Daniel Stern’in Görüşleri, Bebek-Bakım Veren İlişkisinde Karşılıklılık, Öznelerarasılık ve Sanat Psikoterapileri

Daniel Stern’in görüşleri, özellikle bebek-bakım veren ilişkisindeki öznelerarasılığın (intersubjectivity) önemi üzerine odaklanarak, otistik spektrumdaki çocuklarla sanat terapisi modelini şekillendirmede temel bir rol oynamıştır.

Bebek-Bakım Veren İlişkisinde Karşılıklılık ve Öznelerarasılık Stern’in çalışmaları, bebek ile birincil bakım veren arasındaki karşılıklılığın (reciprocity) ve bunun gelişimin en erken aşamalarında başladığının önemine işaret eder. Bu karşılıklı ipuçları (reciprocal cues), terapist ile otistik çocuk arasındaki etkileşimlerdeki ince nüansları anlamak için kritik öneme sahiptir. Sanat terapisi, dil gibi diğer iletişim biçimlerinin yanı sıra, doğum anından itibaren ortaya çıkan iletişimin bütünsel çerçevesini de Stern’in de tanımladığı gibi ele alır. Bakım verenin bebeğin ağlamasına veya seslenmelerine anlam veren tepkileri olan “protokonuşma” (protoconversation) kavramı da bu kapsamdadır.

Benlik Duyguları (Senses of Self) Stern (1985), benlik farkındalığı ve dil gelişiminden önce, sözel olmayan biçimde var olan çeşitli benlik duygularının olduğunu öne sürer. Bu “benlik duyguları”, sosyal gelişimin öznel deneyiminin temelini oluşturur ve yaşam boyu tüm sosyal deneyimleri derinden etkiler. Stern, doğumdan yaklaşık 15 aya kadar süren dört gelişimsel aşama tanımlar:

  1. Ortaya Çıkan Benlik Duygusu (Sense of an Emergent Self): Doğumdan yaklaşık sekiz haftaya kadar sürer. Bu aşamada bebek, algıladığı deneyim ile bu algıların alıcısı olan kendisi arasında ayrım yapma yeteneğinden yoksundur. Duyusal girdileri (ses, görme, koku, dokunma, tat) işlerken, ham duyusal girdi ile bu girdiyi işleyen kendisi arasında bir ayrım deneyimlemeye başlar. Bu dönem, algısal değerlendirme için bir kaynak görevi görür ve sonraki benlik duygularının oluşumu sırasında da aktif kalır.
  2. Çekirdek Benlik Duygusu (Sense of a Core Self): Yaklaşık 2 ila 6 ay arasında meydana gelir. Duyumlar ve bu duyumları işleyen kendisi arasında ayrım yapma yeteneği, bebeklerin kendilerini “ayrı, tutarlı, sınırlı, fiziksel” ve kendi eylemlerine sahip olarak deneyimlemeye başlamalarını sağlar. Winnicott’un “geçişsel” aşamasıyla bazı paralellikler gösterir.
  3. Öznel Benlik Duygusu (Sense of a Subjective Self): Yaklaşık 7 ila 15 ay arasında gelişir. Bebekler, birincil bakım verenlerinin ve diğer insanların kendi deneyim ve duygusal durumlarını algılama yeteneğine sahip olduklarının daha fazla farkına varırlar. Zihinlerinin içeriklerini ve duygularının niteliklerini başkalarıyla paylaşabileceklerini öğrenirler.
  4. Sözel Benlik Duygusu (Sense of the Verbal Self): Dilin başlamasıyla birlikte bu dönemde, bebekler deneyimlerini başkalarıyla açıkça paylaşma ve iletişim kurma kapasitelerini geliştirirler.

Erken Bebeklik Deneyimi ve Gerçeklik Stern’e (1985) göre, erken bebeklik deneyimi esasen “gerçeklik” ile ilgilidir; yani, gerçekten olan olaylarla ve bu olayların “savunmacı” nedenlerle çarpıtılmadığıyla. Psikanalitik teorinin erken gelişimde kritik bir rol oynadığını düşündüğü “birleşme veya kaynaşma yanılsamaları” gibi fenomenlerin, yaklaşık 18-24 aylıktan önceki erken bebeklik dönemine uygulanamayacağını savunur. Stern, sembolleştirme kapasitesinin, bebekliğin sona erdiği ve dilin ortaya çıktığı bu geç dönemde belirdiğini düşünür. Bu bakış açısı, bir danışanın geçmişini yeniden yapılandırma psikoterapötik yöntemlerini sorgulayan önemli klinik çıkarımlara sahiptir; Stern, psikanalizin ancak bebeklik sonrası ve sembolize etme kapasitesi mevcut olduğunda gelişimi daha iyi açıklayabileceğini öne sürer.

