Carl Gustav Jung’un kaleminden kendi okul yılları

I

On bir yaşına basmam başka bir açıdan da önemli oldu. O yıl, Basel’deki liseye yollandım. Böylece kasabadaki arkadaşlarımdan koparılıp görkemli büyük evlerde oturan, olağanüstü güzel atların çektiği arabalarda dolaşan ve pürüzsüz Almanca ve Fransızca konuşan, babamdan çok daha güçlü kişilerin oluşturduğu “büyük dünya”nın bir parçası oldum. Bu kişilerin harçlıkları ve kibarlıkları bol, iyi giyimli oğulları artık benim sınıf arkadaşlarımdı. Büyük bir şaşkınlık ve göstermediğim gizli bir kıskançlıkla onların Alpler’de geçirdikleri tatillerini dinliyordum. Zürich’in çevresindeki ışıl ışıl parlayan o karlı tepelere gitmişler, daha da kötüsü denizi bile görmüşlerdi. Onlara, alev alev yanan karla kaplı dağların erişilmez görkeminden ve düşünü bile kuramayacağım uzak denizlerden gelmiş, başka dünyanın insanları gözüyle bakıyordum. İşte o zaman ilk kez, ne denli yoksul olduğumuzun, babamın yoksul bir taşra rahibi olduğunun, benim de ayakkabıları delik olduğu için ıslak çorapla sınıfta altı saat oturmak zorunda kalan, ondan da yoksul oğlu olduğumun bilincine vardım. Annemle babama farklı bir gözle bakmaya başladım. Sıkıntılarını ve üzüntülerini anlar olmuştum. Babama üzülüyordum. Anneme de nedense daha az. Bana her zaman babamdan daha güçlü gelmiştir. Gene de, babamın arada sırada patlak veren öfke nöbetleri sırasında hep annemi tutuyordum. Taraf tutma yapıma uymuyordu. Çelişkilerden kurtulabilmek için annesini ve babasını ister istemez yargılamak zorunda kalan güçlü bir arabulucu rolünü üstlendim. Bu durum göğsümü kabartmasına kabarttı ama dengesiz özgüvenimi bir yandan çoğaltırken bir yandan da azalttı.

resim-3

Carl Gustav Jung, yalnız ama düş gücü zengin bir çocuktu.

Ben dokuz yaşındayken annem bir kız çocuk doğurdu. Babam gergindi ama çok da mutluydu. “Bu akşam sana bir kız kardeş geldi,” dediğinde iyice şaşırdım çünkü hiçbir şeyin farkında değildim. Annemin sık sık uzanmak istemesinde bence bir gariplik yoktu. Yatmasını da bağışlanmaz bir zaaf olarak nitelendiriyordum. Babam beni annemin yatağının başucuna götürdü. Annem bana doğru, buruşuk kırmızı yüzlü bir yaşlıyı anımsatan, gözleri kapalı bir yaratık uzattığında büyük bir düş kırıklığına uğradım. “Gözleri, bir köpek yavrusununkiler gibi kördür herhalde,” diye düşündüm. Yaratığın sırtında birkaç tane uzun kızıl kıl vardı. Bunları bana gösterdiler. Acaba aslında maymun mu olacaktı? Dehşete düşmüştüm. Ne hissetmem gerektiğini bilmiyordum. Yeni doğan bebekler hep böyle mi olurdu? Bebeği leyleğin getirmiş olduğunu ağızlarında gevelediler. Öyleyse, bir batında doğan kedi ve köpek yavruları nasıl geliyordu? Batındaki yavrular tamamlanana dek leylek kaç kez gidip gelmek zorunda kalıyordu? Ya inekler? Leyleğin birkaç tane buzağıyı gagasında nasıl taşıdığına akıl erdiremiyordum. Üstelik köylüler buzağının doğduğunu söylüyorlardı. Leylekten söz etmemişlerdi. Öyleyse, bu da bana sık sık yutturulmaya çalışılan palavralardan biriydi. Annemin bir kez daha bilmemem gereken bir şey yaptığına karar verdim.

Ortaya ansızın bir kız kardeşin çıkışı merakımı ve gözlemlerimi bileyen belirsiz bir güvensizlik duygusuna neden oldu ve annemin doğumdan sonraki garip tepkileri bu olayda pişman olunacak bir şeyler olduğuyla ilgili kuşkularımı körükledi. Bunun dışında, bu olay beni fazla rahatsız etmiyordu. Yalnızca, on iki yaşındayken başımdan geçen bir olayın etkisinin artmasına neden olmuş olabilir. Davet edildiğim bir yere giderken annemin uyarılarda bulunmak gibi can sıkıcı bir huyu vardı. Bu gibi durumlarda, en iyi giysilerimi seçer, ayakkabılarımı parlatır, yaptığım işten gurur duyar ve herkesin ortasına çıkmayı önemserdim. Oysa annemin arkamdan bağırdığı küçük düşürücü uyarıları sokaktakilerin duyması beni yerin dibine geçirirdi. “Annenin babanın saygılarını iletmeyi ve burnunu silmeyi unutma! Mendilin var mı? Ellerini yıkadın mı?” vb. Kendime olan hayranlığımdan ve burnumun büyüklüğünden, olduğunca kusursuz bir izlenim yaratmaya çalışırken, aşağılık kompleksime eşlik eden kendini önemseme duygularımın dünyanın gözü önüne serilmesi bana karşı yapılan büyük bir haksızlık gibi gelirdi. Bu olayların benim için büyük önemi vardı. Davet edildiğim eve giderken hafta içinde pazar giysilerimi giydiğimde olduğu gibi çok gururlanır, kendimi önemli hissederdim, ama konuk olacağım ev görünür görünmez durum tümüyle değişir, orada oturanların büyüklüğü ve gücü beni ezmeye başlardı. Onlardan korkar, değersizliğim beni yerin altına saklanmaya iterdi. Bu duygular içinde zili çalar, içerden gelen zil sesi çanlar çalıyormuşçasına kulaklarımda çınlardı. Kendimi, yolunu kaybetmiş bir köpek gibi ufalmış ve ürkek hissederdim. Annem bana uyarılarını tam yapma olanağı bulmuşsa durum daha da kötüleşirdi. O zaman zilin sesi kulağımda, “Ellerim de, ayakkabılarım da kirli. Mendilim yok. Yakam da kirden simsiyah,” diye uğuldardı. Kendimi savunmak için annemin babamın selamlarını inadına iletmez, gereksiz bir utangaçlık ve dikkafalılık sergilerdim. Durum çok kötüleşirse, tavan arasındaki gizli hazinemi düşünürdüm. Bu beni kendime getirirdi. Ne yapacağımı bilemediğim zamanlarda, siyah taşın ve redingotlu ve silindir şapkalı küçük adamın oluşturduğu hiç açıklanmayacak gizin sahibi “öteki” olduğumu aklıma getirirdim.

Büyüme çağındayken Hz. İsa’yla (ya da kara cüppeli Cizvit’ le) ne bir mezarın başında duran siyah redingotlu ve silindir şapkalı adamların, ne de çayırdaki çukurun bir bağlantısı olduğu aklıma geldi. Fallusun yeraltı tapınağının ve kalem kutumdaki küçük adamın da onunla bir ilgisi olabileceğini düşünemedim. Dik duran tanrı öncelikli gizimdi. Ondan sonra da küçük adam geliyordu. Sanırım, belirgin olmasa da ruh taşıyla, aynı zamanda ben olan taşın bir ilgisi olduğunu sezinliyordum.

Seksen üç yaşında anılarımı yazmaya başladığım bugüne dek, ilk anılarım arasındaki bağlantıları çözebilmiş değilim. Bilinçsiz bir gelişme yolundaki duraklar gibiler. Tek bir kök gövdeden çıkan ayrı ayrı filizleri andırıyorlar. O sırada, Hz. İsa’ya karşı olumlu bir tutum takınabilmem giderek zorlaştı ve bu nedenle, on bir yaşımdan itibaren Tanrı kavramı ilgimi çekmeye başladı. Tanrı’ya dua etmeye başladım. Çelişkili olmadığı için bu dua daha doyurucuydu. Tanrı, kuşkum yüzünden karmaşık bir hale gelmiyordu. Üstelik, kara cüppeli biri değildi. Resimlerinde görüldüğü gibi, insanların içli dışlı olduğu, parlak giysiler içindeki İsa da değildi. Duyduğuma göre, tam olarak saptanması olanaksız, eşi olmayan bir kavramdı. Çok güçlü, yaşlı bir adam gibi bir şey olduğuna kuşku yoktu. “O’nu ne gözünün önüne getirmelisin ne de O’nu başka bir şeyle karşılaştırmalısın,” buyruğu doğrusu çok hoşuma gidiyordu. Demek ki, “giz” olmayan Hz. İsa gibi, onunla içli dışlı olamıyordun. Zihnimde, tavan arasındaki gizimle bir benzerliği olduğu düşüncesi oluşmaya başladı…

Okul beni sıkmaya başlamıştı çünkü yeğ tuttuğum savaş resimleri çizmek ve ateşle oynamak için hiç zamanım kalmıyordu. Din dersleri anlatılamayacak denli sıkıcıydı. Matematikten de ödüm kopuyordu. Öğretmene göre cebir çok doğal, sıradan bir şeydi. Oysa ben, sayıların bile ne olduğunu doğru dürüst anlayamıyordum. Ne çiçek ne hayvan ne de fosildiler. Sayma sonucunda ortaya çıkan niteliklerdi yalnızca. Üstelik de bu nitelikler, artık duyulabilen seslere dönüşüp harf olmuşlardı. Garip olan da, sınıf arkadaşlarımın bunlarla başa çıkabilmeleri ve onları hiç de yadırgamamalarıydı. Kimse bana sayıların ne olduğunu açıklayamadı. Daha doğrusu ben soruyu doğru dürüst soramadım. Zor durumda olduğumu kimsenin anlamaması beni dehşete düşürüyordu. Öğretmenin, bana garip gelen bu nitelikleri, seslere dönüştürme işlemini açıklamak için elinden geleni yaptığını itiraf etmeliyim. Sonunda anlayabildiğim, sayısız niteliğin kısa formüllerle ifade edilebilmesi için bir tür kısaltmalar sistemine gerek duyulduğu oldu ama bu da beni hiç ilgilendirmiyordu. Bu işin tümüyle keyfî olduğunu düşünüyordum. Sayıları seslerle ifade etmenin ne anlamı vardı? Pekâlâ a ardıç ağacıyla, b begonyayla, x de bir soru işaretiyle ifade edilebilirdi. A, b, c, x ve y’nin elle tutulur bir yönleri yoktu ve bir ardıç ağacı bana sayıların özünü ne kadar anlatabiliyorsa, onlar da o kadar anlatabiliyorlardı. Beni en çok işin içinden çıkamadığım denklemler bunaltıyordu: a=b’ye ve b=c’ye, o halde a=c’ye. Tanıma göre a, b’den farklıydı; öyleyse bırakın c’yi bir yana, b’ye nasıl olup da eşit olabiliyordu? Eşitlik söz konusu olduğunda hep a=a’ya, b=b’ye vb. deniyordu. Bunu anlıyordum ama, a=b bence büyük bir yalan ya da bir üçkâğıttı. Öğretmen, yaptığı paralel çizgilerin tanımına ters düşerek bu çizgilerin sonsuzda birleştiklerini varsaydığında da sinirleniyordum. Bence bu yalnızca cahilleri kandırabilecek aptalca bir numaraydı ve bu nedenle hiç üstüme almıyordum. Zihinsel ahlakımın bu keyfî tutarsızlıklarla savaşması ömür boyu matematiği anlamamı engelledi. İyice yaşlanana dek sınıf arkadaşlarım gibi karşı çıkmadan, a=b denklemini ya da güneş=ay, köpek=kedi’yi kabul edebilseydim matematik beni ömür boyu kandırabilirdi ama bugün, seksen üç yaşımda, acaba ne kadar kandırabilirdi diye kuşkuya düşüyorum. Yaşamım boyunca, doğru dürüst hesap yapabilmeme karşın, nasıl olup da matematikle bir türlü bağdaşamadığım sorusuna yanıt bulamadım. Ahlaksal açıdan matematikten neden kuşku duyduğumu da hiç anlayamadım.

Denklemlerde, ancak harflerin yerine belirli sayısal değerler koyarak işlemin doğruluğunu hesaplayabiliyordum. Matematikte ilerledikçe, anlamlarını kavrayamadığım cebir formüllerini, belirli harf bileşimlerinin tahtanın neresinde olduklarına dikkat ederek yazıp ezberliyor ve böyle idare ediyordum. Sonra öğretmen arada sırada, “Şimdi buraya şunu koyuyoruz,” deyip tahtaya birkaç harf karaladığında kafam iyice karışıyordu. Bu harfleri nereden çıkarttığı ve neden oraya koyduğu konusunda en ufak bir fikrim yoktu. Görebildiğim tek neden, onu tatmin edecek bir sonuca ulaştırabilecek işlemi sürdürebilmek için bunları koyduğuydu. Bir türlü anlayamamama öylesine kızıyordum ki soru sormaya bile cesaret edemiyordum.

Matematik dersleri işkenceye dönüşmüştü. Öbür derslerse kolay geliyordu. Görsel hafızam güçlü olduğu için matematikte de idare edip iyi notlar almayı uzun bir süre başardım. Başarısız olma korkusu ve çevremdeki dünyanın karşısındaki küçüklüğüm bende hem nefret hem de suskun bir umutsuzluk yarattı ve okul yaşamımı mahvetti. Üstelik, hiç yeteneğim olmadığı gerekçesiyle resim derslerinden muaf tutulmuştum. Daha çok boş zamanımın olması işime geliyordu ama bu da başka bir yenilgiydi. Oysa başarısının ruh halime bağlı olduğunun farkına varamadığım biraz resim yeteneğim vardı. Yalnızca, düş gücümü canlandıran şeyler çizebiliyordum. Benden istenen, görmeyen gözlerle bakan Yunan tanrılarını kopya etmemdi. Bunu beceremeyince öğretmen –sanırım– daha doğaya dönük bir şeye gereksinim olduğuna karar verdi ve önüme bir keçi başı koydu. Bu ödevin daha da başarısız olması, resim derslerimin sonu oldu.

On iki yaşına girdiğim yıl kaderim değişti. Yazın ilk günlerinde, bir gün, katedralin olduğu meydanda durmuş, evine benimle aynı yoldan gidip gelen bir okul arkadaşımı bekliyordum. Saat öğlen on ikiydi. Sabah dersleri bitmişti. Ansızın çocuklardan biri bana omuz atınca kendimi yerde buldum. Başım kaldırımın kenarına öylesine hızlı çarptı ki nerdeyse bilincimi yitirdim ve yarım saat kadar kendimi toparlayamadım. Başımı çarptığım anda zihnimden şimşek hızıyla, “Artık okula gitmen gerekmeyecek,” düşüncesi geçmişti. Bana çarpan çocuktan intikam almak için, yarı baygın olmama karşın orada gerektiğinden birkaç dakika daha fazla kıpırdamadan yattığımı anımsıyorum. Sonra insanlar beni kaldırıp yakında oturan bekâr ve yaşlı iki teyzenin evine taşıdılar.

O günden sonra, okula geri dönmem gerektiği söylendiğinde ya da annemle babam ödev yapmam için zorladıklarında düşüp bayılmaya başladım. Altı aydan uzun bir süre okuldan uzak kaldım. Bu benim için bayramdı. Özgürdüm. Saatlerce hayallere dalabiliyor, istediğim yere, ormana ya da su kenarına gidebiliyor, resim yapabiliyordum. Savaş resimleri, şiddetle çarpışanlar, hücuma uğramış ya da yakılıp yıkılmış eski kaleler ve sayfalarca karikatür çizmeyi sürdürüyordum. Bugün bile, uykuya dalmadan önce, onlara benzer karikatürler gözümün önüne gelir. Sürekli değişen ve sırıtan yüzlerdir bunlar. Aralarında, tanıdığım ve bir süre önce ölen insanların yüzleri de olur. Her şeyden önemlisi gizemin dünyasına da dalabilmiş olmamdı. Bu dünya, ağaçları, suları, bataklıkları, taşları ve babamın kütüphanesini kapsıyordu. Giderek dünyadan kopuyordum ve vicdanım ara sıra beni biraz rahatsız ediyordu. Zamanımı orada burada dolaşarak, onu bunu toplayarak, okuyarak ve oynayarak öldürüyordum. Bunlar beni mutlu etmiyordu. İçimden bir ses belirgin olmasa da bir şeylerden kaçtığımı söylüyordu.

Bu durumun nasıl oluştuğunu hiç düşünmüyordum. Yalnızca, sürekli doktorlara danışan annemin ve babamın kaygı duymalarına üzülüyordum. Doktorlar kafalarını kaşıyor ve beni, tatilimi geçirmek üzere apar topar Winterthur’daki akrabalarımın yanına yolluyorlardı. Bu kentin bana sonsuz zevk veren bir istasyonu vardı. Eve döndüğümde eski durumumda bir değişiklik olmuyordu. Doktorlardan biri sara hastalığım olduğu kanısındaydı. Sara nöbetlerinin nasıl olduğunu bildiğim için bu saçmalığa içimden gülüyordum. Annemle babamın kaygıları daha da artmıştı. Bir gün babamın arkadaşlarından biri onu görmeye geldi. Hiç bitmeyen merakım yüzünden, sık bir çalılığın arkasına saklanmıştım. Konuğun, “Oğlun nasıl?” diye sorduğunu duydum. Babam, “Sorma, bu çok tatsız bir durum. Doktorlar ne olduğunu anlayamıyorlar. Sara diyorlar. İyileşmeyecek bir hastalığı varsa bu bir felaket olur. Elimde ne varsa tükendi. Zaten fazla bir şeyim yoktu. Çalışamayacak durumda olursa ne yapar bu çocuk?” diye dert yandı.

Yıldırım çarpmışa döndüm. Gerçek başıma bir balyoz gibi indi. Ansızın, “Demek ki çalışmam gerekli,” diye düşündüm. O anda aklı başında bir çocuğa dönüştüm. Sessizce oradan uzaklaşıp babamın kütüphanesine gittim. Latince gramer kitabımı çıkarıp istekle çalışmaya koyuldum. On dakika geçmeden çok şiddetli bir nöbete yakalandım. Neredeyse sandalyeden düşüyordum ama birkaç dakika sonra kendimi daha iyi hissetmeye başlayınca çalışmamı sürdürdüm. Kendi kendime, “Lanet olsun, bayılmayacağım işte,” diyor, çalışmamı sürdürüyordum. İkinci bir nöbet bu kez on beş dakika sonra geldi. O da birincisi gibi kısa sürede geçti. “Şimdi direnmelisin,” dedim kendi kendime. Yarım saat sonra bir nöbet daha geldi. İnatla çalışmayı sürdürüyordum. Bir saat kadar çalıştıktan sonra nöbetlerin üstesinden geldiğimi sezinledim ve birdenbire kendimi, son birkaç aydır hissetmediğim kadar iyi hissettim. Nöbetler de gerçekten bir daha gelmedi. O günden sonra her gün gramer ve öbür dersleri çalışmaya başladım ve birkaç hafta sonra okula geri döndüm. Orada bile bir daha nöbet gelmedi. Numara yapmanın sonu gelmişti. Nevrozun ne olduğunu işte böyle öğrendim.

Nöbetlerin nasıl oluştuklarını yavaş yavaş anımsamaya başladığımda, bu utanç verici numaraları benim planladığım ortaya çıktı. Bu nedenle, beni iten okul arkadaşıma hiçbir zaman gerçekten kızmamıştım. O beni itmeye mecbur kalmış denebilir; ondan sonrasıysa benim şeytanca uydurduğum bir senaryodan öte bir şey değildi. Bir daha böyle bir şeye kalkışmayacağımı biliyordum. Kendime kızıyor ve utanıyordum. Kendimi aldattığımın ve kendi gözümde küçük düştüğümün bilincindeydim Başka kimsenin bu işte bir suçu yoktu; kaçan bendim. O günden sonra annemle babamın benim için kaygılanmalarına ya da bana acır gibi konuşmalarına dayanamaz oldum.

Nevrozum da bir gize dönüşmüştü ama bu kez utanç verici bir giz, bir yenilgiydi; ama bana her işi zamanında yapma ve çalışkanlık aşılamıştı. O günler sorumluluk yüklenmeyi öğrenmeye başladığım günlerdir. Bir işe yarayacaksam bunu ilk önce kendi iyiliğim için yapmam gerekiyordu, göstermelik değil. Ders çalışmak için düzenli olarak sabah beşte kalkmaya başladım. Bazen de, gece üçten sabah yedide okula gidene dek çalışıyordum.

