Immanuel Kant, Kırk Yaşında: “İnsan Karakterini Ne Zaman Edinir?”

22 Nisan 1764’te Kant kırk yaşına bastı. Bu önemli bir olaydı, en azından Kant’ın kendi hayatına dair görüşleri bakımından önemliydi. Kant’ın psikolojik ya da antropolojik teorisine göre kırk yaş büyük önem taşıyordu. Yirmi yaşındayken aklımızı yeterli düzeyde kullanabiliriz, ama “hesaplama (başkalarını kendi amaçlarımız için kullanma) bakımından” olgunluğa ulaştığımız yaş “kırktır”.[1] Daha da önemlisi, Kant’a göre kırk yaşına geldiğimizde en sonunda karakterimizi kazanmış oluyorduk.

Düşünme tarzı bakımından karakter sahibi olma bilincine ulaşanların hiçbiri bu karakteri doğuştan edinmez. Karakterin edinilmesi gerekir. Bu karakterin temelinin ve başlangıcının unutulmaz olacağını da varsayabiliriz. Bu bir tür yeniden doğuş gibidir, kendine ciddiyetle söz vermek gibidir. İlkelerde katılık ve ısrarlılık, eğitim, örnekler, ya da öğrenim yoluyla yavaş yavaş kazanılacak bir şey değildir. Bu olay, içgüdülerin bocalama halinin yarattığı tatminsizlik üzerine adeta bir patlama halinde yaşanır. Bu devrimi otuzuncu yaşından önce yapmaya kalkan insanların sayısı az olacaktır, hatta kırkından önce bu karakteri sağlam temellere oturtanların sayısı da az olacaktır. Parçalar halinde daha iyi bir insan olma girişimi beyhudedir, çünkü biz bir belirtiyle uğraşırken diğeri yok olacaktır. Nitekim karakterin temeli, genel olarak nasıl yaşanacağına dair içsel ilkenin mutlak birliğidir.[2]

Demek ki, karakter doğuştan sahip olduğumuz ya da başımıza gelen bir şey değildir. Karakterimizi kendimiz yaratırız. Karakterimizi yapar ya da ediniriz ve iyi bir karakter sahibi olmak en büyük ahlaki başarıdır.

Ancak karakter sahibi olduğumuz ölçüde ahlaki değerimiz olur. Ahlaki bakımdan karakter oluşturmak ödevimizdir. Kant’ın ahlak psikolojisi aynı zamanda bir karakter psikolojisidir. Hatta Kant’ın ilgisinin merkezinde karakter vardır. Kırk yaşında yaşanan her şey derin ahlaki etkiler yaratır:

Birinin karakter sahibi olmasının kanıtı, ancak kendi kendisine itiraflarında ve başkalarıyla ilişkilerinde doğruluk prensibini en yüce maksim olarak benimsemesi olabilir.[3]

Dolayısıyla karakteri yargılarken ilk ve en önemli maksim doğruluktur.

Kant antropoloji derslerinde bu temanın pek çok çeşitlemesini sunar ve ancak kırkında olaylara dair doğru bir kavrayış oluşturmaya başlayabileceğimizi, çünkü ancak o zaman hayatın farklı durumlarını yaşamış olacağımızı iddia eder. Kırk yaşından önce hemen hiç kimse gördüklerinin gerçek değerini doğru bir şekilde yargılama kapasitesine erişemez.[4] Ayrıca, karakterin ancak eğilimlerimizin etrafımızdaki şeylere ilgi duymamızı sağlayacak kadar kuvvetli olmasıyla, ama tutkulara dönüşecek kadar da kuvvetli olmamasıyla mümkün olabileceğinin altını çizer. Tüm bunlar büyük ihtimalle kırk yaşında olacaktır. Karakter olgunlaşmış bir anlağı gerektirir. Kant’ın aynı zamanda kırk yaşında belleğin de zayıflamaya başladığına inanması tuhaftır. Dolayısıyla, bu yaşa gelmeden önce tüm düşünme malzemelerini toplamış olmamız gerekir. Kırk yaşından sonra “yeni bir şey öğrenemeyiz, ama mevcut bilgimizi genişletebiliriz.”[5] Bu yüzden, entelektüel meselelerde kırkından sonra başardığımız her şey, kırkından önce topladığımız malzemelere ve kırk yaş civarında gelişen karakteristik yargıya dayanmaktadır. Yaptıklarımız bilgimizin ve karakterimizin neticesi olacaktır.

