Yılan

D. H. Lawrence


Bir yılan geldi su yalağıma
Sıcak, çok sıcak bir günde, ve ben sıcaktan pijamalarımlayım,
İçmek için oradan.
Büyük, karanlık keçiboynuzu ağacının derin, tuhaf kokulu gölgesinde
Testimle indim merdivenlerden
Ve beklemeliydim, durup beklemeliydim, zira o benden önceydi yalakta.
Loşluktaki topraktan duvardaki bir yarıktan uzandı aşağı
Ve sarı-kahve gevşek, yumuşak karınlı bedenini indirdi, taş yalağın kenarından,
Ve boğazını taş dibe dayadı,
Ve suyun musluktan damladığı yerde, küçük bir berraklıkta,
Düz ağzıyla yudumladı,
Düz dişetlerinin arasından yumuşakça içti, gevşek uzun bedenine doğru,
Sessizce.
Birisi vardı benden önce su yalağımda,
Ve ben, ikinci gelen gibi, bekliyordum.
İçişinden kaldırdı başını, sığırların yaptığı gibi,
Ve bana belli belirsiz baktı, içen sığırların yaptığı gibi,
Ve çatallı dilini çıkardı dudaklarından, bir an düşündü,
Ve eğilip biraz daha içti,
Yeryüzünün yanan bağırsaklarından gelen yeryüzü kahvesi, yeryüzü altını renginde
Sicilya Temmuz’unun, Etna’nın tüttüğü gününde.
Eğitimimin sesi bana dedi ki
Öldürülmeli o,
Zira Sicilya’da simsiyah yılanlar masumdur, ama altın rengi olanlar zehirli.
Ve içimdeki sesler dedi, Eğer adam olsaydın
Şimdi bir sopa alıp onu ezer, işini bitirirdin.
Fakat itiraf etmeli miyim ne kadar hoşlandığımı ondan,
Ne kadar mutlu olduğumu, bir misafir gibi sessizce geldiği için su yalağıma
Ve huzurlu, dingin, ve minnetsiz bir şekilde ayrılıp,
Bu yeryüzünün yanan bağırsaklarına döndüğü için?
Korkaklık mıydı onu öldürmeye cesaret edememem?
Sapıklık mıydı onunla konuşmayı arzu etmem?
Alçakgönüllülük müydü, kendimi onurlandırılmış hissetmem?
O kadar onurlandırılmış hissettim ki.
Ve yine de o sesler:
Eğer korkmasaydın onu öldürürdün.
Ve gerçekten korkmuştum, en çok da korkmuştum,
Ama yine de, daha da onurlandırılmıştım
Gizli toprağın o karanlık kapısından gelip
Benim misafirperverliğimi aradığı için.
Yeterince içti
Ve başını kaldırdı, rüya görmüşçesine, içki içmiş biri gibi,
Ve dilini havaya çatallı bir gece gibi titretti, o kadar siyahtı ki,
Sanki dudaklarını yalıyordu,
Ve bir tanrı gibi etrafına bakındı, görmeksizin, havaya,
Ve yavaşça çevirdi başını,
Ve yavaşça, çok yavaşça, sanki üç kez rüyadaymış gibi,
Başladı kıvrılan yavaş uzunluğunu
Ve tekrar tırmandı duvarımın kırık yüzüne.
Ve başını o korkunç deliğe sokarken,
Ve yavaşça yukarı çekerken, yılan-omuzlarını rahatlatarak ve daha da içeri girerken,
Bir çeşit dehşet, o iğrenç kara deliğe çekilişine karşı bir çeşit protesto,
Bilinçli olarak o karanlığa gidişine ve yavaşça kendini arkadan içeri çekişine karşı,
Şimdi sırtı dönükken beni sardı.
Etrafıma baktım, testimmi yere bıraktım,
Beceriksiz bir kütük aldım
Ve gürültüyle su yalağına fırlattım.
Sanırım ona isabet etmedi,
Ama aniden geride kalan kısmı onursuz bir aceleyle kasıldı,
Şimşek gibi kıvrıldı, ve yok oldu
Kara deliğin içine, duvarın önündeki toprak-dudaklı yarığa,
Ki öğlenin yoğun sessizliğinde, büyülenmişçesine ona baktım.
Ve hemen pişman oldum.
Ne kadar değersiz, ne kadar bayağı, ne kadar adi bir eylem diye düşündüm!
Kendimden ve o lanetli insani eğitimimin seslerinden iğrendim.
Ve aklıma albatros geldi,
Ve keşke geri gelseydi diye diledim, yılanım.
Zira bana yine bir kral gibi göründü,
Sürgünde bir kral gibi, yeraltı dünyasında taçsız,
Şimdi yeniden taç giymesi gereken.
Ve böylece, hayatın
Efendilerinden biriyle şansımı kaçırdım.
Ve telafi etmem gereken bir şey var:
Bir küçüklük.(önemsizlik gibi)