Platon (Eflâtun) – Francis Macdonald Cornford
Sokrates dönem dönem insan ruhunun ufkunu genişleten az sayıdaki maceracılardan biriydi. Bu tipler, doğamızda var olduğu bilinmeyen güçleri hissetmiş ve kendi kişiliklerinde gerçekleştirmişlerdir. Kendi keşfettikleri gerçeği yaşayarak, dünyaya bunun aldatıcı bir hayal olmadığının güvencesini vermişlerdir. Tanımı gereği, bu hakikat kendi çağdaşları ve hemşerilerinin kavrayışının ötesindeydi. Görüşleri, yazarak vasiyet ettikleri metinler yoluyla değil, gelecek nesillere kendi yaşamlarını örnek göstererek yavaşça aktarılmıştır. Çünkü birkaç istisna dışında, bunlar kitap yazmamışlardır. Bilgeydiler ve kitapların ruhun verdiği yaşamın, hepsini olmasa bile, çoğunu öldüreceğini biliyorlardı. Kullanabilecekleri tek dil kaçınılmaz olarak yanlış anlaşılmaya müsaitti. Yeni bir gerçek silsilesini, benzer kullanımların yıpranmış izlerini taşıyan kelimelere hapsetmek mümkün değildir. Yakın ilişkileri vesilesiyle kişiliklerinin gücünü hissedenler, söylediklerinden çok onlara inanmışlardır.1
Bu düşünce öncülerinden bir ikisi, tesadüfen söylediklerinin anlamını başkalarına aktaracak kadar iyi anlayabilecek bir öğrenci buldu. Hal böyleyken bile, kaçınılması zor, tuhaf bir çelişki doğuyor. Eğer bu öğrencinin kendisi de bir deha değilse, hocasının iddia ve irdelemelerinin zirvesine çıkma ihtimali pek yoktur. Eğer bir dahiyse, sadece hocasından öğrendiklerini yinelemekle kalmayacaktır. Düşünceyi daha ileri taşıyacak, düşüncelerin ima ettiklerini özgün kapsamının ötesine genişletecektir; ve bu esnada gerçeği hocasının bile zar zor tanıyabileceği yeni bir şekle büründürebilecektir.
Buna benzer bir şey Sokrates’le Platon’a da oldu. Genç arkadaşları arasında, sadece emsalsiz yetenekte bir yazar adayı değil, aynı zamanda doğal bir yetenek, bir şair ve en az Sokrates kadar usta bir düşünür olması Sokrates’in büyük bir talihiydi. Sokrates öldüğünde Platon yirmi sekiz yaşındaydı ve seksen yaşında ölene kadar da yazmaya devam etti. Onun ayarında bir filozof, ustasının fikirlerini, ne kadar muhteşem olursa olsun, yinelemekle yetinemezdi. Platonculuğun merkez çekirdeğinin, Sokrates’in manevi gayelere ulaşmak için kurduğu ahlak felsefesi olduğu bir gerçektir. Fakat bu tohum, Platon’un ellerinde dalları gökleri kaplayan bir ağaca dönüştü. Platonculuk, Sokrates’in doktrinin hiçbir zaman olmadığı bir şeydir; Sokrates’in insan doğasını ve amacını incelemek için sırtını döndüğü dış doğanın bütün sahasını da kucaklayan bir âlem sistemidir.
Platonculuğun Sokrates’in felsefesiyle ilişkisi, yani Sokrates’in nerede bitip Platon’un nerede başladığı sorusu, âlimler arasında hâlâ bir tartışma konusudur. Bu münakaşaya burada giremem. Sadece ilişkiyi gördüğüm şekilde ve çok uzun zamandır yetkin uzmanların çoğu tarafından görüldüğü gibi anlatabilirim.
Genç Platon’un dünyadan kopuk bir felsefe öğrencisi olduğunu zannetmeyelim. Unutulmamalıdır ki, onun çocukluğu ve gençliği boyunca, Yunan toplumu otuz yıl sürmüş ve her iki taraf için de öldürücü, moral bozucu ve bitap düşürücü bir savaşı devam ettiren iki kampa bölünmüştü. Benzer bir çatışmada2 rol almış olan bizler de kendi hesabımıza fiziksel şiddetin nüksetmesinin en alçakça ve zalim tutkuları serbest bıraktığını ve barış zamanlarında suç kabul edilerek bastırılan dürtüleri vatansever erdemlere nasıl dönüştürdüğünü biliriz. Bütün bir nesil boyunca süren böyle bir mücadeleden kaynaklanan ahlaki yaralara hiçbir toplum dayanamaz ve hasar görmeden yoluna devam edemez. Thukydides’in savaş ve devrim dönemlerinde bütün ahlaki standartların sarsılışını ve çöküşünü analiz ettiği meşhur bölümlerini okuyanların bir daha unutması zordur.8 Bu bölümler Platon’un mektuplarında da yankılanır, yaşlı bir adam olarak gençliğinin Atina’sına ve Peloponnesos Savaşı’na geri dönüp bakar. O günlerdeki şehrinden, artık atalarının görgü ve kurumlarıyla yönetilmeyen bir yer olarak bahseder; yasa ve geleneklerin dokusunun ürkütücü bir hızla parçalanışını görmüştür. Normal zamanlarda, seçkin kökeni ve çok daha seçkin yetenekleri, toplumda lider bir konum almasını sağlayabilirdi. Yaşı gelir gelmez, nüfuzlu akrabaları ve arkadaşları onu kendi gruplarına katılmaya zorlamaya başladılar. Hırslı eğilimi, Platon’u bu gurur okşayıcı davetleri kabul etmeye kışkırttı. Fakat Platon sonunda iki olayın, onun gurur ve tiksintiyle geri çekilmesine neden olduğundan bahseder. İkisinin içinde de Sokrates vardı. Biri Otuz Tiran adlı oligarşik partinin liderleri tarafından yapılan bir teşebbüstü (aralarında Platon’un amcası Critias da vardı); Sokrates’e bir yurttaşı yasal olmayan bir şekilde tutuklamaya yardım etmesi teklif edilmişti. Sokrates reddetti ve onların intikamından aniden güçten düşmeleri tesadüfü sayesinde kurtuldu. Diğeri Platon’un yanlış ve rezil bir olay olarak tasvir ettiği Sokrates’in yargılanması ve ölümüydü. Bu adli suç, Otuz Tiran’ın düşüşüyle beraber onarılmış olan demokrasiyi temsil eden karşı tarafın zaferini lekeledi. Bu iki hadise, kötü işlere muktedir yöneticiler tarafından yönetilen bir toplumda, politik eylem yolunun kapatılmış olduğu fikrinin Platon’da yerleşmesine sebep oldu. Bu sırada hep Atina’nın ahlaki yaşamının nasıl yeni bir temel üzerine inşa edilebileceğini düşündüğünü söyler. Bulduğu cevap, bilgelik peşinde koşanlar kral olmadıkça, ya da krallar tanrısal bir tayin sonucunda bilgelik âşığı haline gelmedikçe, insan soyunun kötülerden huzur bulamayacağıydı. Bu sonraları, Sokrates’in felsefesinden çıkardığı prensipler üzerine kurulacak şehir-devletlerinin radikal reform programını içeren önemli kitabı Devlet‘in ana tezi olacaktır.