Karakter maksimler üzerine bina edilir. Peki maksimler nelerdir? Kant’ın maksimleri büyük ölçüde gayet sıradan şeylerdir – en azından antropoloji bağlamında bu maksimleri sıradan şeyler olarak tanımlar. Bu maksimler başkalarından ya da kitaplardan öğrendiğimiz maksimler ya da genel politikalardır. Bunları hayatımızı sürdürmek için ilkeler olarak seçeriz. Maksimler bizim akılcı varlıklar yani sırf güdülerle değil genel ilkelerle hareketlerini yönlendirmeye muktedir varlıklar olduğumuzu gösterir. Yine de, Kant ilkelerin salt kendi akıl yürütmemizden doğduğunu düşünmez ki bu önemlidir. Bunlar öncelikle kişisel ilkeler değildir, kamusal söyleme tabidir. Nitekim Kant, ahlaki meseleler üzerine dostlarımızla sohbet etmenin kendi ahlaki fikirlerimizi netleştirmenin çok iyi bir yolu olduğunda ısrar eder. Maksimler bir bakıma her yerdedir. Asıl mesele hangilerini benimseyeceğimizdir.

Üstelik maksimler ahlaki bağlamlarla sınırlı değildir. Göründüğü kadarıyla Kant her durumda maksimler doğrultusunda hareket etmenin iyi bir şey olduğunu düşünüyordu. Maksimlere göre yaşamak, yani ilkeli bir şekilde yaşamak akılcı bir şekilde yaşamaktır. Maksimler güdülerle hareket etmemizi, duygularımıza kapılarak aptalca davranmamızı önler. Bunu Kant’ın yazılarından iyi bilmemize rağmen, onun ancak birbirini dışlayan iki yoldan birine -ya güdülere ya da akla-göre hareket edebileceğimizi söylemesi, ayrıca “insanlar olarak akla göre yaşarız, bu yüzden aklın maksimleri yoluyla hayvani dürtülerimizi (Triebfedern) sınırlamalı ve hiçbir eğilimin aşırı güçlenmesine izin vermemeliyiz” demesi bazılarımızda tepki yaratabilir.[6] Bu saf Kant’tır. Akılcılıkta ısrar Kant’ın temel veçhelerinden biridir ve yayımlanmış eserlerinde savunduklarının antropoloji dersleriyle çelişmesi beklenemez. Bu yüzden de ortada şaşırtıcı bir şey yoktur.

En azından Kant’ın etiği üzerine yeni ikincil kaynakları okumuş olanlara şaşırtıcı gelebilecek şey, maksimlerin görece, hatta belki de tamamen değişmez olmasıdır. Anlaşıldığı kadarıyla geçici olarak benimsenen maksimlerden bahsetmek Kant’a anlamlı gelmiyordu. Belli bir anda ya da bir olayda bize hizmet eden, ama başka zamanlarda terk edebileceğimiz maksimler Kant’taki anlamıyla maksim değildir. Bir maksim evrenselleştikten sonra, bir daha hiç uymam gerekmese de evrensel geçerliliğini koruyacaktır anlamına gelmiyor bu. Maksimlerin her zaman için uymamız gereken ilkeler olduğu anlamına geliyor. Maksimler hayatımızı sürdürürken uyacağımız gerçek ilkelerdir. Bir şeyi maksim olarak benimsiyorsak ona uymamız gerekir. Bu yüzden bir maksim uyulabilecek türden bir kural olmalıdır; yani yapay bir ilke değil, günlük hayatımızda geçerli olan bir ilke olmalıdır. Dolayısıyla, “Daima kapıdan ilk çıkan ol” ve “asla Cumaları balık yeme” gerçekten birer maksimdir, ama “Cumaları, güneş parıldıyorsa, kavşakta bir yaprak beyaz kâğıt duruyorsa ve sağdaki ağaçta tam beş yaprak varsa kırmızı ışıkta geçerim” ilkesi bir maksim değildir. Böyle bir ilke yaşamımızı sürdürürken uymamız gereken bir türden bir kural değildir. Hatta Kant’a göre “asla Cumaları balık yeme” maksimi bile ancak kişi ömrünün sonuna kadar bu kurala uyacaksa bir maksim olabilir. Değişmezlik ve katılık maksimlerin zorunlu nitelikleridir. Bir kez kabul ettikten sonra caymak olmaz – hiçbir zaman. Daha doğrusu, Kant böyle demektedir.