Tutkuya dönüşen yalnız kalma isteğim ve yalnızlıktan çok zevk almam yolumu şaşırmama neden olmuştu. Doğa bana mucizelerle dolu geliyordu; onun içine dalmak istiyordum. Her bir taş, her bir bitki ve doğanın her bir parçası canlı ve anlatılmayacak denli olağanüstüydü gözümde. O zamanlar doğaya gömülmüştüm, daha doğrusu insanların dünyasından tümüyle uzaklaşıp doğanın özüne emekleyerek girmeye çalışmıştım.

O zamana denk düşen önemli bir anım daha var. Bir gün, yaşadığımız Klein-Hüningen’den Basel’deki okula gitmek için kullandığım uzun yolda yürürken, bir an için çok yoğun bir bulutun içinden çıkmışım gibi bir duyguya kapıldım ve o anda “kendimi” bulduğumu anladım. Arkamda sanki sisten bir duvar vardı ve o duvarın arkasındaki gerçek ben değildim. Ancak o anda, “kendim” olabilmiştim. O andan önce de vardım ama olaylar rasgele başıma geliyordu. Oysa artık ben, “ben” olmuştum. Benliğime kavuşmuş, varlığımı bulmuştum. Daha önce benden bazı şeylerin yapılması istenirdi, oysa artık ben istiyordum. Bu deneyim bana çok yeni ve çok önemli geldi. Demek ki içimde bir “yetki” vardı. O günlerde ve daha önce bayılma nevrozuna tutulduğum aylarda tavan arasındaki hazinem aklımın ucundan bile geçmemişti. Anımsasaydım, büyük bir olasılıkla yetki duygumla, hazinemin bana verdiği değerli olma duygusunun benzerliklerini görebilirdim. Oysa böyle olmamış, kalem kutusu tümüyle belleğimden silinmişti.

O günlerden birinde, tatili geçirmek üzere Luzern Gölü’nün kenarında evi olan bir aile dostumuza davet edilmiştik. Evin gölün üzerinde olması ve bir kayıkhaneyle bir teknenin olması beni çok sevindirdi. Evin sahibi oğlunu ve beni, dikkatli olmamız konusunda iyice uyardıktan sonra tekneyi kullanmamıza izin verdi. Ne yazık ki, bir Weidling’in nasıl kullanılacağını biliyordum. Kullanmak için ayakta durmak gerekiyordu. Bizim de derme çatma, altı düz bir sandalımız vardı. Ona binip olmadık numaralar yapmaya kalkardık. O gün tekneye binince, hemen idareyi ele alıp tek kürekle gölde açılmaya başladım. Bu davranışım evhamlı ev sahibine yetti. Bizi ıslık çalarak geri çağırdı ve beni çok fena azarladı. Yerin dibine geçtim ama bize yapmayın dediği şeyi yapmıştım; azarlamakta haklıydı. Öte yandan, bu cahil şişko ayının “bana” hakaret etmesine de çok öfkelenmiştim. İçimdeki “ben” ergindi, önemliydi ve yetkindi, yeri olan onurlu biriydi, çekinilecek saygın bir yaşlı adamdı. Düşündüklerim gerçekle öylesine çelişkiliydi ki öfkem sırasında birdenbire duraksadım ve kendime, “Tanrı aşkına sen de kim oluyorsun?” sorusunu sormak zorunda kaldım. “Sanki çok önemliymişsin gibi tepki gösteriyorsun. Adam bal gibi haklı. Henüz on iki yaşında bile olmayan bir öğrencisin. O bir baba ve güç sahibi zengin bir adam. İki güzel evin ve bir sürü güzel atın sahibi,” diye düşündüm.

O anda, aslında iki ayrı insan olduğumun bilincine varmak beni allak bullak etti. Bunlardan biri cebiri sökemeyen ve kendine güveni olmayan bir öğrenci, öbürü de hafife alınamayacak denli önemli ve büyük, yetki sahibi bir adamdı. Onu yaratan kadar güçlü ve etkindi. On sekizinci yüzyılda yaşamıştı. Tokalı ayakkabılar giyen, beyaz bir peruk takan ve kalesche; yüksek içbükey arka tekerlekleri arasındaki yaylara deri kemerlerle bağlanmış, bir atlı arabada dolaşan yaşlı bir adamdı.

Bu düşünce, garip bir deneyim sonucunda oluşmuştu. Klein-Hüningen’de otururken bir gün Kara Ormanlar’dan gelen çok eski yeşil bir atlı araba bizim kapının önünden geçmişti. Sanki on sekizinci yüzyıldan çıkmış, tam bir antikaydı. Onu gördüğümde büyük bir heyecanla, “Tamam bu işte! Benim zamanımdan geliyor,” diye düşünmüştüm. Benim kullandığım arabanın aynısı olduğu için tanımıştım onu sanki. Sonra biri benden bir şey çalmış ya da beni aldatıp sevdiğim geçmişimi elimden almış gibi garip bir sentiment, écoeurant’a (akıp giden duygulanımlara) kapılmıştım. Atların çektiği araba o zamandan kalma bir yadigârdı. İç dünyamda nelerin olup bittiğini ya da beni neyin bu denli etkilediğini bilemiyorum. Güçlü bir özlem, bir nostalji ya da tanıdık geldiği için içimden, “Evet, işte tam böyleydi! İşte tam böyleydi!” diye onaylayan bir ses olabilir.

On sekizinci yüzyıla dönük başka bir deneyimim daha var. Teyzelerimden birinin evinde, o yüzyıldan kalma iki tane boyalı pişmiş toprak biblo görmüştüm. Bunlardan biri on sekizinci yüzyılın sonlarına doğru Basel’in tanınmış kişilerinden biri olan yaşlı doktor Stückelberger, öbürü de onun hastalarından biri olan genç bir kızdı. Gözlerini kapatmış, dilini çıkartmıştı. Söylentiye göre yaşlı Stückelberger bir gün Ren Köprüsü’nden geçerken, onu rahat bırakmadığı için bıkıp usandığı hastalarından biri yanında bitmiş ve gene hastalığıyla ilgili bir şeyler gevelemiş. Yaşlı Stückelberger de, “Tamam tamam, hastasın anladık. Ağzını aç. Gözlerini kapa,” demiş ve hasta dediğini yapar yapmaz, çevredekiler gülmekten kırılırken, onu öylece orada bırakıp sıvışmış.

Doktorun biblosundaki tokalı ayakkabıların nedense benim olduklarını düşünüyordum. Bu ayakkabıları giymiş olduğuma kuşkum yoktu. Buna inanmam beni çok heyecanlandırıyordu, “Bunlar benim ayakkabılarım,” diyordum. Ayakkabıları hâlâ ayağımda hissedebiliyor ama bu çılgın inancın nedenini çözemiyordum. Nasıl oluyordu da on sekizinci yüzyıla ait olabiliyordum! O günlerde tarihi sık sık, 1886 yerine 1786 diye atardım ve her attığımda da anlaşılmaz bir nostalji sarardı beni.

Tekneyi kaçırıp hak ettiğim azarı yediğimden beri ayrı ayrı izlenimlerin üzerinde düşünmeye başladım ve sonunda bunlar tek bir imgeye dönüştü: Aynı anda iki ayrı zamanda yaşıyordum ve iki ayrı insandım. Kafam karmakarışıktı ve sürekli bunu düşünmekten kendimi alıkoyamıyordum ama sonuçta, büyük bir düş kırıklığına uğrasam da, azarı hak eden küçük bir öğrenciden başka bir şey olmadığım ve yaşıma göre davranmam gerektiği gerçeği ağır bastı. Öbür kişilik büyük bir olasılıkla saçmalıktan başka bir şey değildi. Annemle babamın ve akrabalarımızın, büyükbabamla ilgili anlattıklarından etkilendiğimi sandım. Oysa bu da tümüyle doğru olamazdı; çünkü o 1795’te doğmuştu, dolayısıyla on dokuzuncu yüzyılda yaşamıştı. Üstelik ben doğmadan çok önce ölmüştü. Onunla özdeşleşmiş olamazdım. Bu düşüncelerin ara sıra, belirsiz sezinlemeler ve düşler biçiminde ortaya çıktıklarını belirtmem gerekir. O zamanlar Goethe’yle olan efsanevi akrabalığım konusunda bir şey bilip bilmediğimi anımsayamıyorum ama sanmam, çünkü bunu ilk kez yabancılardan duyduğumu biliyorum. Üstelik, büyükbabamın Goethe’nin öz oğlu7 olduğuyla ilgili tatsız söylentilerin süregeldiğini de eklemek zorundayım.

Matematik ve resimdeki başarısızlığıma bir üçüncüsü eklenmişti: Baştan beri jimnastik dersinden nefret ediyor, başkalarının bana nasıl hareket etmem gerektiğini söylemelerine dayanamıyordum. Okula bir şeyler öğrenmeye gidiyordum, yararsız ve anlamsız akrobasi numaraları yapmak için değil. Ayrıca, daha önce geçirdiğim kazalar nedeniyle, bedensel hareketlere karşı, çok sonraları yenebildiğim bir çekingenliğim vardı. Bu çekingenlik dünyayla ve onun getirebilecekleriyle bağlantılıydı. Dünya, kuşkusuz bana güzel ve istenen bir yer olarak görünüyordu ama anlaşılamayan görünmez tehlikelerle dolu olduğu da su götürmezdi. Bu nedenle her zaman, baştan neye ve kime emanet edildiğimi bilmek istiyordum. Acaba buna annemin beni birkaç ay terk etmesi mi neden olmuştu? Doktorun bayılma nöbetlerim nedeniyle jimnastik derslerine girmemi yasaklaması çok işime geldi. Böylece hem bir yükten hem de yeni bir başarısızlıktan kurtulmuş oluyordum.

Aynı yıl (1887) bir gün, öğlen okuldan çıkıp katedralin olduğu meydana gittim. Işıl ışıl bir gündü. Gökyüzü masmaviydi ve katedralin yeni parlatılmış damına güneş yansıyordu. Görüntünün güzelliği beni öylesine etkiledi ki, “Dünya da Kilise de güzel ve bu güzelliklerin tümünü Tanrı yarattı. O çok uzaklarda mavi göğün içinde altın bir tahtta oturuyor ve…” Bundan sonra bir kopukluk oldu. Boğulur gibi oldum. Elim ayağım tutmaz olmuştu. Yalnızca zihnimden, “Sakın düşünmeyi sürdürme. Aklına çok kötü bir şey gelecek. Düşünemeyeceğin denli kötü bir şey. Yaklaşmaman gerekli ona. Neden mi? Çünkü günahların en büyüğünü işlemiş olacaksın. En büyük günah hangisidir? Cinayet mi? Hayır, o değil. En büyük ve en bağışlanmaz günah Kutsal Ruh’a karşı işlenendir. Sonsuza dek Cehennem’de yanarsın. Bu denli düşkün oldukları tek oğullarının sonsuza dek lanetlenmesi anneni babanı perişan eder. Bunu onlara yapmamalısın. Düşünmemen gerekli,” diye geçiyordu!

Bunu söylemek yapmaktan daha kolaydı. Eve oldukça uzak yolda, başka şeyler düşünmek için kendimi zorladım ama o çok sevdiğim güzel katedrali ve tahtta oturan Tanrı’yı düşünmekten kendimi alıkoyamıyordum. Sonra da düşüncelerim güçlü bir elektrik cereyanına kapılmışçasına dağılıyorlardı. Sürekli kendime, “Bunu düşünme, sakın bunu düşünme,” diye telkinde bulunuyordum. Eve vardığımda allak bullaktım. Annem farkına vardı ve, “Ne oldu? Yoksa okulda mı bir şey oldu?” diye sordu. Onu yalana başvurmadan bir sorun olmadığına inandırabildim. Gerçekten de okulda bir şey olmamıştı. Anneme gerginliğimin gerçek nedenini söylemenin beni rahatlatacağını düşünüyordum. Oysa buna olanak yoktu çünkü ona söyleyebilmek için düşündüklerimin sonunu getirmem gerekiyordu. Zavallı annem hiçbir şeyden kuşkulanmıyordu ve korkunç bir günah işleyip Cehennem’de yanma tehlikesiyle karşı karşıya olduğumu bilmiyordu. İtiraf etmekten vazgeçip olabildiğince sakinleşmeye çalıştım.

O gece, henüz çözemediğim yasak düşünce beni sık sık rahatsız ettiği için doğru dürüst uyuyamadım. Umarsızca, onu zihnimden silmeye çalışıyordum. O geceyi izleyen iki gün tam bir karabasandı. Sonunda annem hasta olduğuma karar verdi. İtiraf etmemekte direniyordum çünkü annemi ve babamı çok üzeceğimden korkuyordum.

Üçüncü gece, işkence öylesine dayanılmaz bir hal aldı ki artık ne yapacağımı bilemez oldum. Huzursuz bir uykudan uyandığımda gene katedrali ve Tanrı’yı düşünürken buldum kendimi. Üstelik düşünmeyi sürdürmek üzereydim. Direncim giderek azalıyordu. Korkudan ter içinde kalmıştım. Uykumu dağıtabilmek için yatağın içinde oturdum. “İş ciddileşiyor,” diye düşündüm. “İşte gene geliyor. Gelmeden “düşünmeliyim”. Bilmediğim bir şeyi neden düşüneyim? Bunu kesinlikle istemiyorum Tanrım! Böyle düşünmemi kim istiyor? Kim beni bilmediğim ve bilmek istemediğim bir şeyi düşünmeye zorluyor? Bu ürkünç istek nereden geliyor ve neden ben? Bu güzel dünya için Yaratıcı’ya övgüler yağdırıp bu paha biçilmez armağanı verdiği için ona minnet duyduğum bir anda neden böylesine anlaşılmaz bir kötülük düşünmem gerekiyor? Ne olduğunu bilmiyorum gerçekten ama uzak durmam gerektiğini biliyorum, yoksa beni ansızın yakalayacak. Bunu ben istemedim, elimde de değil. Kötü bir düş gibi geldi. Böyle şeyler nereden çıkıyor? Ben bir şey yapmadan neden bunlar oluyor? Ben kendimi yaratmadım ki! Tanrı’nın beni yarattığı gibi doğdum. Annemle babamın beni biçimlendirdiği gibi. Yoksa annemle babam mı böyle bir şeyin olmasını istedi? Böyle bir şeyi istemiş olamazlar. Böylesine ürkünç bir şey akıllarının ucundan bile geçmemiştir.”

Bu düşünceyi tümüyle saçma buldum. Yalnızca resimlerinden tanıdığım büyükbabamı ve büyükannemi düşündüm. Onları suçlayamayacak kadar onurlu ve iyi yürekli görünüyorlardı. Geçmişte yaşayan tanımadığım atalarımı izleye izleye sonunda Âdem’le Havva’ya kadar geriye gittim ve son noktaya geldim: Âdem’le Havva ilk insanlardı. Anneleri ve babaları yoktu ve onları oldukları gibi yaratan Tanrı tarafından doğrudan doğruya bilinçli yaratılmışlardı. Tanrı onları nasıl yarattıysa öyle olmuşlardı çünkü başka seçenekleri olmamıştı. Dolayısıyla, nasıl farklı olabileceklerini bilmiyorlardı. Tanrı yalnızca kusursuzu yarattığı için onlar da kusursuz yaratıklardı. Oysa Tanrı’nın istemediği ilk günahı işlemişlerdi. Nasıl olmuştu bu? Tanrı onların içine bunu yapma olasılığını vermeseydi bunu yapamazlardı. Onlardan önce, onları günaha itsin diye yılanı yaratmasından da belliydi bu. Her şeye kadir olan Tanrı, ilk anne ve baba günah işlesin, diye yapmıştı bunu. Öyleyse, onların günah işlemelerini öngören Tanrı’nın kendisiydi.

Böyle düşünmek beni işkencelerin en büyüğünden kurtardı çünkü artık beni bu duruma sokanın Tanrı’nın kendisi olduğunu anlamıştım ama günah işlememi isteyip istemediğine karar veremiyordum. Aydınlanmak için dua etmeyi artık düşünmüyordum çünkü bu durumu beni isteğim dışında yaratan ve bana yardım etmeyen Tanrı’nın kendisiydi. Onun neyi istediğini ben bulup çıkarmalı ve tek başıma işin içinden çıkabilmeliydim. Bu noktada başka bir sav ortaya çıktı: “Tanrı neyi istiyordu? Harekete geçmemi mi yoksa geçmememi mi? Tanrı’nın ne yapmamı istediğini anlamalı ve doğru yolu bulmalıydım.” Geleneksel ahlaka göre günah işlemenin tartışılacak bir yanı olmadığını kuşkusuz biliyordum. O güne dek buna uymuştum ama artık uyamayacağımı biliyordum. Düzensiz uykularım ve ruhsal huzursuzluğum direncimi öylesine azaltmıştı ki düşünmemeye çalışmak içimi düğüm düğüm ediyordu. Bu böyle süremezdi ama Tanrı’nın isteğinin ve niyetinin ne olduğunu bilmeden de boyun eğmem olanaksızdı. Bunun nedeni de, umarsız sorunun mimarının o olduğuna artık kuşkumun kalmamasıydı. Garip olan, bir an bile Şeytan’ın bana oyun oynayabileceğini düşünmeyişimdi. O zamanlar zihinsel dünyamda Şeytan’ın hemen hemen hiç yeri yoktu ve onu hep Tanrı’ya oranla çok daha güçsüz bulurdum. O sisten çıktığım ve kendi benliğimi bilinçli algıladığım andan itibaren Tanrı’nın tekliği, yüceliği ve insanüstü oluşu düş gücümü rahat bırakmaz olmuştu. Sonuç olarak, Tanrı’nın beni karara varmak için sınadığından ve her şeyin, benim O’nu doğru anlamama bağlı olduğundan hiç kuşkum kalmamıştı. Sonunda direnemeyeceğimin bilincindeydim ama ruhumun sonsuza dek kurtuluşu tehlikede olduğu için neler olduğunu doğru dürüst anlamadan böyle bir duruma düşmek istemiyordum.

“Tanrı uzun süre dayanamayacağımı biliyor ve bu bağışlanmaz günahı işlemek üzere olmama karşın yardım etmiyor. Her şeye kadir olduğu için üzerimden bu zorunluluğu kolayca kaldırabilir ama belli ki bunu yapmayacak. Sonsuza dek lanetleneceğimden korktuğumdan ahlak değerlerime, dinime ve hatta O’nun buyruklarına ters düşen hiçbir şeyi yapmamak için tüm gücümle direnmeye çalışıyorum ama acaba beni sınamak için mi bana bu zor görevi veriyor? İnancımın ve aklımın ölüm ve Cehennem korkusuna kapılmış oldukları bu durumda bile O’nun isteğine boyun eğme yetimin olup olmadığını görmeyi istiyor olabilir mi? Gerçek yanıt bu olabilir ama bunlar yalnızca benim düşüncelerim. Yanılmış olabilirim. Mantığıma bu denli güvenemem. Bir kez daha baştan alarak düşünmeliyim!”

Birçok kez yeniden düşünüyor ama hep aynı sonuca varıyordum. “Tanrı’nın yürekli olmamı göstermemi istediği kesin,” diye düşünüyordum. “Bu doğruysa ve bu deneyimi baştan sona yaşayabilirsem beni kutsar ve aydınlatır.”

Sonunda, tüm cesaretimi kendimi cehennem ateşine atarcasına topladım ve düşünceyi engellemedim. Gözümün önünde katedral ve mavi gökyüzü canlandı. Tanrı, dünyadan yüksekte, altın tahtında oturuyor ve tahtın altından düşen çok büyük bir dışkı ışıldayan yepyeni damın üzerine düşüp onu paramparça ediyor ve katedralin duvarlarını yıkıyordu.