Öte yandan Devlet yaşamının ortasında yazdığı olgun bir eseridir. Devlet, Platon’un Sokrates’in düşüncesinin özünü çıkartıp, esas anlamını ifade edebilir hale getirmesinden önce yazılamazdı. Başlangıç niteliğindeki bu görev, Savunma‘nın çevresinde toplanan erken dönem diyaloglarda başarılmıştır.9
Savunma’nın kendisi emsalsiz bir belgedir. Sokrates’in yaşamının anlamının, o anlama nüfuz edebilen biri tarafından yazılmış tek doğrudan anlatımıdır. Aynı gruba dahil olan diyaloglar, iş başındaki Sokrates’i dramatik şekilde betimler, Platon bunu kısmen kendi hafızasındakileri korumak, ama daha çok kendisi ve dünya için, hocasının başlıca fikirlerini ve fikirlerinden çıkan sonuçları yazmak amacıyla yapmıştır. Sokrates’in doktrini hakkında yaptığım açıklamalar, Platon’un tek başına dile getirmeyi başardığı sonuçlara dayalıdır. Ksenophon’un Sokrates’i ise, bir figür olarak insanlık tarihinde ancak Dr. Johnson3 kadar yer kaplayabilirdi. Platon’un Sokrates’i gerçek Sokrates’tir, Antik Yunan ve Roma’nın bütün asil şahsiyetlerine, çöküşünün son saatine kadar ilham vermiş bir figürdür.4
Erken dönemin diyaloglarında, Platonculuğun temeli olan Formlar (İdealar) kuramındaki Sokrates etkilerini görebiliriz. Sokrates tarafından kurulan gaye ahlakı, ideal bir mükemmelliği hedefleyen sürekli bir çabaya işaret eder. Bütün ilerlemelerin ilk koşulu, amacın açıkça görülmesi ve “hazzın” sahte ışıklarından ayırt edilmesidir. Platon bu sahte ışıkları, gerçek Helen Mısır’a kaçırılmışken, Yunanlıları Truva’ya çekmek için tanrılar tarafından yaratılan Helen hayaleti ile karşılaştırır. İdealin açık bir şekilde kavranması bilgidir, bu ancak çok düşünülerek kazanılabilir.5 Sokrates’in uygulamasındaki bu derinlemesine düşünme, çoğu zaman doğru davranışı tarif etmekte kullanılan terimlerin kendi özlü anlamını tanımlama denemelerine dönüşmüştür. Örnek olarak, herkes Adalet diye bir şey olduğunda hemfikirdir. Fakat bu kelimeyle ne demek istiyoruz? Eğer farklı insanların ve toplulukların “adil” ya da “doğru” diye telaffuz ettikleri eylemleri düşünüp karşılaştırırsak, karmakarışık ve şaşırtıcı fikirlerle karşılaşırız. Bir ülkede doğru kabul edilen bir gelenek başka bir ülkede yanlış diye yasaklanabilir. Eski sosyal kısıtlamaların ahlakına göre yaşayan biri, kendi yerel geleneklerinin kendisi için doğru olduğunu söylerken, komşularına göre başka geleneklerin doğru olduğunu söyleyecektir. Fakat yeni gaye ahlakı evrenseldir. Bütün insanlığın ancak ortak tek bir mükemmellik ideali, tüm gelenek ve davranışların ölçüldüğü tek bir standart olabilir. Dolayısıyla (Platon’un çıkardığı sonuca göre) “Adalet” gibi bir terimin, çeşitli zaman ve yerlerde adil addedilen çeşitli şeylerden bağımsız evrensel bir anlamı vardır. Bu mutlak anlam tanımlanabilir ve bilinebilir. Platon’un ”Form” ya da “ideal” dediği budur, şeylerin doğasında sabittir, değişmezdir ve herhangi bir grubun ya da bireyin keyfi kararlarının ötesindedir.
Adalet’i bir “ideal” olarak ele aldığımızda, aynı zamanda bu idealin henüz hiçbir insanda ya da hiçbir kurumsal sistemde tamamen cisimleşmemiş olabileceğini de söylüyoruz. Bu sadece zihnimizdeki bir düşünce ya da kavram anlamında bir “idea” değildir; zihnimizdeki kavramlar karmaşık ve çelişkilidir. Onlar sadece Adalet’in kendisinin6 belirsiz ve yetersiz idrakleridir. Kendi başına Adalet bir düşünce değildir, ama ebedi bir düşünce nesnesidir. Onayladığımız eylem ve kurumlara verdiğimiz bu isimler, gerçekte insan mükemmelliğinin mutlak idealindeki öğelere aittir, bütün insanlığın arzulaması gereken bir idealdir, yeryüzünde nadiren gerçekleştirilen göklerdeki bir şablondur. Burada, o zaman -bu idealin bilgisi ve kabulünde- iyileştirilmiş bir toplumun inşa edileceği sarsılmaz bir temel bulunmaktadır. Bu bilgiyi aramak ve kabul etmeye istekli olmak demek bilgelik âşığı olmak demek; sahip olmak ise (eğer insan bu bilgiye sahip olabilirse) bilge olmak demektir. Böylece Platon bilgelik âşıkları kral olmadığı sürece insan soyunun hiçbir zaman huzur bulamayacağını ilan eder. İdeal devlet, ruhsal mükemmelliğe en yakın az sayıdaki insanlar tarafından yönetilmelidir, çünkü onlar ruhsal mükemmelliğin ne olduğunu bilirler. Böylece Platon’a has bir kuram, Sokrates’in uygulamasından türemiş oluyor.