Canlılık Etkileri (Vitality Affects) ve Kategorik Etkiler (Categorical Affects) Stern, erken bebeklik duyusal farkındalığının “aktivasyon konturu” (activation contour) olarak adlandırdığı duyu değişiklikleri yoluyla gerçekleştiğini açıklar. Bu, varoluş, deneyim ve aktivitelerin zaman içinde eşzamanlı olarak gerçekleştiği bir durumdur. Bebeğin deneyimi, Stern’in “amodal bilgi” olarak tanımladığı, tanımlanmamış, “uğultulu bir dünya”dır.

Bebek geliştikçe, bu amorf bilgi tekrarlayan ritimlerle karakterize olmaya başlar; belirli duyusal özellikler daha belirgin hale gelir. Bu aşamada, tanımlanan özellikler zorunlu olarak duyusal olarak ayrık değildir; örneğin, bebek görülen şeyi duyduğundan ayrı olarak düzenlemeye çalışmaz. Algı “çapraz modaldır” (cross-modal), duyular arasında sinestezik bir etkileşim söz konusudur. Örneğin, yoğunluktaki değişiklikler hem daha gürültülü hem de daha parlak hale gelmeyi içerir ve ses ile görüntünün böyle bir duyusal değişimi tanımlamada eşit bir etkileşimli ortaklığı vardır.

Bu çapraz modal algılanan özelliklerin ortaya çıkmasına canlılık etkileri denir. Bunlar daha sonra kolayca “kategorik etkilere” dönüşür; üzüntü, mutluluk, şaşkınlık gibi hissedilen duygu kalıpları. Kategorik etkiler ve ortaya çıkan Gestalt’ları (tekrarlayan bütün formlar), daha sonra işaretler, kelimeler ve sonunda dil aracılığıyla tanımlanacak temel duyumlar ve duygular haline gelir.

Canlılık etkileri düzeyinde, sözel alışveriş olmaksızın başkalarından veya diğer şeylerden sanal duygular üretilebilir. Örneğin, başka birinin varlığında birinin çok heyecanlı veya üzgün olduğunu “hissedebiliriz”. Bu deneysel aşamada, bunlar henüz kategorik etkiler olarak açıkça tanımlanmamıştır. Bu süreç, yalnızca geleneksel sözel olmayan iletişime değil, aynı zamanda duyularımızın çapraz modal olarak nasıl etkileşime girebildiğine ve çapraz duyusal analojilere ve metaforlara olan duyarlılığımıza da bağlıdır.

Sanat Terapisi Üzerindeki Etkisi Stern’in “aktivasyon konturu”, “canlılık etkileri”, “kategorik etkiler” ve “amodal ve çapraz algı” tanımları, bireyin sanat terapisi sırasında sanat malzemeleriyle temas ettiğinde yaşayabileceği deneyimi anlamak için faydalıdır. Sanat materyali (boyanın ıslaklığı veya tebeşirin kuruluğu gibi belirli nitelikleri yayar) ve terapistlerin eylemleri, hareketleri, çıkardıkları sesler, kullandıkları kelimeler ve hatta ruh halleri gibi seans sırasında meydana gelen her şey kendi canlılık etkisini yayar. Bu nedenle, iletişim sadece çocuğun bitmiş resimlerinde değil, tüm sanat terapisi sürecinin ve bağlamının ortaya çıkan ve değişen dinamiklerinde yer alır. Sanat terapistinin müdahaleleriyle bu dinamiklerin algılanması, tanınması ve geliştirilmesi için “canlılık etkileri” ve “kategorik etkiler” kavramları önemlidir.

Stern’in “ortaya çıkan benlik duygusu” kavramı, sanat terapisinde etkili olan pre-temsili düzeyde çalışarak çocukların benlik duygularının gelişmesine yardımcı olmayı ifade eder. Otistik çocuklarla çalışırken, Stern’in erken bebeklik gelişimine dair anlayışı, terapistin çocuğun kendine özgü iletişimsel hassasiyetlerinin ince tezahürlerini anlamasını gerektiren, tam anlamıyla bir terapötik ilişki kurulması için önemlidir. Bu, terapistin “güçlü” bir müdahale haline gelmesi için, çocuğun ve terapistin etkileşimli süreçteki ritimleri ve “tutarlılık” gibi “canlılık etkilerini” tanımasını ve karşılık vermesini gerektirir.