Demek ki buymuş! İnanılmaz rahatladım. Beklediğim lanet yerine, kutsanmış gibi oldum. O güne dek duyumsamadığım bir huzur sardı beni ve mutluluktan ve minnetten ağlamaya başladım. Tanrı’nın karşı çıkılmaz gücüne boyun eğince, O’nun iyiliği ve bilgeliği bana gösterilmişti. Sanki aydınlanmış gibiydim. Daha önceleri anlayamadığım şeyleri anladım. “Babam işte bunu anlayamadı,” diye düşündüm. Tanrı’nın isteğini sorgulamamış, derin inancı nedeniyle ve belirli nedenleri öne sürerek buna karşı çıkmış ve dolayısıyla, O’nun, her yarayı saran ve insanın her şeyi anlamasına neden olan mucizevi lütfunu hiçbir zaman elde edememişti. Rehber olarak İncil’in buyruklarını kabullenmiş, Tanrı’ya İncil’in reçete gibi sunduğu biçimde inanmış, ona atalarının öğrettiğiyle yetinmişti. İncil’den ve Kilise’den üstün ve o anda da canlı olan, her şeye kadir ve özgür Tanrı’yı hiç tanımamış ve O’ nun kendi özgürlüğüne insanı da katmak istediğini ve çekinmeden O’nun buyruklarına uyabilmesi için insanı kendi düşüncelerini ve inandıklarını yadsımasına zorladığını anlayamamıştı. Tanrı insanın yürekliliğini sınarken ne denli kutsal olurlarsa olsunlar geleneklerden etkilenmeyi yadsır ve her şeye kadir olduğu için bu cesaret sınavlarının sonucunda ortaya bir kötülük çıkmamasını sağlar. Tanrı’nın isteğini yerine getirirseniz doğru yolda olduğunuza güvenebilirsiniz.

Âdem’le Havva’yı, düşünmek istemediklerini düşünmek zorunda bırakacak biçimde yaratmıştı. Onların söz dinler olup olmadıklarını anlamak için yapmıştı bunu. Dinle ilgili geleneksel nedenler yüzünden yadsımam gerekli olan bir şeyi yapmamı istemiş olabilirdi. Onun isteğine uyduğum için benden lütfunu esirgememişti ve ancak o deneyimden sonra Tanrı’nın lütfunun ne olduğunu öğrenebilmiştim. İnsanın kendini tümüyle Tanrı’nın iradesine bırakması gerekiyordu. Önemli olan O’nun iradesine uymaktı ve bu sağlanamazsa, her şey anlamını yitiriyordu. Gerçek sorumluluğum da o anda, O’nun lütfuna erdikten sonra başladı. Ama katedralini neden kirletmişti? Bana göre bu, ürkütücü bir düşünceydi ve bu düşünce belirgin olmasa da, başka bir düşünceye yol açtı: Belki de Tanrı ürkünçtü. Karanlık ve ürkütücü bir giz yaşamıştım. Sonuçta bu düşünce bütün yaşamıma gölge düşürdü. Aşırı düşünür oldum.

Bu deneyimin başka bir etkisi de aşağılık duygumu körüklemesi oldu. Bir şeytan ya da bir eşeğim ben ve sonsuza dek yitik olmaya mahkûmum, diye düşünmeye başladım ama sonra İncil’i karıştırmaya başlayıp Ferisilerin ve vergi toplayanların nasıl aşağılandıklarını ve asıl seçkinlerin itilip kakılanlar olduğunu okuyunca rahatladım. Güvenilmez ev sahibinin övülmesi ve kararsız Petrus’a kilisenin üzerine inşa edildiği taşın verilmesi üzerimde kalıcı bir etki yarattı.

Aşağılık duygum arttıkça Tanrı’nın lütfunu anlamam zorlaşıyordu. Zaten hiçbir zaman kendime güvenememiştim. Annem bana bir gün, “Sen her zaman iyi bir çocuk oldun,” dediğinde ne demek istediğini anlayamadım. Ben mi iyi bir çocuktum? Bu da yeni çıkmıştı. Oysa ben kendimi hep bozulmuş, değersiz biri olarak görmeye alışmıştım.

Katedralle ilgili deneyimimden sonra, en sonunda, büyük gizin bir parçasıyla bağlantısı olan bir şeye sahip olmuştum. Sanki her zaman gökyüzünden düşen taşlardan söz edercesine ve artık cebimde de onlardan biri varmışçasına. Aslında utanç verici bir deneyimdi. Ayrıcalığı olmasına karşın kötü, kötü olduğu kadar da karanlık bir duruma düşmüştüm. Bazen bir şey söylememek için kendimi zor tutuyordum. Olanları anlatmak için değil, yalnızca, bende kimsenin bilmediği bir gariplik olduğuna değinmek için. Başkalarının da bu tür deneyimlerden geçip geçmediklerini bilmek istiyordum. İnsanların hiçbirinde böyle bir durumun izine bile rastlamamıştım. Sonuç olarak dışlandım mı, seçildim mi, lanetlendim mi, yoksa kutsandım mı, çözemedim.

Ne deneyimimden ne yeraltı mabedindeki fallusla ilgili düşten ne de oyma küçük adamımdan açık açık söz etmek aklımın ucundan geçiyordu. Aslına bakarsanız, fallusla ilgili düşten altmış beş yaşına gelene dek kimseye söz etmedim. Öbür deneyimlerimden karıma söz etmiş olabilirim. O da uzun yıllar sonra. Bu gibi konularda çocukluğumdan kalan çok katı bir tabunun etkisi vardı üzerimde. Arkadaşlarımla bunları konuşamazdım.

Tüm gençliğim bu gizle değerlendirebilir. Bu durum beni dayanılmaz bir yalnızlığa itmişti. O yıllardaki tek başarım bunlardan kimseye söz etmemekte direnebilmemdir. Böylece, dünyayla ilişkim baştan saptanmış oldu: Bugün de o zamanki gibi yalnızım çünkü bazı şeyleri biliyorum ve başkalarının bilmediği ve genelde bilmek istemediği şeylere değinmek zorunda kalıyorum.

Annemin ailesinde altı rahip var. Babamın tarafında da hem babam rahipti hem de iki amcam. Bu nedenle birçok dinsel tartışmaya, sohbete ve vaaza kulak misafiri oldum. Bu tür konuşmaları her duyuşumda, “İyi hoş da, gizden neden hiç söz edilmiyor? Giz aynı zamanda lütuf. Hiçbirinizin bundan haberi yok. Tanrı’nın beni, lütfunu anlayabilmem için yanlış yapmaya ve doğru sayılmayan şeyleri düşünmeye zorladığını bilmiyorsunuz,” diye düşünürdüm. Konuşulanların hiçbiri, böyle bir şeye değinmiyordu. “Tanrı aşkına, bunları bilen birileri olmalı, gerçek bir yerlerde olmalı,” derdim kendi kendime. Babamın kütüphanesine dalıp Tanrı, İsa ve Kutsal Ruh Üçlemesi (Teslis) ve ruh ve de bilinçle ilgili ne varsa yutar gibi okuyordum ama bir damla bile ilerleyemiyordum. Sürekli, “Bunlar da bilmiyor,” diye düşünüyordum. Babamın Luther İncili’ne bile baktım ama ne yazık ki Eyub’un geleneksel “öğretici” yorumu bu kitaba olan ilgimin sönmesine neden oldu. Aslında, onda teselli bulabilirdim. Özellikle de dokuzuncu bölümde, “Sabrın otuyla yıkansam (…) Beni yine pisliğe batırırsın,” sözlerinde.

Annem sonradan bana, o günlerde sık sık bunalıma girdiğimi söyledi. Aslında bunalımda değildim, yalnızca gizi derin derin düşünmekten kendimi alıkoyamıyordum. Böyle zamanlarda, taşın üzerinde oturmak bana garip bir biçimde güven ve huzur veriyor, her nasılsa kuşkularımdan arınmamı sağlıyordu. Ne zaman taş olduğumu düşünsem çelişki kayboluyordu. “Taş, çelişkiler içinde değil, iletişim kurmak için çaba göstermiyor ve yüzyıllardır böyle ve sonsuza dek de böyle kalacak. Oysa ben, her türlü duygunun etkisinde kalan geçici bir olguyum,” diye düşünüyordum. “Bir alev gibi bir parlıyor bir sönüyor bu duygular.” Duygularımın sonucuydum; içimdeki “öteki” de zamanla kısıtlı olmadığı için yok olmayan taştı.

II

O zamanlar babamın söylediği her şeye karşı büyük bir kuşku uyanırdı içimde. Ne zaman Tanrı’nın inayetiyle ilgili vaazda bulunsa, kendi deneyimim aklıma geliyordu. Söyledikleri, bunları yalnızca dolaylı olarak dinlemiş ve pek de duyduklarına inanmamış birinin konuşması gibi cansız ve yüzeyseldi. Ona yardım etmek istiyordum ama bunu nasıl yapabileceğimi bilmiyordum. Üstelik, kendi deneyimimi ona anlatamayacak ya da düşüncelerine karışamayacak denli utangaçtım. Hem daha çok küçük olduğumu düşünüyor, hem de “ikinci kişiliğim”in bende oluşturduğu yetkiyi ortaya çıkarmaktan korkuyordum.

Daha sonraları, on sekiz yaşıma geldiğimde, babamla uzun sohbetlerimiz oldu. Belli etmeden, onun, inayetin mucizesini anlamasına yardımcı olmaya çalışarak, duyduğu vicdan azabını azaltmayı umuyordum. Tanrı’nın iradesine uyarsa, her şeyin yoluna gireceğine güvenim sonsuzdu. Oysa konuşmalarımız her zaman ortada kalıyordu. Sinirleniyor ve canı sıkılıyordu. “Saçma!” diyordu. “Sen hep düşünmek istiyorsun. Oysa insan düşünmemeli, inanmalı.” Ben de içimden, “İnsan deneyimden geçmeli ve anlamalı,” diye düşünür ama, “Bana bu inancı ver öyleyse,” derdim. Bunun üzerine omuz silker ve sesini çıkarmazdı.

resim-4

C.G. Jung’un babası Johann Paul Achilles Jung.
Filoloji uzmanı bir papaz.
(Basel Üniversitesi arşivi)

Arkadaş edinmeye başlamıştım. Bunların çoğu basit ailelerden gelen çekingen çocuklardı. Okuldaki notlarım düzeliyordu. Daha sonraki yıllarda sınıfın en iyisi olmayı bile başardım. Benim kadar başarılı olmayan sınıf arkadaşlarımın beni kıskandıklarını ve her olanakta bana yetişmeye çalıştıklarını görmek canımı sıkıyor, işin tadını kaçırıyordu. Her tür rekabetten nefret ediyordum. Bir oyun çok çekişmeli geçmeye başladığında oyunu bırakırdım. Sonraları, sınıf ikinciliğinde kaldım. Bu daha zevkliydi. İstemeden yarışa girip zaten can sıkıcı olan okulu daha beter bir hale getirmenin anlamı yoktu. Minnetle andığım bazı öğretmenlerimin bana özel bir güvenleri vardı. Sevecenlikle anımsadığım öğretmen Latincecidir. Bir üniversite hocasıydı ve çok zeki bir adamdı. Babam öğrettiği için altı yaşından beri Latince biliyordum. Bu nedenle, beni sınıfta oturtacağına, sınıf egzersiz yaparken, ona kitap almam için üniversitenin kütüphanesine yollar, ben de dönüşü olabildiğince erteleyerek orada kitaplara gömülü otururdum.

Öğretmenlerin çoğu benim aptal ve sinsi olduğumu düşünürdü. Okulda bir olay olduğunda ilk akla gelen ben olurdum, ne zaman bir kavga çıksa benim kışkırttığım varsayılırdı. Aslında kavgalara bir kez katıldım ve o gün bazı okul arkadaşlarımın beni pek sevmediklerini anladım. Bunlardan yedisi bir yere saklanıp ben geçerken üzerime saldırdılar. Artık iri yapılıydım, gücüm kuvvetim yerine gelmişti. On beşime girmiştim ve arada sırada öfkeden kendimi kaybettiğim oluyordu. Bir kez, gözlerim karardı; çocuklardan birini iki kolundan yakalayıp havada çevirmeye başladım. Bacakları birkaç tanesine çarpıp onları yere serdi. Öğretmenlerin bu olaydan haberleri oldu. Bana haksız gelen bir ceza aldığımızı hayal meyal anımsıyorum. O günden sonra, cesaret edemedikleri için bana sataşan olmadı.

Düşmanlarım olabileceğini ve çoğu zaman haksız yere suçlanabileceğimi düşünememiştim ama bunu anlayabiliyordum. Bana yapılan en ufak bir suçlama beni kızdırıyordu ama kendimi suçlamaktan da vazgeçemiyordum. Kendimle ilgili o denli az şey biliyordum ki! Bildiklerim de çelişkiliydi. Bu nedenle, tüm suçlamaları yadsımaya gönlüm elvermiyordu. Aslında, vicdanım hiç rahat değildi çünkü yaptığım ve yapabileceğim yanlışların bilincindeydim. Bu nedenle, bu konuda aşırı duyarlıydım ve çoğu zaman da söyledikleri yanlış değildi. Suçlandığım şeyleri yapmış değildim ama pekâlâ yapabileceğimi biliyordum. Bir konuda suçlandığımda kendimi nasıl savunacağımla ilgili listeler bile yapmıştım. Gerçekten bir şey yaptığımda suçlanmam, aslında beni rahatlatıyordu çünkü hiç olmazsa suçluluk duygum boşa gitmiş olmuyordu.

Güvensizlik duygumu, özgüvenim tammış gibi gösteriş yaparak örtmeye çalışıyordum. Daha doğrusu, bu zayıf yön ben bir şey yapmadan kendini telafi ediyordu. Yani, kendimi bir yandan suçlu bulurken bir yandan da masum olmayı diliyordum. Arka planda çok derin bir yerlerde iki ayrı kişi olduğumu hiç unutmuyordum. Bunlardan biri ailenin okula giden, daha az zeki, dikkatli, çalışkan ve doğru dürüst oğluydu. Öbürü de ergin, aslında yaşlı, kuşkucu, kimseye güvenemeyen ve insanların dünyasına uzak olandı. Kendini doğaya, yeryüzüne, güneşe, aya, havaya ve tüm canlı yaratıklara daha yakın duyumsayan biriydi. Her şeyden çok da, geceye, düşlere ve “Tanrı”nın doğrudan doğruya onun içine işlediği her şeye yakındı. Tanrı sözcüğünü tırnak içine aldım; çünkü bana, beni de, doğayı da her ne kadar kendini ifade etmek için yaratmış olmasına karşın, bunları tanrısal saymıyor gibi geliyordu. Hiçbir şey beni, yalnızca insanın, Tanrı’nın sureti olduğuna inandıramazdı. Bana göre, ulu dağlar, nehirler, göller, ağaçlar, çiçekler ve hayvanlar, gülünç giysileri, kötülükleri, bayağılıkları, vurdumduymazlıkları, yalanları ve her şeyden çok da iğrenç bencillikleri olan insanlardan çok daha fazla Tanrı’nın özünü gösteriyordu. İnsanların bu niteliklerini kendimden, yani 1890 yılında öğrenci olan, bir numaralı kişiliğimden çok iyi biliyordum. Onun bu dünyasının yanında, bir mabet gibi her girenin değiştiği ve ansızın tüm kozmosun görüntüsüyle sarsılıp kendini unutarak şaşkınlık ve hayranlık duymazlık edemeyeceği başka bir dünya daha vardı. Tanrı’yı gizli ve öznel ama aynı zamanda insanötesi bir giz gibi algılayan “öteki” işte bu dünyada yaşıyordu. Bu dünyada insanı Tanrı’dan hiçbir şey ayıramıyor ve sanki insan zihni, Tanrı’yla aynı anda yukarılardan yaradılışa bakıyordu.

O zamanlar, burada tek tek tanımlamaya çalıştığım şeyi ifade edebilecek kadar bilincinde değildim ama onu çok güçlü algılayabiliyor ve hissedebiliyordum. Bu durumda olduğum zamanlarda, kendim için değerli olduğumu ve gerçek benliğimin bu olduğunu anlıyordum. Yalnız kalır kalmaz bu duruma geçebiliyor ve “öteki”nin, yani, iki numaralı kişiliğimin huzurunu ve yalnızlığını arıyordum.

Bir numaralı ve iki numaralı kişiliklerimin, yaşamım boyunca kendi içlerinde ve de karşılıklı sürdürdükleri oyunların günlük tıpta kullanılan “bölünmüşlük” ya da kopuklukla ilgisi yok. Tam tersine, bu herkeste olan bir durumdur. Yaşamımda iki numaralı kişiliğim benim için her zaman ön planda oldu ve ondan bana ulaşmak isteyen her şeye her zaman açık olmaya çalıştım. İkinci kişilik tipiktir ama çok az kişi onu ayrımsayabilir çünkü çoğu kişinin bilinci, bunun onların bir parçası olduğunu anlayacak kadar gelişmemiştir.

Kilise benim gözümde giderek dayanılmaz bir yere dönüştü. Orada insanlar yüksek sesle Tanrı, Tanrı’nın amaçları ve de tutumu üzerine, neredeyse utanmadan diyebileceğim bir cüretle vaaz veriyorlardı. İnsanlara bazı duygulara sahip olmaları gerektiği aklı veriliyor ve bu gize inanmaları isteniyordu. Oysa ben, tek bir sözcükle bile ihanet edilmemesi gereken bu gizin içsel dünyamızda derin ve tartışılmaz bir yeri olduğuna inanıyor ve bundan rahipler dahil, hiç kimsenin haberi olmadığının gün gibi ortada olduğu sonucunu çıkarabiliyordum. Öyle olmasaydı hiç kimse uluorta Tanrı’nın gizeminden söz etmeye cüret edemez ve ifadesi olanaksız bu duyumsamaları ucuz bir duygusallıkla bayağılaştıramazdı. Ayrıca, deneyimimden, Tanrı’nın inayetine yalnızca O’nun iradesini tümüyle yerine getirenlerin sahip olabileceğini biliyordum. Bu nedenle, Tanrı’ya ulaşmak için izledikleri yolun yanlış olduğuna hiç kuşkum yoktu. Aslında vaaz edilen buydu ama açıklamanın Tanrı’nın iradesini apaçık ortaya koyduğu varsayımıyla. Oysa bana göre bu irade, en belirsiz ve en bilinmeyendi ve Tanrı’nın ne istediğini her gün araştırmak bir insanın göreviydi. Bunu ben yapmıyordum ama ivedi bir neden ortaya çıkar çıkmaz yapacağıma da hiç kuşkum yoktu. Zamanımın büyük bir bölümünü bir numaralı kişiliğim alıyordu. Çoğu zaman bana, dinsel yargılar, hiç beklenmedik bir zamanda oluşan ve insanı şaşkına çeviren Tanrı’nın iradesinin yerine, insanlar Tanrı’nın iradesini anlama zahmetinden kurtulsun, diye konmuş gibi geliyordu. Giderek öylesine kuşkucu olmaya başladım ki babamın ve öbür rahiplerin vaazlarından çok utanır oldum. Çevremdeki herkes dinsel terimleri ve onların neden olduğu önemli belirsizliği olağan karşılıyor gibiydi. Hiç irdelemeden örneğin, Tanrı’nın her şeyi bildiği için doğal olarak insanoğlunun tüm tarihini de daha önceden bildiği ya da günah işlemeleri için insanları yaratmasına karşın, onlara günah işlemeyi yasakladığı ve üstelik onları, sonsuza dek Cehennem ateşinde yanmakla cezalandırdığı gibi çelişkileri yutuyorlardı.

İlginç olan, Şeytan’ın uzun bir süre düşüncelerimde yer almaması. Şeytan gözümde, güçlü bir adamın kötü niyetli ama bağlı köpeğinden başka bir şey değildi. Bana göre, bazen ürkütücü olabileceğini çok iyi bildiğim Tanrı’dan başka hiç kimse dünyadan sorumlu değildi. Babam duygusal vaazlarında ne zaman “iyi” Tanrı’dan söz edip insanlara olan sevgisini övse ve onları karşılığında O’nu sevmeye yüreklendirse kuşkularım ve huzursuzluğum artıyordu. “Ne dediğini biliyor mu acaba? Kendi oğlunu, yani beni, İshak gibi bıçağın altına yatırır mı?” ya da, “İsa’yı onu çarmıha gerecek haksız bir mahkemeye teslim eder mi?” diye düşünürdüm. Hayır, bunu yapamazdı. İncil’de de yazdığı gibi, Tanrı’nın, sırasında ürkütücü olabilen iradesine, bazı durumlarda boyun eğemezdi. Böylece, başka şeylerin yanı sıra, insanların insanlar yerine Tanrı’ya boyun eğmesini yüreklendirmek için söylenenlerin düşünmeden söylendiğine karar verdim. Tanrı’nın iradesini bilmediğimiz apaçık ortadaydı. Bilseydik, bana yaptığı gibi, ürkütücü gücünü savunmasız insanlar üzerinde deneyen çok güçlü Tanrı’dan yalnızca korktuğumuz için bile olsa bu ana sorunu kutsal bir huşu içinde değerlendirirdik. Tanrı’nın iradesini biliyor gibi görünen biri, bana yaptığını daha önceden bilebilir miydi? Yeni Ahit’te böyle bir duruma değinilmiyordu. Eski Ahit, özellikle de “Eyub’un Kitabı”, bu bağlamda beni aydınlatabilirdi ama ben o zamanlar bu kitabı doğru dürüst bilmiyordum. Ayrıca, Hıristiyanlığa kabul edilmem için yapılacak törenle ilgili bana verilen bilgiler arasında da böyle bir şey yoktu. Tanrı korkusundan söz ediliyordu kuşkusuz, ama bu artık geçmişte kalmış (Yahudilik), uzun bir süredir onun yerini, Hıristiyanların verdiği mesaj olan Tanrı’nın sevgisi ve iyiliği almıştı.