Platon’un hayatının bir sonraki safhasını, yaklaşık kırkıncı yılını, Yunan dünyasının batıdaki yarısına, Güney İtalya ve Sicilya’nın muhteşem ve lüks şehirlerine ziyareti belirler. Buraya ilk defa, yaklaşık bir buçuk yüzyıl boyunca, İyonya doğa biliminden çok farklı bir felsefe geleneği geliştiren ve koruyan Pythagoras topluluklarıyla kişisel teması vesilesiyle gelir. Pythagoras felsefesi matematikseldir fakat ilham aldığı kaynak mistik ve dinîdir. Antik dönem düşünürleri onu İyonya biliminin ana hattından bağımsız bir gelenek olarak görmüşlerdir, asıl Pythagoras toplulukları Aşağı İtalya’da kurulduğu için de ona İtalyan felsefesi demişlerdir. Pythagoras da yazılı bir doktrin bırakmamış, fakat büyük bir kişiliğin ilhamını miras bırakmış düşünce öncülerindendir. Şansı, Sokrates gibi ilhamını yorumlayabilecek bir öğrenci bulacak kadar yaver gitmemiştir, bununla beraber çalışmalarının devamını getirmeye kendini adayan bir ortak yaşam kardeşliği kurmuştur.
Platon’un düşünce akışına bu civarlardan taze bir akıntı katılmıştır. Orta yaş döneminin diyaloglarında (Devlet’in etrafında toplanan Menon, Phaidon, Şölen ve Phaidros’ta), her yerde Pythagoras etkisinin izini sürmek mümkündür. İlk işaretler, muhtemelen Platon’un Batı’ya ilk ziyareti döneminde yazılan Gorgias‘ta görülmeye başlar. Artık Sokrates’in ötesine geçen ve farklı bir biçimde Platoncu olan bir doktrin ilan edilir. Mutlak formlara, yani kalıplara, bu dünyadaki cisimleşmiş halleri olan şeylerden ayrı, temel bir gerçeklik atfedilir. Aynı zamanda Formları bilen ruha da bir süreliğine içinde yaşadığı gövdeden ayrı bir mevcudiyet verilmiştir. Platonculuk aslında Sokrates ve Pythagoras olmak üzere iki ilham akıntısının kaynaşma noktasından çıkar. Platon, Sokrates’ten insan yaşamının sorunlarının gaye ahlakıyla ve değişmez mükemmellik idealinin takip edilmesiyle çözüleceğini öğrenmiştir. Pythagoras’tan ise bu kavramın nasıl insan meselelerinin alanından bütün doğayı kapsayan bir sisteme genişletilebileceğini ve bilimin sahasının nasıl Phaidon’daki Sokrates’in görmek istediği şekilde dönüştürülebileceğini öğrendi. Başlangıçta ele aldığımız İyonya materyalizminden farklı olarak Platonculuk doğaya ulaşmanın anahtarını başlangıçta değil, amaçta arar; başka bir deyişle, arkadan iten mekanik sebeplerde değil, fakat bir arzu devinimini ideal mükemmellik şablonuna doğru (adeta kendisine doğru çeker gibi) sürükleyen nihai sebeplerde.
Bu mükemmelliğe “ideal” demek esasında mükemmelliğin bu dünyada “gerçekleşmediği” imasını taşır, yani zaman ve uzaydaki varoluş dünyasında tamamıyla üretilmiş ya da cisimleşmiş değildir. Ama mükemmelliğin gerçek olmadığı veya hayal ürünü olduğu anlamına gelmez. Tersine, mükemmel Formların dünyası gerçekten hakiki olan her şeyi kapsar. Gerçeklik, ebedi ve değişmez olan ve ruh tarafından bilinebilen nesnelere yasaklanamaz. Bu Formlar cevherin sahip olduğu düşünülen niteliklere sahiptir. Varlığın temeli bu alanda aranmalıdır, İyonya biliminin aradığı yerde, yani maddenin karanlık ve kararsız derinliklerinde değil. Formların değişmez dünyası, ayın çekim gücüyle denizlerin huzursuz dalgalarını yönetmesi gibi, uzay ve zamanda oluşun akışını yönetir.
Böylece Platonculuk Sokrates’in ahlakında beyan edilen gaye ilkesini tüm varlığın yorumlanmasına teşmil eden bir sistem olur. İleride göreceğimiz gibi, Platoncu kaldığı sürece, aynı şey Aristoteles için de söylenebilir.7 Dolayısıyla, gaye ahlakı bir kez daha farklı bir şekilde düzenlendiğinde, Yunan kökenli bu iki sistem Hıristiyan8 düşüncesiyle kaynaşmaya müsait hale gelmiştir. Platon ve Aristoteles Hıristiyan kilisesinin en büyük kurucu babalarındandır.9 İnanışa ters düşen belli doktrinlere rağmen, eğer Hıristiyanlık döneminden yüzyıllar önce doğmamış olsalardı, ortaçağda azizlik mertebesine yükseltilirlerdi. İkisinin de arkasında Sokrates vardı, ki muhtemelen o da yeterince bekleseydi Jeanne d’Arc ile beraber azizler arasındaki yerini alabilirdi. Ayrıca Pythagoras da hak iddia edebilirdi, ne de olsa Platon’un Sokrates’in gaye ilkesini bir evren sistemine dönüştürmesine yol açan ipucunu o tedarik etmişti.
