde nasıl kök saldığını anlamamızı sağlıyor ve böylece klinik pratiğimizi daha bilinçli ve etkili hale getirmek için yeni yollar açıyor.

Kaynak : https://www.mdpi.com/2076-3425/2/2/147