Çocukluk deneyimimin neyi simgelediği düşüncesi ve imgenin ürkünçlüğü beni çok rahatsız ediyordu. Kendime, “Böyle konuşan kim? Kim bir fallusu bu denli çıplak, üstelik de bir tapınakta gösterebilecek terbiyesizliği yapabilir? Kim Tanrı’nın hiç utanmadan kendi Kilisesi’ni mahvettiğini düşünmeme neden oluyor?” diye soruyordum. Sonunda, bunu Şeytan’ın yapıp yapmadığını sorgular oldum. Böyle konuşanın ya da davrananın Tanrı ya da Şeytan olduğuna hiç kuşkum yoktu. Bu düşünceleri ve imgeleri kendi kendime yaratmadığımı biliyordum.

Bunlar yaşamımın çok ciddi deneyimleriydi. Daha sonra, zihnimde bir şimşek çaktı, “Sorumluluğu benim yüklenmem gerekli çünkü kaderim benim elimde,” diye düşündüm. Yanıtını bulmak zorunda olduğum bir sorunla karşılaşmıştım. Peki, sorunu çıkartan kimdi? Bu soruya yanıt veren çıkmıyordu. Yanıtı kendi içimde bulmam gerektiğini, Tanrı’nın önünde yalnız olduğumu ve bana bu ürkütücü şeyleri soranın da Tanrı’dan başka biri olmadığını biliyordum. Baştan beri kader denen şeyi sezinliyordum. Yaşamımı biçimlendiren kaderdi ve ben ona uymak zorundaydım. Bu bana güven verdi. Hiçbir zaman kendime kanıtlayamadım bunu ama o bana kendini kanıtladı. Bu güven benden kaynaklanmıyordu, o beni sahiplenmişti. Hiç kimse beni, Tanrı’nın iradesi yerine kendi isteğimi yerine getirdiğime inandıramazdı. Bu düşünce, bana kendi yolumda gidebilmem için güç verdi. Çoğu kez, önemli konular söz konusu olduğunda insanlarla değil de bir tek Tanrı’yla berabermişim gibi bir duyguya kapılıyordum. Artık yalnız olmadığım “orada”, zamanın dışına çıkabiliyor ve yüzyıllara ait oluyordum. Beni yanıtlayan, doğumumdan önce de ve de her zaman var olan Tanrı’ydı. Bir yandan kanlı bir mücadeleye dönüşen, öte yandan da olağanüstü bir haz veren “öteki”yle konuşmalarım yaşadığım en yoğun deneyimlerdi.

Doğal olarak bunları hiç kimseyle konuşamıyordum. Annem dışında bu konuları açabileceğim birini de tanımıyordum. Annemle düşüncelerimiz aynı çizgide gibiydi ama kısa sürede, benimle konuşurken yetersiz kalacağını anladım. Bana karşı tutumunda, her şeyden çok, bana duyduğu hayranlık belirgindi. Bu da benim açımdan olumlu bir şey değildi. Bu nedenle, düşüncelerimi kendime sakladım. Böyle olması da daha hoşuma gidiyordu. Tek başına oynuyor, hayal kuruyor ve ormanda dolaşıyordum. Yalnızca bana ait gizli bir dünyam vardı.

Annem iyi bir anneydi. Bir hayvanda olabilecek içgüdüsel bir sıcaklığı, dostluğu ve uyumluluğu vardı. Her şeyi can kulağıyla dinlemeye hazır, konuşmayı seven şişman bir kadındı. Konuşması kuş cıvıltısını andırırdı. Zevkliydi ve yüzeysel değildi. Edebiyatta yeteneği de vardı ama bu yetenek hiçbir zaman su yüzüne çıkmadı ve her zaman, iyi yürekli, konuksever ve çok iyi bir mizah yeteneği olan şişman ve yaşlı bir kadın görüntüsünün altında gizli kaldı. Bir insanın sahip olması gerektiği varsayılan tüm geleneksel düşünceler onda da vardı ama ara sıra bilinçdışı kişiliği ansızın ortaya çıkar, hiç umulmayan bir güçlülük sergilerdi. Kuşkusuz, hiç ödün vermeyen, karanlık ve dayatıcı bir kişilikti bu. İki ayrı kişiliği olduğuna kuşkum yoktu; bunlardan biri zararsız ve insancıldı, öbürüyse ürkütücü. Bu “öteki” kişiliği arada sırada su yüzüne çıkardı ama her çıkışı beklenmedik bir anda olur ve insanı korkuturdu. Böyle anlarda, kendi kendine konuşur izlenimi verirdi ama aslında bana hitap eder ve genelde söyledikleri öylesine içime işlerdi ki ağzımı açamazdım.

Anımsadığım kadarıyla, böyle bir durum ilk kez, ben altı yaşındayken oldu. O sırada komşularımız, üç çocukları olan varlıklı insanlardı. En büyük çocukları benim yaşımda bir oğlandı. İki de kızları vardı. Kentliydiler. Özellikle pazar günleri, çocuklara, bana çok gülünç gelen rugan ayakkabılar, kısa beyaz eldivenler ve dantel külotlar giydirirlerdi. Çocuklar hafta içinde bile her zaman ayna gibi parlar, saçlarının bir teli bile oynamazdı. Çok da kibardılar. Pantolonları yıpranmış, ayakkabıları delik, elleri kirli, kaba saba çocuğa yaklaşmamaya da özen gösterirlerdi. Annemin beni sürekli onlarla karşılaştırması ve bitip tükenmeyen öğütleri beni canımdan bezdirmişti. “Şu çocuklara bak!” derdi, “ne kadar da iyi yetişmişler. Çok da kibarlar. Sen adam olmazsın.” Bu tür sözler utanmama neden oluyordu. Bu nedenle, çocuklardan birine bir gözdağı vermeye karar verdim. Yaptım da. Annesi küplere bindi ve koşup anneme şiddete yönelik davranışımı onaylamadığını duygusal sözcükler kullanarak anlattı. Annem de, arada gözyaşlarına boğularak bana, o güne dek ondan duyduğum en uzun diskuru çekti. Oysa ben, suçluluk duymak bir yana, hayatımdan çok memnundum çünkü bana o yabancılara köyümüze ait olmadıklarını herhangi bir biçimde anımsatmışım gibi geliyordu. Annemin bu denli sinirlenmesinden etkilendiğim için eski piyanomuzun arkasında duran masama gidip tahta bloklarımla oynamaya koyuldum. Odada bir süre çıt çıkmadı. Annem her zaman oturduğu pencerenin kenarındaki yerine gitmiş, örgü örmeye başlamıştı. Sonra bir şeyler mırıldandığını duydum. Ara sıra kulağıma çalınan sözcüklerden, olayı düşündüğünü anladım ama şimdi farklı bir değerlendirme yapıyordu. Ansızın yüksek sesle, “Kuşkusuz, o bir batında doğanları baştan beri sahiplenmenin bir yararı yok,” dedi. Süslü püslü şebeklerden söz ettiğini hemen anladım. En sevdiği kardeşi avcıydı, köpek besler ve her zaman, köpek yetiştirmekten, piç köpeklerden, safkan köpeklerden ve bir batında doğan köpek yavrularından söz ederdi. Annemin de, o iğrenç çocukları beş para etmez köpek yavruları olarak gördüğünü ve bu nedenle beni azarlamasının çok ciddiye alınmaması gerektiğini anladım ama o yaşta bile, sessiz kalıp, zafer kazanmışçasına ortaya atılıp, “Gördün mü? Sen de benim gibi düşünüyormuşsun,” dememem gerektiğini anlayabiliyordum. Böyle bir şey yapsam, hemen, “Terbiyesiz çocuk! Nasıl olur da anneni numara yapmakla suçlarsın!” diye beni yadsıyacağını da. Bundan, şimdi anımsayamadığım böyle başka olayların da olmuş olabileceği sonucunu çıkarıyorum.

Bu olayı anlatmamın nedeni, giderek artan dinle ilgili kuşkularımın yanı sıra, annemin ikili kişiliğine ışık tutan başka bir olayın daha olması. Bir gün sofrada bazı ilahilerin çok sıkıcı olduğu ve bazı değişikliklerin yapılmasının iyi olacağı konuşuluyordu. O sırada annem, “Ah, canımın içi, sen benim lanetlenmiş8 kutsanmamsın,” diye mırıldandı. Her zaman yaptığım gibi duymazlıktan geldim ama zafer kazanmışçasına sevinçle bağırmamak için kendimi zor tuttum.

Annemin iki kişiliği arasında çok büyük farklar vardı. Bu nedenle, çocukken düşlerimde onunla uğraşırdım. Gündüzleri sevecen bir anneydi, geceleriyse ürkütücü. Öyle olduğunda, ayı ininde yaşayan, hem bir rahibe hem de garip bir hayvan olan bir kâhini anımsatırdı. Çok eskilere dönük ve acımasız; doğa ve gerçek kadar acımasız. Öyle anlarda benim “doğal zihin”9 dediğim olguyu yaşardı.

Kendimde de, bu arkaik yapıdan izler buluyorum. Üstelik her zaman hoş bir şey olmasa da bunun bir parçası olarak insanları ve her şeyi oldukları gibi görme yeteneğim var. Görmek istemediğim zamanlar aydınlığı örtüp kendimi sonsuza dek aldatabilirim ama gene de işin gerçek yüzünü her zaman bilerek. Bir süre aldatılabilen ama sonunda koklaya koklaya bir şeyi bulup çıkarabilen bir köpeğe benzerim. Bu “gerçeği görebilme” yeteneği içgüdüsel ya da başkalarıyla participation mystique denen birleşmenin sonucudur. Bireysel olmayan bir algılamayla gören “gözlerin arkasındaki gözler”dir bunlar sanki.

Bunu çok sonraları, bana garip şeyler olmaya başladığında anladım. Örneğin, bir kez tanımadığım bir adamın yaşamöyküsünü anlattım. Karımın bir arkadaşının düğünündeydik. Ne gelini ne de ailesinden kimseyi tanıyordum. Yemekte, bana avukat diye tanıştırılan uzun sakallı hoş bir bey vardı. Suçlu psikolojisiyle ilgili hararetli bir konuşmaya dalmıştık. Bir sorusunu daha iyi yanıtlayabilmek için tüm ayrıntılarını kattığım bir öykü uydurdum. Öyküyü anlatırken, adamın yüzündeki ifadenin değiştiğini ve masaya sessizlik çöktüğünü fark ettim ve ne yapacağımı bilemediğim için sustum. Neyse ki, sıra tatlıya gelmiş olduğu için kısa bir süre sonra masadan kalkıp otelin lobisine gidebildim ve orada, bir köşeye çekilip olanları düşünmeye çalıştım. O sırada, konuklardan biri yanıma geldi ve, “Böyle bir patavatsızlığı nasıl yaparsın!” diye beni kınadı. “Patavatsızlık mı?” diye sordum. “Evet, o anlattığın neydi öyle?” dedi. “Tümünü uydurdum,” dedim.

Karşımda oturan adamın öyküsünü tüm ayrıntısına dek anlattığımı öğrendiğimde hem çok şaşırdım hem de dehşete düştüm. O anda anlattıklarımın tek bir sözcüğünü bile anımsayamıyordum. Bugüne dek de, bir daha anımsayamadım. Heinrich Zschokke10Eine Selbstschau’da11 buna benzer bir olay anlatır: Bir handa hırsızlık olayını içsel gözüyle gördüğü için kimsenin tanımadığı bir gencin hırsız olduğunu anlamış.

Yaşamım boyunca sık sık bilmemin olanaksız olduğu bir şeyi ansızın bilmişimdir. Bu bilgiler bana sanki kendi düşüncemmişçesine gelir. Anneme de böyle olurdu. Ne söylediğinin bilincinde olmazdı. Sanki mutlak yetkisi olan bir ses tıpatıp gerçeğe uyan şeyleri ona söyletirdi.

Annem yaşıma göre zihinsel açıdan çok ileri olduğumu düşündüğü için benimle her zaman bir yetişkinle konuşur gibi konuşurdu. Beni sırdaşı gördüğü ve babama söyleyemediği sorunlarını bana anlattığı belliydi. Beni çok kaygılandıran, babamla ilgili bir konuyu bana açtığında on bir yaşındaydım. Uzun bir süre ne yapacağımı bilemedim. Sonunda, çok etkin bir insan olduğunu duyduğum babamın arkadaşlarından birine danışmaya karar verdim. Anneme haber vermeden bir gün okul çıkışı kente inip adamın evine gittim. Kapıyı açan hizmetçi evde olmadığını söyledi. Canım çok sıkıldı ama çaresiz eve döndüm. Neyse ki, evde değilmiş çünkü bir süre sonra annem o konuya bir kez daha değindi, ama çok daha değişik ve ılımlı bir yaklaşımla. Böylece, konu önemini yitirmiş oldu. Bu beni çok etkiledi. “Amma da aptalmışsın! Aptalca ciddiyetin yüzünden neredeyse bir felakete neden oluyordun,” diye düşündüm. O günden sonra, annemin söylediği her şeyin ancak yarısını ciddiye almaya karar verdim. Bu da düşündüklerimi ona açmamı engelledi.

Oysa arada sırada ikinci kişiliği ansızın ortaya çıktığında söyledikleri öylesine doğru ve isabetli oluyordu ki çok sarsılıyordum. Annem o durumunu sürdürebilseydi olağanüstü bir sırdaş edinebilirdim.

Babamla durum farklıydı. Dinle ilgili açmazlarımı ona anlatıp önerilerini almak isterdim ama bulunduğu mevkiye saygısından, bana vermek zorunda kalacağı yanıtları zaten bildiğimi düşünüyordum. Varsayımlarım da kısa bir süre sonra doğrulandı. Hıristiyanlığa kabul edilme törenim için sahip olmam gerekli bilgileri bana babam veriyordu ve sıkıntıdan patlıyordum. Bir gün, Hz. İsa’yla ilgili verilen duygu yüklü, sıkıcı ve genelde çok da anlaşılamayan bilgilerin arasında işe yarar bir şeyler bulur muyum diye İlmihal’i karıştırırken, “Tanrı, İsa ve Kutsal Ruh” üçlemesinden söz edilen yeri buldum. O bölüm ilgimi çekti çünkü aynı zamanda üçlü olan bir bütünden söz ediliyordu. Çelişkinin yarattığı sorun ilgimi öylesine artırdı ki bu sorunsala geleceğimiz ânı iple çeker oldum. Oysa sırası geldiğinde babam, “Burasını atlıyoruz çünkü bundan hiçbir şey anlamıyorum,” dedi. Babamın dürüstlüğüne hayran kaldım ama büyük bir düş kırıklığını da önleyemedim. “Bak işte! Bu konuda hiçbir şey bilmiyorlar, sorgulamak zahmetine de girmiyorlar. Bu durumda onlara gizimi nasıl açarım?” diye düşündüm.

Düşünmeye yatkın birkaç okul arkadaşımı yokladım ama boşuna. Yanıt alamadığım gibi beni uyaran bir tepkisizlikle de karşılaştım.

Çok sıkılmama karşın, babamın tutumuna benzer bir tutumla, anlamadan inanmaya çaba göstererek son umudum olan Hıristiyanlığa kabul edilme törenine hazırlanmayı sürdürdüm. Bu tören benim gözümde bundan, yani, 1890-30=1860 yıl önce ölen Hz. İsa’yı anma amacıyla yenen bir yemekten öte bir şey değildi. “Alın, bunu yiyin! Bu benim bedenimdir,” gibi sözler etmişti. Demek ki, törensel ekmeği onun aslında insan etinden oluşan bedeni niyetine yiyecek, aslında kan olan şarabı da içecektik. Bunun onu kendimizin bir parçasına dönüştürmek anlamına geldiğini anlayabiliyordum ama bu bana öylesine olanakdışı geliyordu ki! Gene de, babamın çok değer verdiği törende çok büyük bir gizem olduğundan ve benim de ancak törene katılmakla bu gizemin bir parçası olabileceğimden kuşku duymuyordum.

Geleneğe göre, kilisenin bakımıyla ilgilenen komisyonun bir üyesi manevi babam oldu. Sessiz, yaşlı bir adamdı. Sevimliydi de. Tekerlek yapardı. Sık sık atölyesine gider, becerisini büyük bir hayranlıkla izlerdim. Redingot ve silindir şapka giymiş olduğu için görünümü çok ciddileşmiş olarak geldi ve beni kiliseye götürdü. Babam her zamanki rahip giysisi içinde mihrabın arkasında durmuş, dualar okuyordu. Mihrabın üzerini kaplayan örtünün üzerine küçük ekmek parçacıklarıyla dolu tepsiler konmuştu. Ekmeklerin, genelde yavan ve iyi kabarmamış ekmek yaptığı bilinen fırınımızdan geldiğini görebiliyordum. Kurşun ve kalay alaşımından yapılma bir sürahiden, gene bu alaşımdan yapılma bir çanağa şarap döküldü. Babam bir parça ekmek yedi, hangi meyhaneden alındığını bildiğim şaraptan bir yudum içti ve çanağı yaşlılardan birine verdi. Hepsi donuk ve ciddi duruyordu. Bana çok da ilgili görünmediler. Heyecan içinde onları izliyordum ama yaşlıların içinden sıra dışı bir şeyler geçtiğini ne görebildim ne de varsayabildim. Vaftiz ve cenaze törenleri gibi kilisede olan olaylardan daha değişik bir yönü yoktu bu törenin. Gördüğüm, orada geleneklere uygun bir törenin doğru bir biçimde uygulanmasıydı. Babam da, en çok her şeyin kurala uygun olmasını önemsiyor gibi geldi bana. Uygun sözcüklerin vurgulanarak söylenmesi ya da okunması da kuralın bir parçasıydı. Diğer anma törenlerinde her zaman vurgulanmasına karşın, bu törende İsa öleli 1860 yıl olduğu üzerinde durulmadı. Ne hüzün ne de sevinç vardı törende. Anılan kişinin olağanüstü önemi düşünüldüğünde, bu kutlama çok yavan kalıyordu. Hele dinle ilgisi olmayan kutlamalarla karşılaştırılacak hiçbir yönü yoktu.

Derken sıra bana geldi. Ekmek yedim. Tahmin ettiğim gibi çok tatsızdı. Şaraptan bir yudum içtim. Sulu ve biraz da ekşiydi. En iyi cinsten olmadığına kuşku yoktu. Sonunda, sıra en son duaya geldi. İnsanlar hüzünlenmiş mi, yoksa sevinmiş mi olduklarını belli etmeden dışarı çıktılar. Yalnızca yüzlerinde, “İyi, bu da oldu bitti işte” der gibi bir ifade vardı. Babamla eve yürüdük. O zamanla bir redingota dönüşeceğini çok iyi bildiğim siyah yeni bir takım elbise ve yeni bir fötr şapka giymiştim. Ceketin arkasında iki küçük kuyruk, kuyrukların arasında da ergin bir erkek olmanın bir simgesi olduğunu düşündüğüm mendilimi koyabileceğim gizli bir cep vardı. Sosyal açıdan yükseldiğimi ve açıkça söylenmese de erkekler topluluğuna kabul edildiğimi varsayıyordum. O günkü pazar yemeği de her zamankinden daha iyiydi, yeni giysilerimi sırtımdan çıkarmadan akşama kadar dolaşma iznim de vardı. Bunlara karşın, içim boştu ve ne düşünmem gerektiğini bilemiyordum.