Pythagoras bazen felsefe tarihinde iki ayrı ilgi alanı olan bir adam olarak tarif edilir. Birinde ruh göçü doktrinini öğreten ve kült bir topluluk kuran dindar bir reformcudur, diğerinde matematiğin, başka bir ifadeyle aritmetik, geometri, astronomi ve müziğin temellerini kuran bir bilim adamıdır. Ruh göçü yakın zamana kadar çoğu modern Avrupalı tarafından kaba ve barbar bir ölümsüzlük doktrini sayılıyordu. Ayrıca, ruhun ölümsüzlüğü ile matematik arasındaki ilişki bizlere aşikâr görünmemektedir. Dolayısıyla tarihçiler dindar Pythagoras’tan kısaca ve mahcup bir şekilde bahsederek geçiştirip bilimsel Pythagoras ile onun dünyanın temel hakikatinin sayılarda olduğunu iddia eden matematiksel doktrininin üzerinde durmaya heves göstermişlerdir. Fakat bu büyük bir filozofun dünya tahayyülünü anlamanın yolu değildir. Felsefi dehaların bakışları bileştirici bakışlardır. Böyle bir adam düşüncelerini birini hafta içi, diğerini Pazar günleri değerlendirmek üzere iki ayrı bölmede tutmaz. Pythagoras’ın felsefesini, onun iki yanının harmoni kavramında birleştiğini gördüğümüz zaman anlarız. Harmoni kavramı, hem ruhsal hem de fiziksel dünyada anlamı olan bir kavramdır. Şimdi bu konuya fiziksel açıdan yaklaşalım.
Matematiksel felsefesinin tohumu aritmetik ya da geometri alanındaki değil, müzikteki keşfinde saklıydı. Pythagoras müzik ölçeğinde, mükemmel ses uyumluluğunun10 yani dörtlü, beşli ve sekizli (oktav) aralıklarının; 1, 2, 3 ve 4 sayılarının oranları olarak ifade edilebildiğini ve bunlar toplandığı zaman mükemmel sayı olan 10’u bulduklarını keşfetmişti. Oktavın oranı 2/1; beşli aralığın oranı 3/2; dördüncünün oranı 4/3. Keşif şüphesiz ki, telin uzunluklarının mükemmel aralıkları oluşturan çeşitli notalar çıkarması amacıyla, üzerinde hareketli bir köprü bulundurulan tek bir tel ile sesin ölçülmesi suretiyle yapılmıştı.10 Meslekten bir müzisyen bunu hoş bir garabet olarak görebilir; ama müzisyenlerin her zaman yaptığı gibi telleri kulaktan akort etmeye devam edebilirdi. Bir biliminsanı ise bu oranlarla ölçülen sürecin ne olduğunu düşünmeye devam edip Pythagoras’ın daha sonradan bulduğu gibi, ölçülenin titreşim olduğunu keşfedebilirdi. Dâhi Pythagoras keşfinde, doğanın bütün işleyişini aydınlatan bir prensip sezdi.
Eğer bir kemanın telinde parmağınızı aşağı yukarı doğru gezdirirseniz, devamlı olarak yükselen ya da alçalan ve her iki yöne doğru uzayan bir ses dizisi çıkaracaktır. Eğer telde bu sayısal oranlarla belirlenmiş doğru noktalarda durursanız, ortaya sınırlı ve armonik bir düzenin yapısı olan bir ses uyumu çıkacaktır. Her çeşit ses ölçeğinde sabit olan bu yapı, tüm müziğin mimarisinin anahtarıdır ve sadece düzenin değil bir güzellik dünyasının, kozmosununkapısını açar. Yunanca “kozmos”, düzen kadar güzellik anlamına da gelir. Pythagoras’ın ilk defa evrene kozmos dediği söylenir. Eğer duyuşumuzu kuşatan seslerin kaotik gürültüsü, sınırlayan ölçünün basit prensibiyle sanatın ahenkli düzenine indirgenebilse, doğanın düzeni de bildiğimiz güzelliğiyle, buna benzer ya da eş bir ilkeyle çerçevelenemez midir? Eğer bu düşünce fiziksel yönde takip edilirse Pythagoras’ın doktrinine ulaşılır. Bu doktrine göre, varlıkların gerçekliği maddenin düzensiz ve belirsiz prensibinde, yani sınırsızda11 değil; tam aksine, form ve ölçünün, oran ve sayının sınırlı prensibinde yatmaktadır. Gördüğümüz ve dokunduğumuz her şey sayıları temsil eder ya da içerir. Böyle bir ölçülebilir nicelik açısından, doğanın dünyası bilinebilir ve anlaşılabilir. Astronomide, gök cisimlerinin hızları ve mesafeleri daha sonra kürelerin harmonisi olarak bilinecek olan bir harmoninin oranları tarafından yönetilir.12 Elle tutulur cisimleri sınırlayan formlar ya da yüzeyler, geometrinin mükemmel şekillerini temsil eder; bu şekillerin yasaları sonunda sayıların ilişkilerine indirgenebilir. Bu keşif, yani fiziksel bilimin anahtarının matematikte saklı olduğu iddiası, bir dâhinin sezgisidir ve felsefenin çocukluk çağlarından beri olduğu gibi günümüzde de bilimin kılavuz prensibi olarak hizmet vermektedir. Kendi neslimizin de fizikçileri bize, maddesel nesnelerin yasalarının matematiksel denklemlerle ifade edilmesi gerektiğini söylemektedir.
Sonraları, doğanın makro kozmosundan (büyük kozmos, evren) insanın ruh ve bedeninin mikro kozmosuna (küçük kozmos, yani insan) dönen Pythagoras, bedenin mükemmelliğinin, (onun güzelliği, gücü ve sağlığı) maddesel öğelerin harmonisine dayandığını görmüştür. Ta o zamandan beri, Yunan tıbbının kuram ve uygulamasının büyük çoğunluğu, tedavinin hastalık tarafından bozulan denge ve oranın onarılması olduğu prensibine dayanmaktadır. Aynı ilke, aşırılık ve eksikliklerin fenalıklarıyla sağlığı bozulan ruhun iyiliğine veya “erdeme” uygulanmıştır. Ruhun mükemmelleştirilmesi insan kozmosundaki harmoninin onarılmasıdır. Tutku ve bedensel arzunun düzensiz hareketleri kontrol altına alınmalı ve Sophrosyne’ye göre akort edilmelidirler.13
Son olarak, insan ruhu onu çevreleyen doğadan bağımsız değildir. Pythagoras ruhun göçü kavramını tüm canlıların birliğini yani tanrıların, insanların ve hayvanların tek bir topluluk, bir cemiyet oluşturduklarını ve ilkede yaşamın bir şekilden diğerine geçebileceğini öğretmiştir. Ruh yok edilemez ve hem kendi hem de dünya ile uyuma ulaşmaktaki başarı ya da başarısızlığına göre, diğer yaşamlarında varoluşun ölçeğinde yükselmeye ya da inmeye mahkûmdur. Bu dünyada ruh kutsallık eşiğine ulaşabilir ve ondan sonra yeniden canlanmaktan kurtulabilir. Katıksız mükemmelliği yeniden kazanan, ölümsüz tanrıların yanında ikamet eder ve dünyayı yeniden ziyaret etmez. İnsan kutsallaşabilir, çünkü içindeki yaşam, evreni aydınlatan kutsal ateşin bir kıvılcımıdır.
