Carl G. Jung’un “Arketipler ve Kolektif Bilinçdışı” Kitabının İlk Bölümünün Eleştirel Bir Analizi Bölüm 1

Bu metnin temeldeki sorunlu, idealist ve materyalist-tarihsel gerçekliği mistifiye eden bir yapı mı olduğunu anlamaya çalışalım. Jung’un teorilerinin, nesnel gerçeklikle ilişkisini ve toplumsal koşulları göz ardı eden- edebilecek taraflarını, insanlık sorunlarının kaynağını ve çözümünü a-historik, doğuştan var olduğu iddia edilen ruhsal yapılarla açıklamaya çalışan taraflarını analiz edelim.

Nasıl mı ? Gelin birlikte analiz edelim.

1. İdealizm ve Materyalizmin Reddi

Jung’un analizi, felsefi idealizm üzerine kuruludur ve materyalizmi açıkça reddeder. O, teorisinin “maddecilik ve ampirizm dalgası altında ezilen” felsefi bilinçdışı fikrinden doğduğunu belirtir. Psikenin (ruhun) fiziko-kimyasal süreçlerin bir yansıması olduğu hipotezini “deneyimle çelişen neredeyse metafiziksel bir cüretkarlık” olarak niteler ve psikenin kendi başına bir faktör, “esrarengiz bir karaktere sahip özerk bir gerçeklik” olduğunu savunur.

Burada Varlık bilinci değil, toplumsal varlık bilinci belirler. İnsan psikolojisi, gökten zembille inen özerk bir yapı değildir; aksine, üretim ilişkileri, sınıf mücadelesi ve içinde yaşadığı toplumun maddi koşulları tarafından şekillendirilir. Jung, altyapının (ekonomik temel) üstyapıyı (kültür, ideoloji, psikoloji) nasıl belirlediğini tamamen göz ard eder. Onun “özerk psişesi”, gerçek dünyadan kopuk, kendi kendine var olan bir hayalettir. Bu, bilimin yerine metafiziği koymaktır.

2. Tarihselliğin Göz Ardı Edilmesi ve Evrenselci Soyutlama

Jung’un temel kavramları olan “kolektif bilinçdışı” ve “arketipler”, tarihsel bağlamdan tamamen kopuktur. Kolektif bilinçdışının “kişisel deneyimden türemediğini, kişisel bir kazanım olmadığını, doğuştan geldiğini” iddia eder. Arketiplerin “en eski zamanlardan beri var olan evrensel imgeler” olduğunu ve her bireyde “az çok aynı” şekilde bulunduğunu söyler.

Bu yaklaşım, insan bilincinin tarihsel ve toplumsal karakterini yok sayar. Feodal bir köylünün psikolojik yapısı ile modern bir proleterin psikolojik yapısı “evrensel” ve “aynı” olamaz. Jung’un “arketipleri”, belirli tarihsel dönemlerin ve toplumsal yapıların ürettiği kültürel formları (mitler, dinler) biyolojik bir kalıtıma indirgeyerek onları ebedi ve değişmez kılar. Örneğin, Kardeş Klaus’un 15. yüzyıl sonundaki “vizyonunu” analiz ederken, o dönemin feodalizminin çöküşü, dinsel çalkantılar ve yaklaşan Reformasyon gibi somut tarihsel koşulları tamamen görmezden gelir. Bunun yerine, krizi evrensel bir “arketipsel imgenin ölümcül bir akını” olarak açıklar. Bu, tarihi psikolojize etmek, toplumsal çelişkileri ise bireysel ruhun içsel dramlarına indirgemektir. Benzer şekilde, Nazizm gibi modern bir faşist hareketin yükselişini, “bütün bir ulusun arkaik bir sembolü canlandırması” olarak açıklamak, faşizmin ardındaki somut ekonomik krizleri, sınıf çıkarlarını ve emperyalist çelişkileri görmezden gelen tehlikeli bir mistifikasyonudur.