Aradan birkaç gün geçtikten sonra, aslında hiçbir şey olmadığını anlayabildim. Dinsel katılımın son noktasına ulaşmış ve ne olduklarını tam bilmediğim bir şeylerin olacağını sanmıştım. Oysa hiçbir şey olmamıştı. Tanrı’nın bana ateşten ya da dünya dışı ışıktan oluşan duyulmamış şeyler yapabileceğini biliyordum ama o törende tanrısal hiçbir şey yoktu; en azından benim açımdan. Onunla ilgili sözler söylenmişti ama sözde kalmıştı. Başkalarının arasında, Tanrı’nın özünü oluşturduğunu varsaydığım ne o büyük umarsızlığı ve o coşkulu sevinci ne de insanı saran inayeti yaşamış, bütünleşmiş bir topluluk olduğunu gösteren en ufak bir belirti bile görememiştim. Ama kiminle? İsa’yla mı? İyi de o 1860 yıl önce ölen bir insandı yalnızca. Bir insan neden onunla bütünleşsin ki? Ona Tanrı’nın oğlu deniyordu. Demek ki, Yunan kahramanları gibi bir yarı tanrıydı. O sıradan bir insan, onunla nasıl bütünleşebilirdi ki? Buna Hıristiyan dini deniyordu ama benim yaşadıklarımdaki Tanrı’yla bunun hiçbir ilgisi yoktu. Öte yandan, insan İsa’nın Tanrı’yla bir bağlantısı olmuştu. Tanrı’nın iyi ve sevecen bir baba olduğunu öğrettikten sonra Getsemani’de çarmıha gerilirken acı çektiğine göre, o da Tanrı’nın ürkünçlüğünü görmüş olmalıydı. Bunu anlayabiliyordum ama tatsız ekmek ve ekşi şarapla yapılan bu acınası tören de neyin nesiydi? Giderek bu dine kabul edilme töreninin benim için felaket bir deneyim olduğunu düşünmeye başladım. Boş gelmişti; daha da kötüsü tam bir kayıp olmuştu. Bir kez daha böyle bir törene katılamayacağımı anlamıştım. “Dine benzer bir yanı yok bunun,” diye düşündüm. “Tanrı yok orada. Kilise benim gideceğim bir yer değil. Orada yaşam yok, ölüm var.”

Babam için yüreğim sızlıyordu. Birdenbire mesleğindeki ve yaşamındaki dramı anlamıştım. Varlığını kabul edemediği bir ölümle savaşıyordu. Onunla benim aramda bir uçurum açılmıştı; kapanması da olanaksızdı çünkü sonsuza dek sürecekti bu. Verici bir insan olan ve birçok şeyi benim kararıma bırakıp beni hiçbir şey yapmaya zorlamayan sevgili babamı ilahî bir inayetin varlığını kavrayabilmek için gerekli olan umarsızlığa ve başkaldırıya itmem olanaksızdı. Bunu ancak Tanrı yapabilirdi. Bunu yapmaya hakkım yoktu çünkü bu insanca olmazdı. “Tanrı insan değildir,” diye düşünüyordum. “Büyüklüğü insan olmamasında yatar. Aynı anda hem iyi hem de ürkünçtür ve bu nedenle herkes doğal olarak bu büyük tehlikeden kendini korumaya çalışır. İnsanlar yalnızca onun sevgisine ve iyiliğine sığınırlar çünkü onun akıl çelici ve yok edici yönüne kurban düşeceklerinden korkarlar. Bunu İsa da fark ettiği için, bizi özenmekten koru, demiştir.”

Anladığım kadarıyla, Kilise’yle ve insanlarla olan bağım kopmuştu. Bana yaşamımın en büyük yenilgisine uğramışım gibi geliyordu. Evrenle olan tek anlamlı ilişkimi oluşturduğunu düşündüğüm dinsel görüş paramparça olmuştu. Artık genel inanca katılamazdım. Kendimi ifade edebilme olasılığım olmayan bir durumla karşı karşıya, kimselere açamayacağım gizimle de baş başa kalmıştım. Ürkünçtü bu; daha da kötüsü, şeytanca bir alaydı; bayağı ve gülünçtü.

Düşünmeye koyuldum: Tanrı’yı nasıl algılamak gerekliydi? Ne Tanrı kavramını ve katedrali ne de üç yaşında gördüğüm düşü ben uydurmuştum. İkisi de, benimkinden daha güçlü bir iradenin yaptırımlarıydı. Bundan doğa mı sorumluydu? Oysa doğa, Yaratıcı’nın iradesinin sonucundan başka bir şey değildi. Şeytan’ı suçlamanın da bir anlamı yoktu, çünkü o da Tanrı tarafından yaratılmıştı. Yalnızca Tanrı gerçekti; yok edici bir ateş ama aynı zamanda, tanımlanamaz bir inayetti o.

Dine kabul edilme töreninin başarısızlığına ne demeli? Bu benim mi suçumdu? Ona çok ciddi hazırlanmış, aydınlacağımı ve inayete mazhar olacağımı sanmıştım. Oysa hiçbir şey olmamıştı. Orada Tanrı yoktu. Üstelik de Tanrı uğruna babamın ve de herkesin inancından kopmuştum. Onlar Hıristiyanlığı temsil ettikleri sürece ben dışta kalacak biriydim. Bu düşünce beni, üniversiteye başlayana dek yaşamımı karartacak denli üzdü.

III

Bana o zamanlar etkileyici gelen, babamın oldukça mütevazı kütüphanesinde Tanrı’yla ilgili bilgi bulabilmek için kitapları karıştırmaya başladım. Aradığımı bulamadım. Bağımsız düşünen bir yazar arıyordum, oysa bilinen geleneksel kavramlarla karşılaşıyordum. Sonunda Biedermann’ın 1869’da yayımlanmış olan, Christliche Dogmatik12 adlı kitabı geçti elime. Yazar bağımsız düşünebilen ve kendi görüşlerini ortaya koyabilen biriydi. Ondan, dinin, “insanın Tanrı’yla kişisel iletişimini oluşturmaya yarayan ruhsal bir davranış” olduğunu öğrendim. Oysa ben böyle düşünmüyordum. Din bana göre, Tanrı’nın bana yaptırttığı bir şeydi. Onun harekete geçmesiydi. Benden daha güçlü olduğu için de boyun eğmem gerekiyordu. Dinimde Tanrı’yla insancıl bir ilişki yoktu. Zaten bu denli az tanınan bir şeye nasıl değinebilirdiniz? O’nunla bir bağ kurabilmem için onunla ilgili daha çok bilgi edinmem gerekiyordu. Biedermann’ın kitabındaki “Tanrı’nın Doğası” başlıklı bölümde, Tanrı’nın kendini ancak insan egosuyla, tüm kozmosu içine alan tek ve dünyaüstü bir ego arasında bir benzeşme yaptıktan sonra algılanabilecek bir kişilik olarak gösterdiği yazıyordu.

İncil’i bildiğim kadarıyla bu tanım doğruydu. Tanrı’nın da bir kişiliği vardı ve ben nasıl ruhumun ve fiziksel benliğimin oluşturduğu egoysam, o da evrenin egosuydu. Ama bundan sonra, aşılmaz bir engelle karşılaşıyordum. Kişilik karakteri gösterir, yani karakter belirlidir ve belirgin tanımlamalar gerektirir. Eğer Tanrı her şeyse, nasıl olur da belirli bir karaktere sahip olabilir? Buna karşın, karakteri olduğunu varsayarsak, öznel ve kısıtlı bir dünyası olan bir egoya sahip olması gerekir. Ayrıca, ne tür bir karakteri ya da kişiliği var? Her şey bu sorunun yanıtına bağlıydı çünkü bunu yanıtlayamıyorsak O’nunla iletişim kuramazdık.

Tanrı’yı ancak kendi egomla karşılaştırarak düşlemeye var gücümle direniyordum. Böyle bir şey bana tam anlamıyla dine küfür sayılmasa bile, en azından haddini bilmezlik gibi geliyordu. Aslında, egomu kavrayabilmem bile yeterince zordu. Birincisi, bir numaralı ve iki numaralı, iki ayrı yönü olduğunun bilincindeydim. İkincisi, her iki yönü de çok sınırlıydı. Her türlü kendi kendini kandırmaya, yanlışa, ruh haline ve duyguya açıktı. Şiddetli arzulara ve günaha da. Başarılardan çok yenilgiler yaşamıştı, çocuksuydu, kendini beğenmişliği vardı, sevgiye gereksinme duyuyordu ve hırslıydı. Duruma göre haksız davranabiliyor, duyarlı, tembel ya da sorumsuz vb. olabiliyordu. Ne yazık ki, başkalarında görüp hayran kaldığım ve kıskandığım birçok erdeme sahip değildi. Tanrı’nın yapısını düşleyebilmek için yapacağımız benzetmede böyle bir şeyi mi kullanacaktık?

Tanrı’nın başka hangi nitelikleri olduğunu büyük bir ilgiyle araştırdım ve dine kabul edilme töreni için bana verilen bilgilerden farklı bir şey bulamadım. 172. maddede, “Tanrı’nın, sıradan olmayan doğası, şunlarla ifade ediliyordu: 1) Olumsuz: İnsanlara görünmeyişi vs. 2) Olumlu: Gökyüzünde olması vs.” Bu bir felaketti çünkü ilk aklıma gelen, Tanrı’nın doğrudan ya da dolaylı (Şeytan yoluyla) irademe, dine küfretmek sayılabilecek bir imgeyi baskıyla yerleştirdiği oldu.

Madde 183’ten, “Tanrı’nın ahlak dünyasının sıra dışı olmasının nedeni”nin, O’nun adil olmakla kalmayıp kutsal varlığının bir ifadesi olan adaletinden kaynaklandığını öğrendim. Bu bölümde, bana o denli sıkıntı veren Tanrı’nın karanlık yüzüyle ilgili bir şeylerden, kinciliğinden, tehlikeli öfkesinden, her şeye kadir oluşuyla yarattığı ve gene, her şeye kadir oluşu nedeniyle insanların zaaflarını bilmesi gerektiğinden ve yaptığı deneylerin sonuçlarını önceden bilmesine karşın insanların yolunu şaşırtmaktan zevk almasından ya da denemeye kalktığı yaratıklara karşı sergilediği anlaşılmaz tutumdan söz edilmesini umuyordum. Tanrı’nın gerçek kişiliği tam anlamıyla nasıldı? Böyle davranan bir insanın kişiliğini nasıl tanımlardık? Bu sorunun yanıtını sonuna dek düşünmeye cesaret edemedim. Bu bölümden sonra şunları okudum: “Tanrı kendine yeterli olmasına ve kendisi dışında hiçbir şeye gereksinme duymamasına karşın, dünyayı “kendi memnuniyetinden” yaratmış ve doğal dünyayı iyiliğiyle doldurmuştur. Ahlak dünyasını da sevgisiyle doldurmayı arzu etmektedir.”

İlk önce, şaşırtıcı gelen “memnuniyet” sözcüğüne takıldım. Neden ya da kimden memnundu? Yapıtına bakıp “İyi” dediğine göre dünyadan memnundu. Ama, işte benim anlamadığım da buydu. Dünyanın ölçülemez güzelliklerle dolu olduğuna kuşku yok ama öte yandan da korkunç. Kalabalık olmayan, tekdüze yaşanan taşranın küçük bir köyünde, “yaşlılık, hastalık ve ölüm” başka yerlere oranla ayrıntılarıyla çok daha açık gözler önüne serilir. Henüz on altı yaşında bile değildim ama insan ve hayvan gerçeğiyle ilgili birçok olaya tanık olmuş, okulda ve evde, dünyadaki acılar ve bozulmayla ilgili bir sürü şey duymuştum. Tanrı olsa olsa Cennet’ten memnun kalmış olabilirdi ama oraya zehirli yılan Şeytan’ı yerleştirerek Cennet’in görkeminin çok uzun sürmemesine de özen göstermişti. Yaptığından memnun kalmış olabilir miydi? Biedermann’ ın bunu demek istemediğine kuşkum yoktu; yalnızca dini öğretinin özelliği olan aldırmazlıkla, saçmaladığının bilincinde olmadan bir şeyler geveleyip duruyordu. İnsanın ve hayvanın suçu olmadan çektiği acılardan ürkütücü bir memnuniyet duyduğunu sanmıyordum ama bana, Tanrı’nın, bir yaratığın öbürünü yuttuğu ve yaşamın yalnızca ölmek için doğmak demek olduğu bir çelişkiler dünyasını yaratmayı amaçladığını düşünmek de pek mantık dışı gelmiyordu. Doğanın yasalarının “olağanüstü uyum”ları, ürkütücü bir gayretle evcilleştirilmiş bir kaos gibi geliyordu bana; yörüngeleri önceden saptanmış “sonsuz” yıldızlı gökyüzü de düzeni ve anlamı olmayan bir rastlantılar birikimi. Sözü edilen yıldız kümelerini doğru dürüst gören olmamıştı. Keyfi oluşumlardı.

Tanrı’nın doğal dünyayı iyiliğiyle doldurmasını anlayamıyordum. En azından bundan çok ciddi kuşku duyuyordum. Anlaşılan, bu da mantık yürütülmemesi, yalnızca inanılması gereken noktalardan biriydi. Tanrı en yüce iyilikse O’nun yarattığı bu dünya, neden bu denli kusurlu, bu denli acınası ve bozuktu? “Büyük bir olasılıkla Şeytan onu böyle zehirlemiş ve bir karmaşaya sürüklemiş,” diye düşünüyordum. İyi de Şeytan da Tanrı’nın bir yaratığıydı. Şeytanla ilgili şeyler okumalıydım. Çok önemli olduğu anlaşılıyordu. Bu yakıcı sorunu çözmek için yeniden Biedermann’ın Hıristiyanlık dogmalarıyla ilgili kitabına başvurdum. Acı çekmenin, kusurlu olmanın ve kötülüğün nedenleri nelerdi? Hiçbir şey bulamadım. Bu iş orada bitti. Anlaşılan bu dogmalar, güzel sözlerden başka bir şey değildiler. Daha da kötüsü, tek amacı gerçeği bulandırmak olan bir aldatmaca ve eşi benzeri olmayan bir aptallık örneğiydiler. Düş kırıklığına uğramıştım. Öfkelenmiştim bile. Babama bir kez daha acıdım; bu üçkâğıda kurban oldu diye.

Oysa başka yerlerde ve başka zamanlarda, benim gibi gerçeği arayan, mantıklı düşünebilen, kendilerini ve başkalarını kandırmak istemeyen ve dünyanın acı gerçeğini yadsımayan birileri olmuştu kuşkusuz. İşte tam o günlerde, annem, daha doğrusu annemin iki numaralı kişiliği durup dururken, “Bir ara, Goethe’nin Faust’unu okumalısın,” dedi. Goethe’nin bütün yapıtları vardı bizde. Faust’u seçip okumaya başladım. Ruhuma mucizevi bir merhem gibi geldi. “Sonunda, Şeytan’ı ciddiye alan birini buldum,” diye düşündüm. Üstelik, Tanrı’nın dünyayı kusursuz yapmak isteyen planına karşı olan biriyle ölümüne bir antlaşma yapıyor. Faust’un tutumuna üzüldüm, çünkü bence o denli tek yönlü olmamalı ve çabucak kanmamalıydı. Daha zekice ve daha namuslu davranabilirdi. Ruhu üzerine aldırmadan kumar oynarken ne kadar da çocuksu davranmıştı! Faust’un biraz palavracı olduğuna kuşku yoktu. Trajedinin ağırlığının ve öneminin Mephisto’nun üzerinde yoğunlaştığını düşünüyordum. Faust’un ruhunun Cehennem’e gitmesi beni hiç üzmezdi. Hak etmişti çünkü. Sonunda Mephisto’nun “aldatılmış Şeytan” olması hiç hoşuma gitmedi. Her şey olabilirdi ama aptal olamazdı. Ayrıca, küçük aptal meleklerin onu kandırabilmesi de hiç mantıklı gelmiyordu. Mephisto çok farklı bir bağlamda kandırılmış, o kişiliksiz geveze Faust, dalaveresini öbür dünyaya da taşıdığı için söz verilen haklarını alamamıştı. Gerçi saflığı orada ortaya çıkıyordu ama bence, aslında büyük gizemlerin derinliğine inme hakkını kazanmaya değer bir şey de yapmamıştı. Ben olsam, ona, biraz cehennem ateşini tattırırdım. Bence ana sorun, beni çok etkileyen Mephisto’ydu. Çok belirgin olmasa da annelere özgü gizemle bir bağlantısı olduğunu sezinliyordum. Uzun lafın kısası, Mephisto ve sondaki, aydınlanmaya başlama bölümü, bilinç dünyamı ucundan kenarından etkileyen gizem dolu, olağanüstü bir deneyim olarak kaldı.

Sonunda, kötülüğü ve onun evrensel gücünü görebilen insanların olduğunun kanıtını bulmuş, daha da önemlisi, insanları karanlıktan ve acıdan kurtarmada oynadığı gizemli rolü keşfetmiştim. Bu bağlamda, Goethe gözüme bir peygamber gibi gözüktü ama Mephisto’yu basit bir üçkâğıtla başından savmasını da bağışlayamıyordum. Teoride kalıyordu; ciddiyetten uzaktı ve sorumsuzcaydı. Goethe de, kötülüğü zararsız göstermek için kullanılan kurnaz yöntemlere tutsak olmuştu.

Trajediyi okurken, bir tür filozof olan Faust’un felsefeyle uğraşmaktan vazgeçmesine karşın, bir açıdan gerçeğe açık olabilmeyi öğrenmiş olduğunu anladım. O güne dek felsefeyle ilgili hiçbir şey duymamıştım. Yeni bir umut kapısı açıldı. “Bu sorunsalları irdelemiş filozoflar vardır, büyük bir olasılıkla. Benim adıma bunlara ışık tutmuş olabilirler,” diye düşündüm.

Babamın kitaplığında filozoflar olmadığı için –düşündükleri için tehlikeli olabilirler– Krug’un Allgemeines Handwörterbuch des philosophischen Wissenschaften’ın13 ikinci basımıyla (1932) yetinmek zorunda kaldım. Hemen Tanrı bölümüne baktım. Tanrı sözcüğünün etimolojik yapısıyla başlaması pek hoşuma gitmedi. Tartışılmaz “iyi” sözcüğünden geliyordu ve Ens summum ya da Perfectissimum demek oluyordu. “Ne Tanrı’nın ne de Tanrı düşüncesinin varlığı kanıtlanır,” diye sürüyordu. “Tanrı düşüncesi, aktif olmasa da, potansiyel olarak insanlarda olabilir ama bu denli zor bir düşünceye ulaşabilmemiz için zihinsel gücümüzün belirli bir oranda gelişmiş olması gerekir.”

Bu açıklama beni çok şaşırttı. “Bu filozofların nesi var?” diye sordum kendime. Oradan buradan duyduklarıyla yetinmişler. Din bilimiyle uğraşanlar, Tanrı’yla ilgili çelişkili şeyler söyleseler de, en azından, O’nun varlığından kuşku duymuyorlar. Bu Krug denen adam kendisini öylesine kaptırmış ve öyle ifadeler kullanıyor ki, Tanrı’nın var olduğuna yeterince inanmış olduğunu göstermek istediği gün gibi ortada. Bunu doğrudan söylese olmaz mı? Tanrı düşüncesini kendimizin ortaya çıkardığımızı ve bunu yapabilmemiz için de belirli bir aşamaya gelmiş olmamız gerektiğini sanki ilk kez, o düşünmüş gibi numara yapıyor. Bildiğim kadarıyla, ormanda çıplak dolaşan yerlilerin kafasında bile böyle bir kavram vardır ama onlar hiçbir zaman oturup da Tanrı düşüncesini oluşturan filozoflar olmadılar. Ben de bunu kendiliğimden oluşturmadım. Kuşkusuz, Tanrı’nın varlığı kanıtlanamaz. Örneğin, Avustralya yünü yiyen bir güve, başka güvelere, Avustralya’nın varlığını nasıl kanıtlar? Tanrı’nın varlığı, bizim kanıtlarımıza dayanmaz.

Tanrı’nın var olduğuna ben nasıl emin oldum? O’nunla ilgili bir sürü şey söylediler bana ama ben hiçbirine inanmadım. Tanrı düşüncesi böyle gelişmedi bende. Aslında bir düşünce bile değildi çünkü üzerinde düşünülmemişti. Düşlenen, sonra da üzerinde kafa yora yora inanılan bir şey değildi. Örneğin, Teslis kavramından hep kuşku duydum ve hiçbir zaman tam olarak inanmadım, oysa bu inanç bana Tanrı kavramından daha sık kabul ettirilmeye çalışıldı. Tanrı çoğu zaman ikincil kaldı. Tanrı’yı neden baştan varsaymıştım? Varlığı başımıza düşen bir tuğla kadar gerçek olmasına karşın, filozoflar her zaman bunu neden bir düşünce ya da keyfi bir varsayım gibi göstermeye çalıştılar?