Sokrates’in gaye ahlakıyla çok önceden aşılanmış olan Platon’un zihninin böyle bir felsefeyle karşılaşmasının etkisini hayal etmek zor değildir. Orta yaş dönemi eserlerinin başlangıcı sayılan kısa diyalogu Menon’da o etki gözümüze ilişir. Pythagorasçılık, bilgi sorununa bir çözüm olarak Platon’a hatırlama kuramını önerdi. Hatırlama kuramı, bir zamanlar sahip olunduktan sonra unutulan bilgiyi anımsayabilen ölümsüz bir ruhu ima eder.
Bu fikrin çözmesi beklenen sorun belki de bir soruyla ifade edilebilir; Sokrates’in hep tanımlamaya çalıştığı Formlar ya da İdeallerin bilgisine nasıl ulaşabiliriz? Örnek olarak farklı insanların ve toplumların “adil” dediği her çeşit eylemin ya da kurumun incelenmesiyle mükemmel “adaletin” anlamını derleyemeyiz. Bu eylemlerin ya da kurumların hiçbiri evrensel olarak tanınan Adalet’in somut örneği değildir. Mükemmel adalet hepsine sinmiş genel bir özellik değildir ve bütün koleksiyonun incelenmesiyle damıtılması ya da soyutlaştırılması mümkün değildir. O zaman, eğer tecrübede böyle bir örnek yoksa, böyle bir şeyin olduğunu nasıl bilebiliriz? Yahut böyle bir örnek bulunabilseydi, hak etmese de adalet adını taşıyan bütün diğer şeyler arasında onu nasıl tanıyabilirdik? Adaletin tanımını yapmak için yola düştüğümüzde, aradığımız şeyin ne olduğunu zaten biliyor olmamız gerekmez mi? Fakat eğer biliyorsak, neden arama ihtiyacı duyuyoruz ki?
Hatırlama kuramı bu sorulara şöyle cevap verir; mükemmel Formların bilgisi; aslında doğru ve gerçeğin tüm bilgisi, insan ruhunda daima mevcuttur. Bilgi oradadır, fakat örtülü ve bilinçdışıdır. “Öğrenme” ya da gerçeğin keşfi denen, örtülerek gizlenmiş bilginin hatırlanması ve bilinç seviyesine çıkartılmasıdır. Ruh, araştırmasında, kendisinde her zaman mevcut olan sisli hakikat görüşünün kılavuzluğundadır; bu görüşün sadece, daha açık ve hakikat sisteminin diğer parçalarıyla eşgüdümlü hale getirilmesi gerekmektedir. Ayrıca, eğer bilgi her zaman ruhta mevcutsa, ruh ölümsüz ve bedenden ve bedenin duyularından bağımsız olmalıdır. Bedene gelmeden önceki varoluş hallerinde bütün Hakikati görmüştür. Bu Hakikat unutulmuşsa da hafızada depolanmıştır ve buradan geri çağrılabilir. Bu hafıza bizim genellikle hafıza dediğimiz şey, yani bu bedensel yaşamda, duyu kanalları aracılığıyla içimize dolan tecrübenin bir zaptı değildir. İçeriği gayri kişiseldir, bütün insanlarda aynıdır ve asla duyu deneyimlerinden damıtılmış ya da çıkartılmamıştır.
Platon Menon’da Sokrates’i teorisini deneysel bir teste tabi tutarken resmeder. Diyalogdaki Sokrates hiç geometri öğretilmemiş bir köleyi alır ve sadece soru sorarak, ondan pek de kolay olmayan bir çizim sorusunun cevaplarını edinir.14 Ona sadece sorular sormuştur ve kendi kendisinin problemi çözmekteki ilk girişimlerinin yanlışlığını ve gerçek çözümün doğruluğunu göstermiştir.