3. Bireycilik ve Toplumsal Sorunların Psikolojize Edilmesi

Jung’un nihai amacı, bireyin kendi içine dönerek “bireyleşme” sürecini tamamlamasıdır. Toplumsal sorunlar, onun için bireysel psikolojinin yansımalarından ibarettir. “Sembollerin fakirleşmesi”, “ruhsal barınağımızın bakımsız kalması” gibi ifadelerle, modern insanın yabancılaşmasını tinsel ve kültürel bir krize indirger. Çözüm olarak da “suyun derinliklerine inmek”, yani bireyin kendi bilinçdışıyla yüzleşmesini önerir.

Bu, yabancılaşmanın gerçek kaynağını gizleyen burjuva ideolojisinin tipik bir örneğidir. Yabancılaşma, “sembollerin fakirleşmesinden” değil, kapitalist üretim tarzından, emekçinin kendi emeğine, emeğinin ürününe ve kendi insan doğasına yabancılaşmasından kaynaklanır. Sorun psikolojik değil, politiktir. Jung’un önerdiği “içsel yolculuk”, bireyi toplumsal mücadeleden uzaklaştırır ve onu kendi ruhunun labirentlerinde oyalayarak gerçek kurtuluşun, yani toplumsal devrimin önünde bir engel teşkil eder. Jung, “ruhsal yoksulluktan” bahsederken, milyonlarca insanı ezen gerçek maddi yoksulluğu görmezden gelir. Bu, sorunları “psikolojize ederek” onları etkisiz hale getirme çabasıdır.

4. Biyolojik Özcülük ve Gerici Toplumsal Cinsiyet Anlayışı

Jung, anima (erkekteki dişil arketip) ve animus (kadındaki eril arketip) kavramlarını biyolojik bir temele dayandırmaya çalışır. Erkeğin “azınlıktaki dişil genlerinin” animayı oluşturduğunu iddia eder. Anima ve animus’a atfettiği özellikler (örneğin animanın “kaprisli, değişken, kontrolsüz ve duygusal” olması), mevcut ataerkil toplumun cinsiyetçi kalıp yargılarını “ebedi” ve “arketipsel” doğrular olarak sunar.

Bu, biyolojik determinizmdir ve bilimsel dayanaktan yoksundur. Toplumsal cinsiyet rolleri ve özellikleri, biyolojik “özlerden” değil, tarihsel olarak gelişen toplumsal iş bölümünden ve aile kurumunun yapısından kaynaklanır. Jung, ataerkil toplumun kadına ve erkeğe atfettiği rolleri, sanki doğanın bir kanunuymuş gibi psikolojinin evrensel yasaları olarak sunmaktadır. Bu, mevcut cinsiyetçi baskı ilişkilerini meşrulaştıran ve doğallaştıran gerici bir tutumdur. Bir erkeğin kadınlarla ilişkisindeki sorunları, onun “anima projeksiyonuna” bağlamak, kadın ve erkek arasındaki gerçek toplumsal ve ekonomik eşitsizlikleri göz ard etmektir.

Sonuç

Diyalektik bir perspektiften bakıldığında, Jung’un bu bölümdeki görüşleri bilimsel bir analiz değil, sofistike bir burjuva ideolojisi gibi görünür. O, insanlığın karşı karşıya olduğu somut, maddi ve tarihsel sorunları (sınıf sömürüsü, yabancılaşma, savaşlar, baskı) alıp onları ebedi, içsel ve mistik “arketipsel” dramlara dönüştürür. Bu yolla, sorunların gerçek kaynaklarını gizler ve devrimci kolektif eylem yerine bireysel, içe dönük bir “kurtuluş” vaadi sunar. Onun psikolojisi, yabancılaşmış burjuva aydınının kendi krizini evrensel bir insanlık krizi olarak yansıtmasına dönüştürü ve bu nedenle eleştirilmelidir.