O zaman işte, Tanrı’nın, en azından benim açımdan, tartışılmaz en önemli deneyim olduğuna karar verdim. Katedralle ilgili o ürkünç imgeyi ben uydurmamıştım ki! Tam tersine, acımasızca, bunun üzerinde düşünmeye zorlanmıştım. Sonra da, o tanımlanması zor inayeti duyumsamıştım. Olanlar denetimimde değildi. Bu filozoflarda bir gariplik olduğuna karar verdim. Tanrı’nın üzerinde tartışılabilecek bir varsayım olduğu gibi garip bir görüşleri vardı. Ayrıca, Tanrı’nın karanlık eylemleriyle ilgili ne bir görüş ne de bir açıklama bulabilmem, beni düş kırıklığına uğrattı. Din bilimciler açısından oldukça zor olan bir sorunsal olduğu için bu karanlığa özellikle filozofların ilgi duyması ve irdelemesi gerektiğini düşünüyordum. Görünüşte, filozofların bu konuyu duymamış bile olmaları beni daha da sarstı.

Bu nedenle, ondan sonra gelen ve ilgimi çeken Şeytan’la ilgili bölüme atladım. Orada, Şeytan’ı özünde kötü olarak alırsak, bilinen çelişkilere, yani ikileme düşeceğimiz yazıyordu. O nedenle, Şeytan’ın özünde iyi olarak yaratıldığını ama gururu nedeniyle bozulduğunu varsaymamızın daha iyi olacağı öneriliyordu. Yazarın, kötülükle ilgili bu varsayımı açıklarken, hiç olmazsa onu gurura bağlaması hoşuma gitti. Yazının geri kalan bölümünde, kötülüğün kaynağının “açıklanmamış ve açıklanamaz” olduğu anlatılıyordu. Bundan da, yazarın da, din bilimciler gibi, bu konuda kafa yormaya niyeti olmadığı sonucunu çıkardım. Kötülük ve kaynağıyla ilgili bölüm hiç de aydınlatıcı olmadı.

Burada anlattıklarım, uzun süre kesintilere uğrayarak birkaç yıl boyunca düşüncelerimin nasıl geliştiğinin bir özeti. Tümüyle ikinci kişiliğim yaptı bunu. Bu nedenle de, hiç kimseye söz etmedim bunlardan. Araştırmalarım için babamın kitaplığını kullandım. Gizlice yapıyordum bunu. İzin almamıştım. Birinci kişiliğim ortaya çıktıkça, gizlenmeden Gerstäcker’in bütün romanlarını ve İngiliz klasiklerinin Almanca çevirilerini okuyordum. Alman edebiyatına da merak sardım. Okulun, anlaşılmayacak bir yönü olmayan noktaları gereksiz açıklamalarla berbat ettiği Alman klasikleri dışında kalan klasikleri de okudum. Tiyatro, şiir, tarih ve daha sonraları da doğabilimle ilgili elime ne geçerse okudum. Okumak yalnızca ilginç gelmiyor, aynı zamanda, ikinci kişiliğimin kafasını sürekli meşgul eden ve beni giderek karamsarlığa iten konulardan uzak durmamı sağlıyordu. Dinsel sorular söz konusu olduğunda bütün kapılar yüzüme kapanıyor, arada bir kapı açılır gibi olduğunda, arkasında beni yeni bir düş kırıklığı bekliyordu. İnsanların tümüyle farklı dertleri vardı. Emin olduğum şeylerde tek başıma kalmıştım. Her şeyden çok biriyle konuşmak istiyor ama hiçbir noktada iletişim kuramıyor, tam tersine, başkalarında bir yabancılaşma ve bir güvensizlik duyumsamam beni iyice suskunlaştırıyor, bu da beni karamsarlığa itiyordu. Ne düşüneceğimi bilemiyordum. Neden hiç kimse benimkilere benzeyen deneyimlerden geçmedi diye şaşırıyordum. Bilim kitaplarında neden bu konuda hiçbir şey yok? Böyle deneyimlerden bir tek ben mi geçtim? Neden bir tek ben olayım? Duygularıma büyük baskı yapmalarına karşın, bana göre, Tanrı’nın aydınlığı ve karanlığı apaçık anlaşılan gerçeklerdi. Bu nedenle, deli olup olmadığım hiç aklıma gelmedi.

İtildiğim yalnızlığın tehlikeli olduğunu düşünüyordum. Başkalarından soyutlanmak demekti bu. Çoğu zaman beni, haksız olarak bir günah keçisiymişim gibi değerlendiriyorlardı. Bu durum bana daha da kötü geliyordu. Üstelik, okulda yalnızlığımı artıran bir olay da olmuştu. Konular ve özellikle de Almanca gramer ve cümle yapısı beni çok ilgilendirmediği için, Almanca dersinde orta bir öğrenciydim. Sıkılıyordum ve çalışmıyordum. Kompozisyon konuları bana yavan ve aptalca geliyor; yazdıklarım da bunu yadsımıyordu. Ya çalakalem bir şeyler yazıyor ya da zor zahmet bir şeyler karalayabiliyordum. Orta karar notlarla idare ediyordum. Değişik yönlerden üzerime baskı yapan o kahrolasıca yalnızlıktan ve farklı olmaktan ne olursa olsun kurtulmak istediğim için genelde göze batmamak işime geliyordu. Aptallıkları ve cehaletleri beni çok kızdırsa da, daha çok, benim gibi, nereden geldikleri belli olmayan ve pek parlak sayılmayan yoksul aile çocuklarına yakınlık duyuyordum. Aslında, nedeni, çok istediğim bir şeye sahip olmalarıydı. Basitlikleri bende bir gariplik olduğunu fark etmemelerini sağlıyordu. “Garip” oluşum bende, giderek, farkında olmadan itici yönlerim olduğu ve bu nedenle, öğrencilerin ve öğretmenlerin benden kaçtığı gibi tatsız, daha da doğrusu rahatsız edici bir düşünce oluşturmuştu.

Zihnimde bunu evirip çevirirken aşağıda anlatacağım olayla başıma yumruk yemiş gibi oldum: Nasıl olduysa beni ilgilendiren bir konuda bir kompozisyon yazmamız istendi. Coşkuyla işe koyuldum ve özenle yazılmış ve başarılı varsaydığım bir yazı yazdım. Beni çok ortaya çıkaracağı için en yüksek notu istemiyordum ama en azından en yüksek notlardan birini alacağımı umuyordum.

Öğretmenimiz kompozisyonları başarı sırasına göre sınıfta değerlendirirdi. İlk önce, sınıfın birincisi olana döndü. Bu da doğaldı. Onunkini öbür öğrencilerin kompozisyonları izledi. Sıramın gelmesini bekliyordum ama boşuna. “Bu zayıf öğrencilerinkinden daha da kötü olamaz yazdıklarım. Nasıl olur? Acaba, hors concours (yarışın dışında) muyum?” diye düşünüyordum. Bu öbürlerinden iyice ayrı olmak ve çok kötü bir biçimde ilgi çekmek demek olurdu.

Bütün kompozisyonlar bittiğinde, öğretmen, “Bir kompozisyon daha var. O da Jung’un,” dedi. “Tümünden iyi. Onu ilk okumam gerekirdi ama ne yazık ki sahtekârlık yapmış. Bunları nereden çektin? Gerçeği itiraf et.”

Öfke ve dehşetle ayağa fırladım. “Kopya çekmedim. İyi bir kompozisyon yazabilmek için çok uğraştım,” diye haykırdım ama öğretmen, “Yalan söylüyorsun! Böyle bir kompozisyonu dünyada sen yazamazsın. Kimseyi kandıramazsın. Şimdi söyle bakalım. Bunu nereden buldun?” diye bağırdı.

Boş yere suçsuz olduğumu kanıtlamaya çalıştım ama öğretmen inadından vazgeçmedi. Tehdit edercesine, “Bak, nereden kopya çektiğini bilsem, okuldan atılırsın,” dedi ve sırtını döndü. Sınıf arkadaşlarım bana garip bakışlar fırlatıyorlardı. Dehşet içinde, “Ya, demek böyle!” diye düşündüklerini anladım. Karşı çıkmalarıma kimse aldırmadı.

O andan sonra, mimlendiğimi ve garip varsayılmamamdan kurtulmaya yarayacak tüm yolların kapandığını anladım. Yüreğimden yaralandığım ve gururum çok kötü kırıldığı için öğretmenden intikam almaya yemin ettim. Elime bir fırsat geçseydi orman kanunlarını aratmayacak bir şeyler de olabilirdi. Kompozisyonu bir yerlerden çekmediğimi ona nasıl kanıtlayabilirdim acaba?

Günlerce, zihnimde sürekli buna yanıt aradım, ama hep buna gücümün yetmeyeceği sonucuna varıyordum. Bana yalancı ve hırsız damgasını vuran saçma sapan, kör bir talihin oyununa kurban gitmiştim. O güne dek anlayamadığım bazı şeyleri anladım, örneğin, okuldaki durumumu öğrenmek isteyen babama, öğretmenlerden birinin neden, “Orta bir öğrenci, ama çok gayret ediyor,” demesini de. Oldukça aptal ve yüzeysel buluyorlardı beni. Buna aldırmıyordum aslında. Kızdığım, kopya çekebileceğimi düşünerek moralimi sıfıra indirmeleriydi.

Öfkem ve üzüntüm denetlenemeyecek bir duruma geldi. Sonra, daha önceleri birkaç kez kendimde fark ettiğim bir şey oldu. Gürültülü bir yerin üzerine ses geçirmez bir kapı kapanmışçasına, ansızın içimde bir sessizlik oldu. Bir sorunun yanıtını merak ediyordum ama artık soğukkanlılıkla. Kendime, “Ne oluyor? Gerginsin anladık ama öğretmen aslında senin yapını anlayamayan aptalın biri. Daha doğrusu, onu, senden de az anlayabiliyor. Bu nedenle, o da senin kadar başkalarına güvenmiyor. Sen kendine ve başkalarına güvenmiyorsun ve bu nedenle, zayıf, basit ve kolayca anlaşılan insanların tarafını tutuyorsun. İnsan anlamadığı zaman telaşlanır,” dedim.

Bunları düşününce, ansızın, sine ira et studio, o yasak düşünceye dalmak istemediğim zamanlarda, zorla düşünmeye itildiğim birbiri ardına gelen düşüncelerle, bu düşüncenin benzeştiğini fark ettim. O zamanlar henüz, birinci ve ikinci kişiliklerim arasında bir ayrım olabileceğini düşünemiyordum. İkinci kişiliğimin dünyasını da, kişisel dünyamın bir parçası görmeme karşın, çok derinlerde, arka planda bir yerlerde, benden başka bir şeyin de bu işle bir bağlantısı olduğu duygusu beni hiçbir zaman bırakmadı. Sanki bana, sonsuz evrenin ve büyük yıldız dünyasının soluğu dokunmuş ya da çok uzun süre önce ölen ama zamana bağlı olmadığı için bugün de, çok uzak gelecekte de var olacak bir ruh görünmeden odaya girmişti. Bu tür dönüm noktaları, bir numenin başının üzerindeki ışık saçan halelere benzerler.

O zamanlar, kuşkusuz, kendimi böyle ifade edebilmem olanaksızdı. Bilinç durumumda o zamanlar olmayan bir şeyi varmış gibi göstermek amacında değilim. Amacım o zamanki duygularımı anlatabilmek ve şu andaki bilgimin yardımıyla, o yarı karanlık dünyaya ışık tutabilmek.

Bir süre önce anlattığım olaydan birkaç ay sonra, okul arkadaşlarım bana “Abraham Baba” takma adını uygun gördüler. Birinci kişiliğimin bunu saçma ve gülünç bulmasına ve nedenini hiç anlayamamasına karşın, çok derinlerde bu takma adın, nedense çok uygun olduğunu sezinliyordum. Derinlere değinen her şey bana acı veriyordu çünkü kent yaşantısıyla ilgili şeyler okudukça ve kent yaşantısını daha iyi tanıdıkça, artık gerçek olarak algıladıklarımın, taşrada birlikte büyüdüğüm dünyaya bakış açısından çok farklı bir düzene ait oldukları izlenimim de artıyordu. Nehirler, korular, gündüzleri üzerinde bulutların ve rüzgârın dolaştığı, güneşin parladığı, geceleri de onu saran karanlıkta tam anlaşılamayan şeylerin olduğu küçük bir köyün insanları ve hayvanları arasında büyümüştüm. Haritada görünen bir yer değildi yalnızca. Tanrı’nın dünyasıydı. Onu öyle düzenlemiş ve ona gizemli anlamlar yüklemişti. Oysa insanların bunun bilincinde olmadıklarına kuşku yoktu. Hayvanlar bile nedense bunu algılayabilecek duygularını yitirmişlerdi. Bunun kanıtı, örneğin, ineklerin hüzünlü ve yitik gözlerinde, atların ürkek bakışlarında ve umarsızca insanlardan ayrılamayan köpeklerin sadakatinde görülebilir. Evleri ve ambarları mesken seçen ve avlanma alanları olarak kullanan kedilerin özgüvenle attıkları adımlarında bile. İnsanlar da hayvanlar gibiydi ve onlar kadar bilinçsiz görünüyorlardı. İşe yarayan bir şeyler varsa, onlardan nasıl yararlanabilirim diye yere ya da ağaçların tepelerine gözlerini dikiyorlar, hayvanlar gibi sürüler oluşturuyorlar, çiftlere ayrılıyorlar ve savaşıyorlardı. Ne bütünleşmiş bir kozmosta ne de Tanrı’nın dünyasında, her şeyin, aslında doğmuş ve de aslında ölmüş olduğu bir sonsuzlukta yaşadıklarını göremiyorlardı.

Bize çok yakın oldukları ve bizim bilmezliğimizi paylaştıkları için bizim gibi ruhları olan tüm sıcakkanlı hayvanları çok seviyor ve birbirimizi içgüdüsel yollarla anladığımızı düşünüyordum. Konuşmak, keskinleşmiş bir bilinç ve bilim dışında, onlarla var olmanın temel öğelerini, sevinci ve acıyı, sevgiyi ve nefreti, açlığı ve susuzluğu, korkuyu ve güveni paylaşıyoruz. Alışılmış anlamda bilime hayranlık duymama karşın, onun bizi Tanrı’nın dünyasına yabancılaştırdığını ve bunun sonucunda, hayvanlarda olmayan bir bozulmaya yol açtığını düşünüyordum. Hayvanlar sevecen ve sadıktılar, değişken değillerdi. Onlara güvenebilirdiniz. İnsanlara gelince; onlara her zamankinden daha az güveniyordum.

Böcekleri hayvandan saymıyordum. Sürüngenler de, benim için, böceklerin aşağı yukarı bir üst düzeyinde ortalarda bir yerdelerdi. Bu gruba giren yaratıklar, gözlenen ve biriktirilen değişik nesneler gibiydiler. Bize yabancıydılar ve insanlığa uzaktılar. Kişisellikle ilgisi olmayan yaşamların göstergesiydiler ve insanlardan çok bitkilere yakındılar.

Tanrı’nın dünyasının yeryüzündeki göstergesi, doğrudan doğruya ondan gelen ve bir tür iletişimi sağlayabilen bitkiler dünyasıyla başlıyordu. Sanki, kendisini kimsenin görmediğini varsayan Yaratıcı’nın omzunun üzerinden bakarak, O’nun oyuncaklar ve süslemeler yapışını izliyordunuz. Buna karşın, insanlar ve doğru dürüst hayvanlar Tanrı’nın bağımsızlığını elde etmiş parçalarıydı. Bu nedenle hareket edebiliyor ve meskenlerini seçebiliyorlardı. Oysa bitkiler iyi durumda da, kötü durumda da olsalar yerlerinden kımıldayamıyorlardı. Kendilerine özgü amaçları olmadan ve hiç sapma göstermeden, Tanrı’nın dünyasının güzelliğini ve düşüncelerini ifade ediyorlardı. Ağaçlar gizem doluydu ve bence, yaşamın anlaşılması olanaksız anlamının nesnelleşmesiydiler. Bu nedenle, insanın bu anlamı ve onun şaşırtıcı işlemlerini en yakından duyumsadığı yerler ormanlardı.

Bu izlenimim, gotik katedralleri görmemle pekişti. Kozmosun sonsuzluğu, anlam ve anlamsızlık kaosu, bireysel olmayan bir amaç ve mekanik yasalar, onlarda taşla sarılmıştı. Taş, varoluşun kendisi olmakla kalmıyor, onun dibi olmayan gizemini de içeriyordu. Ruhun somutlaşmış biçimiydi. Taşı, tam bilinçli olmasa da, kendime o denli yakın hissetmemin nedeni, hem canlı hem de ölü maddenin ilahî yapısını özümsemiş olmasıydı.

Daha önce de değindiğim gibi, duygularımı ve sezgilerimi o zamanlar doğru dürüst ifadeye gücüm yetmiyordu çünkü tümü iki numaralı kişiliğimde oluşuyordu ve algılayabilen işlevsel egom hareketsizdi. Yüzyıllara ait olan “yaşlı adam”ın dünyasının içine çekilmişti. İlginç olan, yaşlı adamı ve etkisini düşünmeden yaşamamdı. Varlığı ortaya çıktığı zamanlarda, bir numaralı kişiliğim tümüyle yok olurcasına geri plana çekiliyor, bir numaralı kişiliğimle giderek özdeşleşen egom sahnede yerini aldığında da, yaşlı adam, o da aklıma gelirse, uzak ve gerçekle ilgisi olmayan bir düşe dönüşüyordu.

On altı ve on sekiz yaşlarım arasında, içinde bulunduğum ikilemin üzerindeki bulutlar yavaş yavaş dağılmaya başladı ve içine düştüğüm karamsar ruh hallerim azaldı. Bir numaralı kişiliğim giderek daha belirgin bir biçimde ortaya çıkıyor, okul ve kent yaşamı zamanımı dolduruyordu. Bilgimin artması da giderek sezgisel yargılarımı etkiledi ya da bastırdı. Bilinçli olarak kısıtladığım soruların peşinden, sistematik bir biçimde gitmeye başladım. Felsefe tarihine kısa bir giriş okumuş ve bu alanda düşünülenlerin tümüyle ilgili, çok genel de olsa, biraz bilgi edinmiştim. Sezgilerimin tarihsel yandaşlarının olması beni çok rahatlattı. Özellikle, Pithagoras, Herakleitos, Empedokles ve Platon’un düşünceleri çok ilgimi çekti. Savlarını, biraz fazla uzun savunmasına karşın, Sokrates’inkiler. Düşünceleri akademikti; bir resim galerisindeki resimler gibi güzel ama biraz yabancıydılar. Tümüyle anlamasam da, yalnızca Meister Eckhart’ta bir yaşam soluğu bulabildim. Skolastik Hıristiyan Düşünce beni hiç etkilemedi, Aziz Tommaso’nun Aristo entelektüalizmini de bir çöl kadar kuru buldum. “Tümü, mantık oyunları yaparak, aslında kendilerinde olmayan ve de bilmedikleri bir şeyleri zorla ortaya koymaya çalışıyorlar, bir inancı kendilerine kanıtlamak istiyorlar, oysa bu bir deneyim sorunudur,” diye düşünüyordum. Onları, fil diye bir hayvan olduğunu yalnızca duyup böyle bir hayvanın var olduğunu ve gerçekte yapısının da söyledikleri gibi olduğunu mantıksal dayatmalarla kanıtlamaya kalkan insanlara benzetiyordum. On sekizinci yüzyılın eleştirel felsefesi ilk önceleri belli nedenlerden hoşuma gitmedi. On dokuzuncu yüzyıla gelince, Hegel’in kendini beğenmiş ve akıcılıktan uzak dilini itici buldum ve ona hiç güvenemedim. Sözcüklerden kurduğu dört duvar arasında tutsak kalıp abartılı el kol hareketleriyle meramını anlatmaya çalışıyor gibi geldi.

Araştırdıklarım arasında bulduğum hazine Schopenhauer’di. Öbürlerinin farkına bile varmadıkları, vardıklarında da tümü kapsayan bir uyum ve anlaşılırlıkla çözümleyiverdikleri, bizi gözle görülür bir biçimde alev alev saran dünyadaki acılardan, karmaşadan, ihtirastan ve kötülükten söz eden ilk oydu. Sonunda, evrenin temelinde her şeyin iyiliğe yönelik olmadığını görebilecek yüreklilikte bir düşünür çıkmıştı. Ne Yaratıcı’nın tümüyle iyi ve bilge âleminden ne de evrenin uyumundan söz ediyor, sözü dolandırmadan insanlık tarihinin izlediği acı dolu yolun ve doğanın acımasızlığının altında temel bir hatanın yattığını söylüyordu. Bu hata dünyayı yaratan iradenin körlüğüydü. Söyledikleri benim daha önceki gözlemlerimi haklı çıkarıyordu. Can çekişen hastalıklı balıklar, perişan tilkiler, donmuş ya da aç kuşlar ve çiçeklerle bezenmiş tarlalarda gizli, acımasız trajediler görmüştüm. Karıncalar işkence yapa yapa solucanları öldürüyor, böcekler birbirini lime lime ediyordu. İnsanlarla ilgili deneyimlerim de beni, insanın özünde iyi ve temiz olduğuna inandıramamıştı. Kendimi, bir hayvandan ancak yavaş yavaş ayırabildiğimi anlayabilecek kadar tanıyordum.