İşte ilk defa burada matematiksel doğruların bilgisinin a priori olduğunun farkına varılır.15 Platon, Pascal’ın deneyinde çok daha çarpıcı bir kanıt bulabilirdi. Pascal çocukken, babası soyut bilimlere olan merakının Latince ve Yunanca öğrenimini engelleyeceğinden korkuyordu, dolayısıyla kendi huzurunda matematik konusunda herhangi bir tartışmaya asla izin vermiyordu. Çocuğun geometri hakkında bilmesine izin verilen tek şey, geometrinin şekillerin özellikleri ve cisimlerin üç boyuttaki uzanımları hakkında olduğuydu. Çocuk, odasının mahremiyetinde geometriyi kendi kendine keşfetmeye koyuldu. Bir parça kömürle yere çizdiği, adını bile bilmediği üçgenlerin ve paralelkenarların şekillerinin peşine düştü. İhtiyaç duyduğu tanımları ve aksiyomları yaptığında henüz on iki yaşında bile değildi. Suçu tespit edilip geometrinin geri kalanını keşfetmesi yasaklandığında, Öklid’in İlk Kitabı’nın 32. önermesine gelmişti bile.16 Pascal’ın yardıma ihtiyaç duymayan aklı, bir diyagramı dikkatle inceledikten sonra, ilk prensiplere kadar yukarıya doğru ve daha karmaşık önermelere kadar aşağıya doğru ilerlemeye muktedirdi. Bilgi, zihnine bir öğretmen tarafından konmamıştı, ama kendi sezgisine dayanan alıştırmaları ve tümdengelim kullanarak akıl yürütme yoluyla zihninden dışarı çıkmıştı.1117
Bütün bu süreç mümkündü, çünkü zihnin üzerinde çalıştığı nesneler (geometrinin şekilleri) Platon’a göre duyularla algılanabilir nesnelerden farklı olarak sadece akılla anlaşılabilir nesnelerdi. Örnek olarak, Öklid’in tanımladığı şekliyle “üçgen”, kömürle çizilebilecek bir diyagram yahut dokunabileceğiniz üç köşeli bir nesne değildir. Böyle bir nesne mükemmel şekilde düz kenarlara sahip olamaz. Dokunulabilir bir malzemeyle yapabileceğiniz en iyi diyagram ya da model her zaman bozuk ve kusurlu olacaktır. Ayrıca, “rastlantısal” özelliklere de sahip olacaktır. Alan belli bir büyüklükte, kenarlar belli bir uzunlukta olacaktır ve rastlantısal bu özelliklerin Üçgen’in kendi doğasıyla hiçbir ilgisi olmayacaktır. Esasında Üçgen’in hiçbir görsel imgesi dahi tahayyül edilemez. Zihninizde canlandırdığınız herhangi bir üçgen, ya eşkenar ya ikizkenar ya da çeşitkenar olacaktır, aynı anda bunların hepsi birden olamaz. “Üçgen” bu üç özel durumun hiçbiriyle belirlenemez. Sadece akılla anlaşılabilir olan bu nesnenin belirli hiçbir görüntüsünü oluşturamazsınız. Bilinebilir bir nesnedir, çünkü tüm doğası zaten tamamen bilinen terimlerle tanımlanabilir. Üstelik mükemmeldir: maddesel cisimlerin yüzeyinde gördüğümüz veya dokunduğumuz kusurlu benzerlikleri aşan bir idealdir. Dolayısıyla matematiksel doğru, bedensel duyuların ötesinde akılca anlaşılabilir bir dünyadır. Ruh kendi kendine düşünmek için duyulardan geri çekildiğinde, görünmeyen gerçekliğin bölgesinde özgürce gezinebilir. Sezgi ve tümdengelimle akıl yürütme, bir doğrudan diğer doğruya doğru ilerleyebilir; çünkü her doğru bütün diğer doğrulara mantıkî bir zorunluluk zinciriyle bağlıdır. Ulaştığımız her yeni doğruyu kesin olarak bilmekle kalmayız, ayrıca neden doğru olması gerektiğini de biliriz. Bu tam anlamıyla bilgidir. Fikir veya inancın aksine, böyle bir bilgi, mükemmel derecede açık ve tutarlıdır ve dıştan gelecek herhangi bir kanaatle sarsılmaz.18
Pythagoras felsefesinde olduğu gibi Platon’un Hatırlama kuramında da matematiğin mükemmel kavramları ve doğruları, mükemmelleştirilebilen ölümsüz bir ruh inancıyla bağlantılıdır. Dahası, Platon matematiksel bilginin öğelerinin, Sokratik bilginin öğeleri gibi, akılla anlaşılabilir gerçeklikle, yani yaşamın idaresini düzenlemesi gereken ahlâkî mükemmellik idealleriyle aynı seviyede olduğunu görmüştü. Platon her ikisinin de bağımsız ve nesnel varoluşunun, geçici şeylerin ve dünyevi olayların akışının ötesinde olduğunu iddia eder. Bunları bilen ruhun, o gerçek dünyanın sakini olması doğuştan gelen hakkıdır. Ruh her zaman orada kendi evindedir; maddesel varoluşun dikkatini dağıtmasından, bedenin duyularının ve arzularının yarattığı arsızlıklarından oraya her zaman kaçabilir. Ölüm, ölümsüz ruhun bedenden ayrılmasından başka bir şey değildir, bilgelik âşığının yaşamı bu nihai kurtuluşun provasıdır ya da kurtuluşa hazırlıktır. İki irdeleme dizisinin iç içe geçtiği Phaidon‘un teması budur: Algılanabilen şeylerden bağımsız ideal Formların gerçekliği ile bedensel meskenden bağımsız bir ruhun gerçekliği.
Phaidon‘da geliştirilen ölümsüzlük doktrinin Sokrates tarafından öğretilmediğine kâniyim. Ne de olsa, Sokrates’in Savunma‘sında ölümden sonraki yaşam ihtimali hakkında söyledikleriyle tutarlı değil. Orada Sokrates’in tutumu agnostiktir.19 Bilgelik iddiasında bulunabileceği tek noktanın, bilmediği bir şeyi bildiğini düşünmemesi olduğunu iddia eden Sokrates, ölümden sonra ne olduğu hakkında hiçbir şey bilmediğini söyler. Ölüm rüyasız bir uyku hali gibi olabilir ve bu, bir nimet bile sayılabilir, çünkü bir insanın rüyalarla bölünmeyen bir uykudan daha keyifli geçirdiği günler sayılıdır. Ya da ölüm, ruhun Sokrates’in Troya’nın büyük şair ve kahramanlarıyla buluşmayı ümit edebileceği Hades’e göçü olabilir. O halde orada zamanını, bu kişilerin hangisinin olmadığı halde kendini bilge sandığını bulmak için onları inceleyerek geçirebilir. O dünyada, her halükârda, öldürülemez ve böylece görevini yapmaya devam edebilir, ne de olsa “eğer genel olarak bize söylenenler doğruysa, ölüler ölümsüzdür”.