Schopenhauer’in karanlık dünya tablosuna tümüyle katılıyordum ama önerdiği çözüme değil. “İrade” sözcüğüyle aslında Tanrı’ya, yani Yaratıcı’ya gönderme yaptığına kuşkum yoktu ve O’nun kör olduğunu söylüyordu. Deneyimim bana, Tanrı’nın bunları kendisine küfür diye almadığını, tersine, insanın parlak yönleri kadar karanlık ve tanrıtanımaz yönlerini de ortaya çıkarması için onu yüreklendirebildiğini göstermişti. Bu nedenle, Schopenhauer’in bakış açısı beni hiç rahatsız etmedi. Gerçeklerin haklı çıkardığı bir yargı diye aldım bunu ama kuramında zihnin, iradeyi tersine çevirmek için bir imge olarak karşısına çıkmasının yeterli olacağını belirtmesi, beni iyice düş kırıklığına uğrattı. İrade kör olduğuna göre bu imgeyi nasıl görebilecekti? Gördüğünü varsaysak bile, imge, tümüyle iradesinin emeğini göstereceğine göre, tersine hareket etmesi için onu nasıl ikna edebilecektik? Ayrıca zihin neydi? Bir ayna değildi; insan ruhunun bir işleviydi. Bir çocuğun, güneşin kamaşacağını umut ederek ona doğru küçücük bir ayna parçası tutması gibi bir işlev görüyordu. Schopenhauer’in bu denli yetersiz bir yanıtla tatmin olmasına çok şaşırmıştım.

Bu nedenle, onu daha iyi irdelemek zorunda hissettim kendimi. Kant’a olan yakınlığı beni giderek etkiledi. Kant’ı okumaya başladım. Özellikle de, Arı Usun Eleştirisi adlı kitabı derin düşüncelere dalmama neden oldu. Emeklerim boşa çıkmadı. Schopenhauer’in düşünce sistemindeki kusuru buldum. Daha doğrusu, öyle varsaydım. Metafiziksel bir ifadeyi bir varsayıma dönüştürmek gibi bağışlanamaz bir günah işlemiş ve bir sürü özellikler yakıştırmıştı. Bunları Kant’ın bilgi kuramından çıkardım. Böylece, daha da aydınlanmış oldum. Eğer bu olasıysa Schopenhauer’in karamsar dünya görüşü de olasıydı.

Felsefede gelişmem on yedi yaşımdan tıp eğitimime başlayana dek sürdü ve dünyaya ve yaşama karşı tutumumu çok değiştirdi. Çekingen, içedönük ve kuşkucuydum. Zayıftım ve yüzüm solgundu. Pek sağlıklı olmadığım kesindi ama sonra, her şeye karşı büyük bir açlık duymaya başladım. Ne istediğimi biliyor ve onun arkasından gidiyordum. Daha dışadönük olduğum için insanlarla daha rahat iletişim kurabilmeye başladım. Yoksulluğun özürlü olmak demek olmadığını ve acıyı getiren ana neden olmakla uzaktan yakından bir ilgisi olmadığını ve zengin çocuklarının da, yoksullara ve iyi durumda olmayan çocuklara oranla daha çok avantaja sahip olmadıklarını anladım. Mutluluğun ya da mutsuzluğun, cep harçlığının oranıyla bir bağlantısı olmadığını, çok daha derin nedenleri olduğunu da. Geçmişe oranla çok daha fazla ve çok daha iyi arkadaşlıklar kurar oldum. Ayaklarım yere daha iyi basmaya başladı. Düşüncelerimi açıkça söyleyebilecek yürekliliği bile buluyordum. Oysa bunun, pişman olunacak bir yanılgı olduğunu anlamam uzun sürmedi çünkü yalnızca, utandırma ve alayla değil, aynı zamanda düşmanca bir terslemeyle karşılaşıyordum. Şaşkınlık ve üzüntü içinde, bazı insanların beni yüksekten atan palavracı biri olarak değerlendirdiklerini anladım. Geçmişteki kadar etkili olmasa da, üçkâğıtçı olduğum suçlaması yinelendi. İlgimi çeken bir kompozisyon konusu yüzünden oldu bu gene. Yazıma büyük özen göstermiş, ifademin parlak olması için uğraşmıştım. Sonuç tam bir felaketti. Öğretmen, “Bu da Jung’un kompozisyonu,” dedi. “Düşünceler çok iyi ama öylesine baştan savma yazılmış ki! Hiç özen göstermediği belli. Sana bir şey söyleyeyim Jung. Yaşamın boyunca böyle kolaya kaçarak idare edemezsin. Yaşam ciddiyet, sorumluluk, çok çalışma ve çaba gerektirir. D.nin kâğıdına bak. Senin kadar parlak düşünceleri belki yok ama dürüst ve çok uğraşmış. Sorumluluğunun bilincinde. Yaşamda başarı ancak böyle elde edilir.”

Duygularım daha önceki olaydaki kadar zedelenmedi. Ne de olsa öğretmen, söylediklerine karşın, yazdıklarımdan etkilenmişti. Ayrıca, beni bir yerlerden çalmakla suçlamıyordu. Kınamasına karşı çıktım ama beni, “Ars Poetica, en iyi şiirin, yaratma çabasının hiç belli olmadığı şiir olduğunu söyler. Senin yazında böyle bir şey olduğuna beni inandıramazsın. Hiç uğraşmadan, üstünkörü bir şeyler yazmışsın,” deyip başından savdı. Yazımda birkaç iyi nokta olduğunu biliyordum ama öğretmen onlara değinmek zahmetine katlanmadı.

Bu olay beni oldukça üzdü ama daha da kötüsü sınıf arkadaşlarımın kuşkularıydı. Beni eski yalnızlığıma ve karamsarlığıma itmekle tehdit ediyorlardı. Suçlamalarını haklı çıkaracak ne yaptığımı düşünmekten başım çatlıyordu. Belli etmemeye çalışarak sordum soruşturdum ve ara sıra bilme olanağım olmayan şeylere değindiğim ya da yorumlarda bulunduğum için zihinlerinde bir soru işareti uyandırdığımı keşfettim. Örneğin, okulda henüz görmediğimiz paleontolojiyi ya da Kant’ı ve Schopenhauer’i biliyormuş numarası yapıyormuşum. Bu şaşırtıcı keşifler bana, tüm yakıcı soruların günlük yaşantıyla ilgisi olmadığını ve benim büyük gizim gibi konuşulmaması daha doğru olan Tanrı’nın dünyasıyla ilgili olduğunu öğretti.

O günden sonra “gizli” konulardan okul arkadaşlarıma hiç söz etmez oldum. Yetişkinler arasında da beni kendini öven bir sahtekâr olarak görme tehlikesini göze almadan konuşabileceğim biri yoktu. En acı veren de, içsel dünyamın parçalanıp dünyamın ikiye bölünmesinden duyduğum çaresizlikti. Beni hiçbir özelliği olmayan günlük yaşantımdan koparıp Tanrı’nın kısıtlamasız dünyasına iten olaylar art arda geliyordu.

“Tanrı’nın dünyası” diye nitelemem bazılarına duygusallık gibi gelebilir. Bana hiç öyle gelmiyordu. “Tanrı’nın dünyası” insanüstü olan her şeyi içeriyordu: göz kamaştırıcı ışık, boşluğun karanlığı, sonsuz evrenin ve zamanın duyarsız aldırmazlığı ve mantığa sığmayan rastlantılar dünyasının gizemli garipliği; tümünü. “Tanrı” benim için her şeydi ama eğitici değildi.

IV

Yaşım ilerledikçe, annem, babam ve başkaları bana ne olmak istediğimi daha sık sormaya başladılar. Düşüncelerim beni değişik yollara çekiyordu, bu nedenle, ben de kesin bilmiyordum. Bir yandan gerçeklere dayanan bilimi çok çekici buluyor, öbür yandan, karşılaştırmalı dinle ilgili her şey beni büyülüyordu. Temel bilimler arasında zooloji, paleontoloji ve jeoloji, sosyal bilimlerde de, Yunan ve Roma, Mısır ve tarihöncesi arkeoloji, gözdelerimdi. Değişik alanlardaki seçimlerimin, ikili kişiliğimle yakın bağlantısı olduğunun bilincinde değildim o zamanlar. Temel bilimlerin somut verilere dayanmaları ve geçmişleri ilgilendiriyordu beni. Karşılaştırmalı dinde de, felsefeyi de içeren, ruhsal sorunsallar. Birincilerde anlam öğesini göz önünde bulundurmuyordum, ikincilerde de deneyselliklerini. Bilimle ilgili olanlar, önemli bir bağlamda, birinci kişiliğimin gereksinmelerini karşılıyor, insancıl ve tarihsel olanlar da ikinci kişiliğimin öğrenmesine yardımcı oluyorlardı.

İkisi arasında parçalandığım için uzun bir süre neye karar vereceğimi bilemedim. Anne tarafından aile büyüğümüz olan büyük dayım, Basel’deki St. Alban’ın başrahibiydi. Beni sürekli din eğitimine ittiğinin farkına varmıştım. Hepsi din adamı olan oğullarıyla yemekte yaptığı bir sohbeti can kulağıyla dinlemiş olmam gözünden kaçmamıştı. Üniversitenin baş döndürücü yüksek bilgisiyle bağlantıları olduğu için, onların, babamdan daha çok şey bilen din adamları olup olup olmadıklarını merak ediyordum. Bana, yapılan bu tür sohbetlerde hiç de gerçek deneyimlere değiniliyor gibi gelmiyordu. En azından, benim deneyimlerime. İncil’de anlatılan olaylarla ilgili doktrinleri tartışıyorlardı yalnızca. İnanması zor sayısız mucizenin gerçekleşmiş olduğu varsayımı beni çok rahatsız ediyordu.

Lisedeyken, her perşembe günü, sözünü ettiğim amcanın evinde yemek yememe izin verilirdi. Ona, yalnızca yemek nedeniyle değil, aynı zamanda, sofrada kaçırılmaz bir fırsat olarak gördüğüm olgun, zeki ve entelektüel bir sohbete tanık olabilmemi sağladığı için minnettardım. Bizde bu tür entelektüel sohbetler yapılmazdı. Bu nedenle, böyle konuşmaların olduğunu görmem benim için olağanüstü bir deneyim oluyordu. Ara sıra babamla ciddi konularda konuşmaya kalktığımda, her zaman beni şaşırtan bir sabırsızlıkla ve gergin bir savunmayla karşılaşıyordum. Zavallı babamın, içindeki kuşkular onu yiyip bitirdiği için düşünmeye cesaret edemediğini ancak birkaç yıl sonra anladım. Kendinden kaçtığı için körü körüne bir inancı inatla sürdürüyordu. İnancı, uğraş vererek elde etmek istiyor, ürperti veren bir gayretle çabalıyor ve bu nedenle inanç ona bir inayet olarak kendiliğinden gelmiyordu.

Kuzenlerim ve dayım, kilise adamlarının dogmalarını ve doktrinlerini sakin bir biçimde tartışabiliyorlardı. Modern din bilimcilerin düşüncelerini de. Kuşku gerektirmeyen bir dünya düzeninde kendilerini güvende hissediyor gibiydiler. Bu dünyada Nietzsche’ nin yeri yoktu. Jakob Burckhardt da arada sırada diş bilenircesine bir iltifata mazhar olabiliyordu. Burckhardt “liberal”di. Özgür düşüncede aşırıya kaçıyordu. Sonsuz düzene biraz aykırı kaçtığını anlıyordum. Amcamın din bilime ne denli uzak olduğumdan haberi olmadığından emindim. Onu düş kırıklığına uğratmak beni çok üzerdi. Başıma gelecekleri bildiğim için sorunlarımı ona açma cüretini gösteremezdim. Kendimi savunmam olanaksızdı. Üstelik birinci kişiliğim dizginleri hızla ele geçirmişti ve zayıf da olsa, bilimle ilgili bilgim, zamanın bilimsel maddeciliğiyle yoğrulmuştu ve bu durumu yalnızca tarihsel kanıtlar ve görünüşe göre çevremde kimsenin anlamadığı Kant’ın Arı Usun Eleştirisi adlı yapıtı zorlukla engelleyebiliyordu. Din bilimci dayım ve kuzenlerim Kant’ tan övgüyle söz ederlerdi ama prensiplerini hiçbir zaman kendilerine uygulamaya kalkmazlar, yalnızca karşı düşünceleri zayıflatmak için kullanırlardı. Bu konuda da ağzımı açmazdım.

Sonunda, dayım ve ailesiyle sofraya oturmak beni giderek rahatsız etmeye başladı. İyice yerleşmiş suçluluk duygum yüzünden perşembe günleri kâbusa dönüşmeye başladı. Arada sırada ortaya çıksalar bile, zihni kamçılayan düşüncelere aç olmama karşın bu toplumsal ve ruhsal açıdan güvenli dünyaya giderek uzak düşüyordum. Dürüst davranmadığım için utanç duyuyor, “Sen bir üçkâğıtçısın, sana karşı iyi niyet besleyenleri aldatıyorsun. Bu insanların toplumsal ve entelektüel bir kesinlik içinde yaşamaları, yoksulluğu bilmemeleri ve dinlerinin aynı zamanda para kazandıkları meslekleri olması onların suçu değil. Bu insanların, Tanrı’nın bir insanı, huzurlu ruhsal dünyasından koparıp O’na karşı gelmeye mahkûm edebileceklerinden haberleri yok. Hiçbir biçimde bunu onlara açıklayamam. Bu ayıbı yüklenmeli ve buna dayanmayı öğrenmeliyim,” diyerek kendi kendime itiraflarda bulunuyordum. Oysa o güne dek bunu başaramamıştım.

Ahlaksal çelişkinin verdiği huzursuzluk arttıkça, ikinci kişiliğimden giderek daha çok kuşkulanmaya ve ondan hoşlanmamaya başladığım gerçeğini kendimden saklayamaz oldum. İkinci kişiliğimi yok etmeye çalıştım ama bu da olmadı. Okulda ya da arkadaşlarımla olduğum zaman yok oluyordu. Fen derslerini çalışırken de. Evde ya da kırlarda, kendimle baş başa kalır kalmaz Schopenhauer ve Kant var güçleriyle geri dönüyorlar, beraberlerinde de “Tanrı’nın dünyası”nın görkemini getiriyorlardı. Bilim bilgim de bu düşüncenin bir parçasıydı ve kanaviçeyi canlı renkler ve desenlerle dolduruyordu. Böyle durumlarda, birinci kişiliğim ve meslek seçimiyle ilgili kaygılarım gözden kayboluyorlar ve sanki XIX. yüzyılın son on yılı içinde olmuş, önemsiz olaylara dönüşüyorlardı. Yüzyıllara yaptığım keşif gezilerinden baş ağrılarıyla dönüyordum. Ben, daha doğrusu birinci kişiliğim burada ve bu çağda yaşıyordu ve er ya da geç hangi mesleği sürdürmek niyetinde olduğunu belirlemesi gerekiyordu.

Birçok kez, babam beni karşısına alıp konuştu. İstediğim mesleği seçmede özgür olduğumu ama ona sorarsam din bilimden uzak durmamı öğütleyeceğini söyledi. Üstüne basa basa, “Ne olursan ol, din adamı olma!” dedi. Böylece aramızda sessiz bir anlaşma yapılmış oldu. Buna göre, bazı şeyler yorumlanmadan söylenebiliyor ya da yapılabiliyordu. Kiliseye gitmekten olabildiğince kaçındığımı ya da din toplantılarına katılmadığımı yüzüme vurmuyordu artık. Kiliseden ne kadar uzaksam, kendimi o kadar rahat hissediyordum. Cemaat toplantılarını hiç özlemiyordum. Özlediğim, orgun sesiydi. Bu tür toplantıların benim için bir anlamı yoktu. Bence, dünya işleriyle ilgili insanların oluşturduğu topluluklar, alışkanlık nedeniyle düzenli kiliseye gidenlerinkinden çok daha gerçek topluluklara benziyorlardı. Belki daha az erdemliydiler ama bu hoş insanların duyguları daha doğaldı. Daha uyumlu ve daha neşeliydiler; içten ve sıcaktılar.

Babamı din adamı olmayı kesinlikle düşünmediğime ikna etmeyi başarmıştım ama hâlâ sosyal bilimlerle fen bilimleri arasında bocalayıp duruyordum. İkisi de benim için aynı oranda çekiciydi. İkinci kişiliğimin pied-á-terre’i (ayakları yere basma) yoktu. O ortaya çıktığı anlarda, kendimi bin gözlü evrenin gözlerinden biri gibi hissedebiliyor ve andan ve mekândan kopup yükselebiliyordum ama yeryüzündeki bir çakıl taşı kadar bile hareket etme yeteneğimin olmadığını da biliyordum. Birinci bu edilgenliğe isyan ediyor, hareket edip bir şeyler yapmayı arzuluyordu ama o süreçte çözümü olmayan bir çelişkinin ortasında sıkışıp kalmıştı. Anlaşılan, ne olacağını görmem için beklemem gerekiyordu. Ne olacağımı soranlara yanıtım hazırdı. Aslında Asur ve Mısır arkeolojisini düşünerek, “Filolog,” diyordum. Bir yandan da, özellikle annem ve kız kardeşimle birlikte geçirdiğim tatiller sırasında, boş zamanlarımda fen ve felsefe çalışmayı sürdürüyordum. Anneme koşup, “Çok sıkılıyorum. Ne yapacağımı bilemiyorum,” diye dert yandığım günler geride kalmıştı. Hoşça vakit geçirdiğim tatiller yılın en iyi zamanları oluyordu. Üstelik, babam, her yıl yaz tatilini Sachseln’de geçirdiği için evde olmuyordu.

Yalnızca bir kez, tek başıma tatile çıkma olanağı doğdu. On dört yaşındayken, süregelen iştahsızlığıma ve inişli çıkışlı sağlığıma iyi gelir diye kür önermişlerdi. Entlebuch’a gittim. İlk kez, yetişkin yabancıların arasında kalmıştım. Beni Katolik rahibin evine yerleştirdiler. Benim için hem bir karabasan hem de büyüleyici bir maceraydı bu. Rahibi doğru dürüst görmüyordum bile. Eve bakan kadın da terslemeye yatkın biriydi ama fazla korkulacak bir yanı da yoktu. Sorun da çıkmadı. İyileşme dönemlerini geçirenler için kurulmuş, otel ve sanatoryum karışımı o yeri işleten bir taşra doktorunun denetimi altındaydım. Karma bir topluluktuk. Çiftçiler, küçük memurlar, tüccarlar ve içlerinde en büyük onura ermiş, yani doktora yapmış bir kimyagerin de bulunduğu, Basel’den gelme birkaç iyi yetişmiş insan vardı. Babam da doktora yapmıştı ama yalnızca bir dilbilimciydi. Kimyagerse benim için büyüleyici bir yenilikti. Karşımda bir bilimadamı duruyordu ve taşların gizemini anlayabilmesi olasıydı. Genç sayılabilecek biriydi ve bana kroke oynamayı öğretti ama (varsayılan) derin bilgisinden koklatmadı bile. Ben de ona bir şey soramayacak kadar utangaç, özgüvensiz ve cahildim. Ona, o güne dek tanık olduğum doğanın gizemlerine ya da hiç olmazsa bazılarına ulaşmış, ilk kanlı canlı insan olduğu için saygı duyuyordum. Benimle aynı sofrada oturuyor, aynı yemeği yiyor, ara sıra birkaç sözcük bile paylaşıyordu. Kendimi yetişkinlerin daha üst düzeydeki dünyasına geçmiş gibi hissediyordum. Daha üst düzeyde bir yer edinmem, orada kalanlar için düzenlenen gezilere katılmama izin verildiğinde daha da pekişti! Bu gezilerden birinde, içki yapılan bir yeri gezdik. Yapılan içkilerin tadına bakmamızı önerdiler. Bu durum tam da, “Al sana, yaklaşıyor başımıza iş açacak biri, / Çünkü bu içeçeğin adı içki”14 dizelerinin gerçeğe dönüşmesine uygundu. Değişik içkilerle dolu kadehler beni öylesine esinlendirdiler ki, tümüyle hiç beklenmedik yeni bir bilinç sürecine girdim. Ne içerisi ne dışarısı, ne ben ne başkaları, ne 1 no ve 2 no, ne özlem ne de çekingenlik kalmış; yeryüzü ve gökyüzü, dünya ve onun içinde sürünen, uçan, dönen, yükselen ya da düşen ne varsa bir bütüne dönüşmüştü. Zafer kazanmışçasına, utanç verici muhteşem bir sarhoşluk vurmuştu beni. Bir mutluluk denizinde boğuluyor gibiydim ama dalgalar öylesine kabarıyordu ki, sallanan sokaklar ve gidip gelen evler ve sokaklar arasında gözlerimle, ellerimle ve ayaklarımla gördüğüm nesnelere tutunmak zorunda kalıyordum. “Harika ama bu kadarı da fazla!” diye düşünüyordum. Deneyimim çok kötü sonuçlandı, ama belleğimde, aptallığım yüzünden berbat ettiğim bir keşif ve güzelliği ve anlamı kavrama olarak yer etti.

Kalma sürem dolunca babam beni almaya geldi. Ne büyük bir mutluluk! Birlikte Lozan’a gittik ve oradan bir gemiye bindik. Böyle bir şeyi ilk kez görüyordum. Makinelerinin nasıl çalıştığını daha doğru dürüst göremeden Vitznau’ya vardığımızı söylediler. Köyün üzerine kule gibi eğilen bir dağ gördüm. Babam, bu dağın adının Rigi olduğunu ve yukarıya dişli bir trenin çıktığını söyledi. Küçük bir istasyona gittik. Orada, kazanı neredeyse diklemesine duran dünyanın en garip lokomotifi duruyordu. İçindeki oturma yerleri bile eğriydi. Babam elime bir bilet tutuşturdu ve “Tek başına doruğa çıkabilirsin. Ben burada kalacağım. İki kişi çok pahalıya çıkar. Dikkat et, bir yerini kırma,” dedi.

Sevinçten dilim tutuldu. O güne dek, gördüğüm dağlardan daha da yüksek bu yüce dağın dibinde duruyordum. Uzaklarda kalmış çocukluğumun alev alev yanan doruklarına çok uzak değildim artık. Neredeyse yetişkin bir erkeğe dönüşmüştüm. O gezi için kendime bambu bir baston ve bir İngiliz jokey kepi satın almıştım. Bir dünya gezginine de bunlar yakışırdı. Şimdi de bu yüce dağa tırmanacaktım! Dağ mı daha büyüktü, yoksa ben mi? Bilemiyordum. Olağanüstü lokomotif puf diye güçlü bir ses çıkarttıktan sonra beni, ince havanın içinde, gıcırdaya gıcırdaya, aklın almayacağı uzaklıklara bakabileceğim doruğa çıkardı. “Evet, işte benim dünyam burası,” diye düşündüm. “Gerçek dünya, gizem! Ne öğretmenler ne okul ne de yanıtsız kalan sorular var burada. İnsan burada, hiçbir şey sormadan var olabiliyor.” Çevrede çok derin yarlar olduğu için patikalardan ayrılmamaya özen gösterdim. Orada hafife alınacak hiçbir şey yoktu. Tanrı’nın eviydi orası. O’nun fiziksel varlığını hissedebiliyor, saygılı ve sessiz olunması gerektiğini algılayabiliyordum. Babamın bana verdiği en değerli ve en güzel armağan buydu.

Öylesine derinden etkilenmiştim ki, ondan sonra Tanrı’nın evinde olup bitenler belleğimde hiç yer etmemiş. 1 no da kendi başına o geziye katılmıştı. Onun etkilendikleri beni bir ömür boyu izledi. Bugün bile kendimi erginliğe varmış ve bağımsız, başımda siyah bir şapka, elimde parlak bir baston, Lozan Gölü’nün kenarındaki olağanüstü şık otellerden birinin terasında ya da Vitznau’nun güzel bahçelerinden birinde, üzerine güneş ışınları serpiştirilmiş bir tentenin altındaki masalardan birinde oturduğumu, bir yandan altın sarısı tereyağı ve değişik reçellerle kruvasan yerken, bir yandan da, uzun yaz günü boyunca yapacağım gezileri düşündüğümü, kahvem bitince de hiç telaşa kapılmadan düzgün adımlarla ağır ağır beni Gotthard’a ve dorukları ışıldayan buzullarla kaplı dev dağların eteklerine götürecek buharlı bir gemiye doğru yürüdüğümü düşlerim.

Bu fantezi yıllar boyu, çok çalışmaktan bitap düştüğüm ve dinlenmek için bir yer aradığımda her zaman ortaya çıktı. Gerçek yaşamdaysa bu lüksü, kendime birçok kez söz vermeme karşın hiçbir zaman gerçekleştiremedim.

Bilinçli yapılmış o ilk yolculuğumdan bir ya da iki yıl sonra bir gezi daha yaptım. Sachseln’de tatil yapan babamı ziyaret etmeme izin verilmişti. Oradaki Katolik rahiple dostluk kurduğunu öğrenmem beni etkileyen bir haber oldu. Benim gözümde bu olağanüstü bir cüretti. Gizliden gizliye babamın yürekliliğine hayran kaldım. Oradayken, Flüeli münzevi hücresini ve aziz mertebesine ulaşmış Peder Klaus’tan geriye kalanları ziyaret ettiğimde, Katoliklerin onun aziz mertebesine ulaştığını nereden bildiklerini merak etmeye başladım. Belki de, çevrede dolaşmayı sürdürüyor ve insanlara aziz olduğunu kendisi söylüyordu. Olduğu gibi kalmış o yerler beni çok etkiledi. Tanrı’ya adanmış öyle bir yaşam olabileceğini bırakın anlamayı, gözümün önüne bile getiremiyordum. Yanlarında yanıtlayamadığım bir soruyu da getiren o düşüncelerden ürperdim. Babamı sevmemin nedeni, kusurları ve yetersizliğiydi. Azizin ailesi bir azizi koca ve baba olarak nasıl kaldırabiliyordu? “Sahi, bir azizle nasıl yaşanır?” diye düşündüm. Anlaşılan, o da, bunun olanaksızlığını anlamış ve münzevi olmuştu. Münzevi hücresi evinden çok uzakta değildi. Bir evde aileyi barındırıp biraz uzakta, içinde bir yazı masası olan bir kulübede bir yığın kitap arasında, ocakta kestane kebap yapıp, sacayağının üzerinde çorba pişirmenin hiç de fena bir fikir olmadığına karar verdim. Kutsal sayılan bir aziz olacağıma göre, kiliseye gitmem de gerekmezdi. Özel şapelim olurdu.

Bu düşünceler içinde, münzevi hücresinden yukarıya doğru tırmandım. Aşağıya inmeye karar verdiğimde, solumda genç bir kızın narin bedeni belirdi. Yöresel giysiler vardı üzerinde. Yüzü çok hoştu. Beni dost gözlerle selamladı. Dünyanın en doğal şeyiymişçesine vadiye birlikte indik. Aşağı yukarı benimle yaşıttı. Kuzenlerimden başka kız tanımadığım için utanıyor, ne diyeceğimi bilemiyordum. Tatil için birkaç günlüğüne geldiğimi, Basel’de bir lisede öğrenci olduğumu ve üniversiteye gitmek istediğimi söyleyebildim. Konuşurken garip bir kadercilik sardı beni. “Şu anda ortaya çıktı ve birbirimize aitmişçesine birlikte yürümeye koyulduk,” diye düşündüm. Yan gözle ona baktığımda yüzünde utangaçlık ve hayranlık karışımı bir ifade görmem beni utandırdı ama yüreğime de işledi. “Kader olabilir mi bu?” diyordum kendime. “Onunla karşılaşmam rastlantı mı? Bir köylü kızı. Olur mu acaba? Katolik. Babasının babamın dostu rahip olması olası. Kim olduğumu bilmiyor. Onunla Schopenhauer ve “iradenin yadsınması” üzerine konuşabileceğimi sanmam. Hiç de art niyetli gözükmüyor. Belki de, babası kara cüppelerin ardına saklanan Cizvitlerden değildir. Babamın Protestan bir rahip olduğunu ona söyleyemem. Bu onu korkutabilir ya da alınmasına neden olabilir. Ona felsefi konulardan ya da her ne kadar Goethe onu çok basit biri yapmışsa da Faust’tan daha önemli olan Şeytan’dan söz etmem de olanaksız. Hâlâ uzaktaki masumlar ülkesinde yaşıyor, oysa ben kendimi gerçeğe ve yaratılmanın görkemine ve acımasızlığına kaptırdım. Bunu duymaya dayanabilir mi? Aramızda aşılmaz bir duvar var. İletişim yok; olamaz da.”

Yüreğimde hüzün, içime kapandım ve daha zararsız konulara yöneldim. Sachseln’e mi gidiyordu? Hava ne güzeldi, değil mi? Vb.

Dıştan bakıldığında, bu karşılaşma tümüyle anlamsızdı ama benim dünyamda çok yoğun yaşanmıştı. Öylesine yoğundu ki, günlerce aklımdan çıkmaması bir yana, kuytu bir yerlerde kalmış bir türbe gibi ömür boyu belleğimden silinmedi. O zamanlar yaşamın hâlâ tek ve birbirinden kopuk deneyimler içerdiği çocukluk dönemimdeydim. Klaus Kardeş’ten güzel kıza uzanan kader ağları kimin umurundaydı ki!

Yaşamımın o dönemi çelişkili düşüncelerle doluydu. Herhangi bir nedenle Schopenhauer ve Hıristiyanlık örtüşmüyordu. 1 ve 2 no’nun baskısından ve karamsarlığından kurtulmak istiyordu. Bunalımda olan 2 no değildi; 1 no, 2 no aklına geldiğinde karamsarlaşıyordu. Tam o sıralarda, o karşıtların çatışması sonucunda, yaşamımın ilk düzenli fantezisi ortaya çıktı. Bu fantezi bölüm bölüm ortaya çıktı ve anımsadığım kadarıyla, kaynağı da beni derinden sarsan bir deneyimdir.

Kuzeybatıdan esen rüzgârın Ren Nehri’ni dalgalandırdığı günlerden bir gün, okula gitmek için nehrin kenarından yürüyordum. Gözüm ansızın arkasını fırtınaya vermiş çok büyük, yelkenli bir gemiye ilişti. Bu benim için yepyeni bir deneyimdi. Ren’in üzerinde yelkenli bir gemi! Düş gücüm kanatlandı. “Bu hızla akan bir nehir yerine, tüm Alsace bir göl olsaydı, yelkenli teknelerimiz ve buharlı büyük gemilerimiz olurdu,” diye düşündüm. O zaman Basel bir liman kenti olur, biz de deniz kenarında gibi yaşardık. Her şey çok farklı olurdu çünkü başka bir zamanda ve başka bir dünyada yaşıyor olurduk. Ne okul ne de okula gitmek için taban tepmek kalırdı. Bir yetişkin olarak yaşamımı istediğim gibi düzenlerdim. Gölün içinde bir kaya tepe yükselir, karaya ince bir kara parçasıyla bağlanırdı. Bu yolu geniş bir kanal keser, kanalın üzerinde kulelerle çevrili bir kale kapısına varan tahta bir köprü olur ve o kapı çevredeki yamaçlara yaslanan küçük bir ortaçağ kentine açılırdı. Kaya tepenin üzerinde de, yüksek bir gözetleme kulesi olan sağlam bir kale olurdu. Benim evim de işte orasıydı. İçinde güzel salonlar ya da görkemli sayılabilecek hiçbir şey yoktu. Ahşapla kaplı küçük odalar çok sadeydi. Evimde, öğrenmeye değer her şeyi bulabileceğim olağanüstü çekici bir kitaplık kurardım. Ayrıca bir silah koleksiyonu, kalenin burçlarında ağır toplar, kalede de silahlı elli askerden oluşan bir bölük. Küçük kentin birkaç yüz sakini, bir vali ve bir ihtiyar heyetince yönetilir, ben de yalnızca arada sırada toplantılarda görünerek arabuluculuk yapar, danışılan ve düzeni koruyan biri olurdum. Kentin karaya bakan yönünde bir liman olurdu. Bu limanda birkaç tane küçük topu olan teknem demirli dururdu.

Bu düzenin var olma nedeni ve sinir sisteminin özü, kulenin yalnızca benim bildiğim gizinde saklıydı. Bu gizi düşünmek beni derinden sarsmıştı; çünkü kulenin içinde topların olduğu yerden, kubbe biçimindeki tavana doğru, bakırdan yapılma bir sütun ya da kol kalınlığında ağır bir kablo uzanıyordu ve tepesi, bir ağacın tacı ya da daha doğrusu, saçak biçimindeki köklerinin ters dönüp yukarıya doğru bakması gibi çok zarif ince dallara ayrılmıştı ve bu dallar, havadan ne olduğu algılanamayan bir şeyi emip bakır kablonun iletisiyle mahzene yolluyorlardı. Mahzende gene ne olduğu bilinmeyen bir aygıtım ya da bir tür laboratuvarım vardı ve ben bakır köklerin havadan topladıkları gizemli maddeden altın yapıyordum. O gizemli maddenin ne, ne olduğunu düşlüyor ne de düşlemek istiyordum. Düş gücüm dönüştürme eyleminin nasıl olduğunu da merak etmiyordu. Biraz huzursuzdu ama ne olup bittiğini öğrenmekten bilinçli olarak kaçınıyordu. İşin içyüzünü kurcalayarak havadan ne tür bir maddenin özümsendiğini öğrenmekle ilgili bir tür içsel yasak konmuştu. Bu nedenle, o konuda suskunluk vardı. Goethe’nin anneler için dediği gibi:

“Onlardan söz etmeye yürekli insanlar bile çekinir.”

Kuşkusuz benim gözümde “ruh”, sözü edilemeyecek denli kutsaldı ama özünde onu, arıtılmış havadan daha farklı bir şey olarak görmüyordum. Köklerin havadan emerek bakır gövdeye ilettikleri bir tür ruhsal özdü ve mahzende altın sikkelere dönüştüğünde görülebiliyordu. Bu bana nasıl geldiğini bilmediğim ve yetişkinler kadar kendimden de saklamam gerektiğine inandığım, doğanın çok saygıdeğer ve çok önemli bir giziydi. Sihirbazlık değildi.

Okuldan eve o can sıkıcı uzun gidiş gelişlerim çok hoş bir biçimde kısaldı. Artık okuldan çıkar çıkmaz yapısal değişikliklerin ve danışma toplantılarının yapıldığı, kötülük yapanların cezalandırıldığı, anlaşmazlıkların uzlaştırıldığı ve top atışlarının yapıldığı kalede oluyordum. İki direkli teknem hazırlanır, yelken açıp ılık bir meltemin önünde limandan ağır ağır çıkar, kayayı döner dönmez de şiddetli bir kuzeybatı rüzgârının ortasına dalardı. Sonra kendimi ansızın, yalnızca birkaç dakika geçmişçesine, evimizin kapısının önünde bulur, beni eve getiren rahat bir arabadan inercesine fantezilerimden sıyrılırdım. Çok zevk aldığım bu uğraş, bıkana dek birkaç ay sürdü. Fanteziyi gülünç ve saçma bulmaya başlamıştım. Düş kurmaktan vazgeçip çamur harç kullanarak küçük taşlardan özenli kaleler ve ustaca yerleştirilmiş alanlar yapmaya başladım. Örnek olarak o zamanlar henüz sapasağlam duran Hüningen Kalesi’ni alıyordum. Vauban’ın, bulabildiğim bütün istihkâm planlarını inceleyerek kısa sürede tüm teknik özelliklerini öğrendim. Vauban’dan sonra modern istihkâm yöntemlerini incelemeye koyuldum ve elimdeki kısıtlı olanaklarla, değişik tiplerinin modellerini yapmaya çalıştım. Bu uğraş iki yıl kadar tüm boş zamanımı aldı. O dönemde, 2 no’yu feda etme pahasına, doğayı öğrenmeye ve somut şeylere karşı ilgim arttı.

Gerçekle ilgili bilgim çok az olduğu sürece, onu düşünmenin bir anlamı olmadığını düşünüyordum. Herkesin fantezileri olabilirdi ama gerçek farklı bir şeydi. Annem ve babam, yutarcasına okuduğum bir bilim dergisine abone olmama izin verdiler. Yakındaki Jura Dağı’na çıkıp ne kadar fosil, mineral, böcek, mamut ve insan kemiği bulduysam topladım. Mamut kemiklerini Ren’in çevresindeki düzlüklerde, insan kemiklerini de Hüningen yakınlarındaki, 1811 yılından kalma bir toplu mezarda buldum. Bitkiler de ilgimi çekiyordu ama bilimsel bağlamda değil. Koparılmamaları ve kurutulmamaları benim için duygusal açıdan önemliydi. Büyürken ve çiçek açarken gizemli anlamları olan canlılardı onlar. Tanrı’nın tasarımlarından biriydiler. Onlara saygı dolu bir hayretle bakılmalı ve felsefi açıdan değerlendirilmelilerdi. Bir doğabilimcinin onlarla ilgili sözleri ilginç olabilirdi ama bence işin özü bu değildi. Oysa bu özün ne olduğunu bulamıyordum. Örneğin bitkilerin Hıristiyan diniyle ya da Tanrı’nın iradesini yansıtmakla ilgisi neydi? Bunları düşünemiyordum bile. Görünüşe bakılırsa, karışılmaması gerekli saflığın yüceliğinin bir parçasıydılar. Bunun tersine, böcekler, doğal özelliklerinden uzaklaşmış bitkiler, çiçekler ve meyvelerdi. Değiştikleri için, bacakları ya da ayakları üzerinde, kendilerine özgü bir biçimde hareket ediyor ya da sürünüyor, taç yapraklarına benzeyen kanatlarıyla orada burada uçarak bitkilerden besleniyorlardı. Bu yasadışı faaliyetleri nedeniyle de toplu halde yok edilmeye mahkûm olmuşlardı. Özellikle de, ağustosböcekleri ve tırtıllar cezalandırmak için yapılan keşif gezilerinin hedefi oluyorlardı. Benim “tüm canlılara duyduğum yakınlık” aslında yalnızca sıcakkanlı hayvanları kapsıyordu. Soğukkanlı sürüngenler arasında yalnızca kurbağaları severdim; o da, insanlara benzedikleri için.

7. Jung bu söylentiyle ilgili olarak şöyle demiştir: “Büyükbabamın babasının karısı Sophie Ziegler’in ve kız kardeşinin, Mannheim Tiyatrosu’yla ilgisi varmış. Birçok yazarla da arkadaşmışlar. Sophie Ziegler’in Goethe’den gayri meşru bir çocuğu olmuş. Büyükbabam o çocukmuş. O zamanlar buna kesin gözüyle bakılıyormuş. Büyükbabam, anılarında bundan söz etmiyor. Goethe’yi yalnızca bir kez, o da arkadan gördüğünü yazmış! Sophie Ziegler Jung, Goethe’nin yeğeninin çok yakın arkadaşıymış. Sık sık büyükbabamı ziyarete gelirdi. Franz Liszt de. Daha sonra bu yeğen büyük bir olasılıkla Jung ailesiyle olan yakınlığı nedeniyle Basel’e yerleşti. Büyükbabamla ilgili olayın kayıtlarına hiçbir yerde rastlanmadı. Goethe o zamanlar Weimar’da değilmiş.” Jung bu söylentiden alaycı bir biçimde söz eder ama rahatsız edici de bulurdu. Faust’a olan düşkünlüğü de içsel bir gerçekten kaynaklanmış olabilir. (A.J.)

8. Dil sürçmesi.

9. “Doğal zihin” bir şeyi olduğu gibi patavatsızca söylemektir. Bunun doğal olan bir kaynağı vardır; kitaplardan alınan düşünceleri içermez. Doğal bir kaynaktan çıkar ve doğanın kendine özgü bilgeliğini beraberinde getirir.

10.Johann Heinrich Daniel Zschokke (1771-1848): Tarihsel romanlar yazan ve İsviçre tarihini araştıran bir yazar.

11. (Alm.) Kendine Bakış. (Ç.N.)

12. (Alm.) Dogmatik Hıristiyanlık. (Ç.N.)

13. (Alm.) Felsefe Bilimleri Genel Sözlüğü. (Y.N.)

14. Wilhelm Busch, Die Jobsiade. (Y.N.)

CARL GUSTAV JUNG
ANILAR, DÜŞLER,
DÜŞÜNCELER
OTOBİYOGRAFİ
Almanca aslından çeviren: İris Kantemir
CAN YAYINLARI