Bu kısım, suçlu kararı ilan edildikten sonra, yargıçlara seslenen ve gerisi son derece ciddi olan bir konuşma içerisinde geçmektedir. Sokrates yok oluşun tersi olan bu şıkkı derin bir melankoli içerisinde dile getirir; hayatta kalmak ihtimalini, mahkemede olsa izleyenleri kahkahaya boğacak bir şakaya dönüştürür. Platon’un, Sokrates öldükten yıllar sonra Savunma’yı yazarken, onun ölümsüzlük meselesiyle ilgili tavrını yanlış yansıtmak ya da gizlemek gibi bir niyeti olmuş olamaz. Fakat Phaidon’u yazmaya başladığında, ruhun sadece bedenin ölümde sağ kaldığına değil, aynı zamanda ebedi ve yok edilemez bir öze sahip olduğuna da ikna olmuştu. Ahlaki İdealler ve matematiksel bilginin nesnelerini de içeren Formlar dünyasının kendisinin de onları bilen ruha benzer şekilde ebedi ve yok edilemez olduğunu keşfetmişti. Bu keşiflerin ışığında mükemmel bilgi âşığı Sokrates’in ölümü, her insanın ölümü için bir sembol haline geldi. Ölüm ne bir yok oluş, ne de Homeros’un Hades’ine bir göçtür. İnsandaki tanrısal ruhun, bir yabancı ya da hac yolcusu misali geçici olarak konuk olduğu tenin hapishanesinden kurtuluşudur. Phaidon’da Platon hayali bir sohbeti yazmanın verdiği özgürlüğü, bu yeni kavramı Sokrates’in ağzına yerleştirmek için kullanır. Böyle yapmakta haklıdır, çünkü kendi felsefesini Sokrates’in düşüncesinin meşru bir uzantısı olarak görmüştür. Phaidon‘da “ruh” adı verilen ölümsüz can, Sokrates’in keşfettiği ruhsal mükemmelliği arzulayan akıllı benlikle, yani “gerçek benlik” ile tanımlanır. Sokrates gerçek benliğin mükemmelliğe doğru ilerlemesi ve denetimi elde etmesi oranında mutluluğun da bu hayatta mümkün olduğuna inanıyordu. Platon herhangi tür bir mükemmelliğe zamanın geçerli olduğu bu dünyada ulaşılabileceğinden kuşkuludur; fakat zamanın ötesinde bir dünyada, gelecekte değil ancak ebedi şimdide mükemmelliğin gerçekleştirilebileceğinden emindir.
Platonculuk, ayrıca gaye felsefesini insan yaşamı ve davranışı alanından bütün doğanın yorumuna genişleterek de Sokrates’in ötesine geçer. Şimdiye kadar, matematiksel doğrular sahasının nasıl anlaşılır Formlar diyarına eklendiğini gördük. Bu diyarın sınırlarının daha ne kadar genişletileceği sorusuna Platon hiçbir zaman kesin bir açıklıkla cevap vermemiştir. Öte yandan, maddi dünyamızda tecrübe ettiğimiz ve matematiksel muameleye tabi tutulamayan öğelerin hepsi, bilgi mertebesine yükselmeden kalır. Matematiğin dışında cansız maddenin fiziksel bilimi yoktur.20 Bu alanda Platon Pythagoras’ın keşfini takip edip geliştirir. Diğer yandan, hayvanlar âleminde yaşayan ve bedeni ruhla birleşmiş canlılar, kendi yapılarında sabit ve iyi tanımlanmış görünen belli formlar ve türler sergilerler. Hâlâ kullandığımız “türler”21 kelimesi, Platon’un ebedi Formlara verdiği isim olan Yunanca “eidos” kelimesinin Latince çevirisidir.22 Orijinal kullanımında “türler”, belli bir cinsin bireylerinin kümesi anlamına gelmez; bütün bireylerde ortak olan ve hepsinde az çok uygun biçimde cisimleşmiş bulunan sabit form demektir. Eğer bir bitkinin tohum halinden, çiçek ve meyvesiyle birlikte tamamen gelişmiş hale gelene kadarki büyüme sürecini izlersek, adeta yaşamın gizemli itici gücünün, önceden belirlenmiş bir yönde hata yapmadan ilerlediği izlenimine kapılırız. Tek bir bitkinin, en başından beri bu deviniminin sonunu öngördüğünü düşünmeyiz, yine de sonuç, daha başından beri bilinçdışı bir arzunun amacı gibidir. Harekete bir bütün olarak bakıldığında bu gelişim, maddesel parçacıkların mekanik itki etkisiyle uzayda çarpışmasından doğan karşılıklı bir etkileşimin sonucu olarak açıklanamaz. Böyle sebepler, birinin daktilonun tuşlarına rasgele basarak Platon’un diyaloglarını yazamayacağı gibi, gül ağacını da oluşturamaz. İşte burada Atomcu felsefe saçma bir hataya düşer. Bu noktada Sokratik gaye fikri kurtarmaya gelir ve doğanın yorumuna girer. Sürecin, yöneldiği amaç tarafından yöneltildiğini idrak ettiğimizde, yaşamın önceden belirlenmiş devinimi daha anlaşılır hale geliyormuş gibi görünür. Belirli bir Form, bir mükemmellik ideali olarak; hayatın karakteristik gidişatı da arzunun itimi olarak düşünülebilir. Türlerin Formu, o zaman, bireylerin yaklaşmaya çalıştığı ideal limit ya da kusurlu biçimde benzedikleri mükemmel model olarak ebedi gerçeklikteki yerini alır. Mekanik felsefenin şöyle bir cevap vermesi kolaydır: “Bütün bunlar insanbiçimciliğin nüksetmesinin daniskasından başka bir şey değil. İnsan olmayan doğanın yorumunun içine, bilinçli ve muhakeme sahibi varlıklara münhasır bir mekanizmayı taşıyorsunuz. İnsanın ruhu, bir amacı ve sonu öngörmeye ve arzulamaya muktedirdir; bu yüzden insanın eylemler bir amaç tarafından güdüldüğü söylenerek açıklanabilir. Fakat insan bilincinin altındaki seviyeler için, öngörülemeyen ve dolayısıyla arzulanmaları mümkün olmayan amaçlardan bahsetmenin ne anlamı olabilir? Bu gayenin ya da arzunun eseri olduğu zekâ nerede bulunmaktadır? Eğer doğada böyle bir zekânın mevcudiyetini gösteremiyorsanız, tüm idealler ve nihai sebepler kuramınız yerle bir olur”.
Timaeus’ta Platon’un cevabını okuyabilirsiniz. Yunanlıların “mit” dediği biçimde, açıkça dinî bir tonda yazılmış Timaeus’ta yaratılış mitinin, yani gerçeğin şiirsel bir ifadesi var, fakat bu ifadenin gerçeği aynen yansıtıyormuş gibi alınmaması gerekir. Bu diyalog bize dünyanın ideal mükemmelliği amaçlayan bir tasarım çalışması olduğunu söyler. Zekâ tanrısal yaratıcının aklıdır. Yaratıcı da iyi olduğu için kendisine mümkün olduğunca benzeyen bir eser yaratmak ister. Mükemmel Formlar, kendisinin evreni zaman ve mekânda yaratırken kullandığı model veya başvuru noktalarıdır. Evrenin kendisi de bedeni ve ruhu olan yaşayan bir varlıktır; amaçsız tesadüf rüzgârı tarafından süpürülen cansız maddesel bir atom kaosu değildir. Dünyanın ruhu müziksel harmoninin oran ve sayıları tarafından akort edilmiştir; bedeni ise geometrik biçim tarafından sınırlanmış ve çerçevelenmiştir.23
Şüphesiz, bu yaratılış miti olduğu gibi alınmamalıdır; fakat Platon’un şiirselliğini bilim adamlarının akılcı olarak kabul edebilecekleri bir düzeye çekmek için bu mitosun yüzeyinin altına inmeyi arzu eden yorumcular, Platon için Timaeus‘u yazmaya değer kılan şeyi de feda etme riskini göze alırlar. Diyaloglarda, gerçeği aradığı bazı yazılarını, kimseyi yanlış yönlendirmeyeceğini umduğu deneme formunda ortaya koydu. Esasen, bu denemeler, elde edilmiş sonuçların ifadesi olarak değil, üzerinde daha fazla düşünmeyi gerektiren, eşgüdümlü, yani ortaklaşa yapılabilecek araştırma örnekleri olarak tasarlanmışlardır. Platon’un nihai gizemlere yaklaştığında mecazi bir dil kullanmaya başladığı görülür. Mektuplarından birinde, bu gizemlerin sözle ya da yazılı ifade edilemeyeceğini ve eğer mümkün olsa bile ifade edilmemeleri gerektiğini söyler. Onun gerçekten hayati önem taşıdığını düşündüğü şey, hiçbir zaman filozof olamayacak insanların, insan meselelerine kayıtsız olmayan bir Tanrıya ve yeryüzünde yapılan iyilik ve kötülüklerden etkilenen bir ahiretin varlığına inanmaya ikna edilmeleridir. Platon bizzat, felsefi yöneticinin otoritesiyle, bütün toplumu bu inançlara ikna etmeye hazırdı. Platon’un devletinde, materyalist ateizm vaizine iki alternatif sunulurdu: Ya fikirlerinden vaz geç, ya da öl! Din, felsefi olmayan yurttaşa mit şeklinde öğretilecekti.24
Platonculuğun ana kaynağı baştan sona ahlaki ve politik güdülerdir. Platon öldüğünde, hâlâ toplumun dönüştürülmesi için son tasarısı Yasalar üzerinde çalışıyordu. Pythagoras etkisi altında yeniden yorumlanan ve bir evren sistemine genişletilen Sokratik ahlak, sadece çok iyi eğitim görmüş filozofların mutlak doğrulara erişilebildiği bir dinin parçası haline gelmişti. Ayrıca, bilgeliğe ulaşan filozof, hemşerilerini yönetmeliydi. Bu demektir ki, Sokrates’in kendi edindiği bilgiyle aydınlanmış her bireyin kendi kendini yönetmesi ideali, birkaç kişi dışında, bilgenin bilge olmayan üzerinde otorite sahibi olduğu bir dünyaya teslim olmuştu. Platon, gerçek toplum reformunu tasarladığında ve kurumlarını belirlediğinde, yeni gaye ahlakını dönüştürülmüş bir sosyal kısıtlama ahlakının içine oturtmaya çalışıyordu. Eğer sadece birkaç kişi filozof olabiliyorsa, geri kalanlara kendilerine söyleneni yapmak öğretilmeliydi. Kendini bilmek ve kendini yönetmek onlara göre değildi.
Bu bakış açısına göre, Platon’un aristokratik devleti, insanlık için nihai bir ideal değil, ancak pratik uygulama içerisinde haklı olduğunun anlaşılacağını umabileceğimiz bir uzlaşma, bir taviz biçiminde ortaya çıkar. Ancak umut boşa çıkacaktı.25 Peloponnesos Savaşı’nda Yunan şehir-devletinde ahlaki yaşamın dokusu zayıflamış ve savaş ve devrimin çalkantısında serbest kalan tutkular tarafından ele geçirilmişti. Platon, tarihin sonraki safhalarından (bizlerin şimdi görebildiğimiz gibi), bu çözülmenin onarılamayacak durumda olduğunu görememişti. Böyle bir politik şekle bürünen yaşam Perikles’in Atina’sında her yere yayılmıştı. Yunanistan’daki şehir-devletin savaşla başlayacak olan uzun bir felaketten başka bir geleceği yoktu.
Bu özel hükümet şekli Sokrates tarafından keşfedilen ruhu kapsamaya da elverişli değildi. Yeni ahlak evrensel bir ahlaktı: Politik çerçevesini belirlemek için hakikaten de kendi taleplerinden ilham alan bir yaşam, insan soyuyla birlikte genişleyen dünya çapında bir organizasyon. Böyle bir ahlak anlayışı, ne şehir-devletinin ne de milletin hudutlarında tutulamazdı. Gelecek yüzyılda, İskender’in fetihlerinden sonra, Stoacılar bu gerçeği algılamaya başladılar. Onların kendi kendini yöneten ve özgür bilge insan ideali Platon’dan ziyade Sokrates’ten türetilmişti. Bilge insanın bir evren yurttaşı olduğunu ilk onlar idrak etmişti. Sokrates tarafından keşfedilen ruh, Zeus’un şehrinden26 daha dar hiçbir şehrin yasalarına biat edemezdi.
Sokrates Öncesi ve Sonrası,
Francis Macdonald Cornford
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları
İNGİLİZCE ÖZGÜN METİNDEN ÇEVİREN
A. M. CELÂL ŞENGÖR VE SENEM ONAN