Maksimlerin geriye dönüşü olmadığı için, Kant’a göre sayılarının nispeten az olması da şaşırtıcı gelmemelidir. Maksimler gerçekten de davranışın ve düşüncenin en temel kurallarıdır. Bu yüzden, akla gelebilecek her eylem için bir maksim geliştirmek gerektiği görüşünü Kant’a atfedemeyiz. Ahlaki yaşantımızı sürekli eylem maksimlerinin değerlendirilmesi olarak görmenin bir yanlışlığı da burada yatar. Maksim edinme insanın hayatında nadir ve çok önemli bir olay olarak görülmelidir. Maksimler, hiç değilse antropoloji derslerindeki anlamıyla “Lebensregeln’dir, yani yaşama kurallarıdır. Bu yüzden maksimleri, Henry Allison’un bir ihtimal olarak gösterdiği üzere “kati bir doğaya ve çıkara sahip sürekli bir ahlaki faille hiçbir bağlantısı olmayan… serbest hareket eden, yalıtılmış kararlar” olarak göremeyiz.[7] Maksimler süreklilik arzeden ahlaki faillere daima gönderme yapar. Hatta ancak bir fail varsa maksimlerin de bir anlamı olur. Maksimler akılcı bir failliğin ifadeleridir. Akılcı bir failin maksimlerini kesin olarak bilebilseydik, ahlaki fail hakkında da çok şey biliyor olurduk. Bu maksimler tam da onun yaşama kuralları olduğundan, bize ne tür bir insan olduğunu anlatırlar. Ayrıca bir failin maksimlerini saptamak için onun her hareketini gözlememiz gerekmez. Yaşam kurallarının neler olduğunu anlamamız için davranış örüntülerini görmemiz yeterlidir.

Maksimler failin ne tür bir insan olduğunu ifade etmekle kalmaz, bir bakıma o insanı belirlerler. Onu bir karakter olarak kurarlar. Bir başka deyişle, bir maksimler listesine sahip olmakla karakter sahibi olmak (ya da kişi olmak) bir ve aynı şeydir. Kant’ın antropolojik maksim tartışmalarının belki de en önemli noktası budur. Maksimler karakter-belirleyici ilkelerdir. Bizi biz yapan onlardır ve maksimler olmaksızın, en azından Kant’a göre, hiç kimseyizdir. Kant’ın deyişiyle, karakter “maksimlerin hâkimiyetine dayanır”; belli bir karaktere sahip olmak belli maksimlere sahip olmak ve bu maksimlere uymak anlamına gelir. Hatta ancak “maksimlerimiz değişmezse” “onlara karakter diyebiliriz”. Belki de maksimlerin karakter-kurucu ilkeler olduğunu söylemek hâlâ çok zayıf bir ifade olacaktır, çünkü karakter maksimlerce belirlenmiş gibi görülmektedir. Özgür ve akıl sahibi varlıklar olarak yaşarken uyacağımız ilkeleri benimseyebiliriz ve benimsemek zorundayız. İşte bu yüzden karakter “insanların kalıcı ve sağlam bir şekilde kurulmuş maksimlere göre özgürlüğünün (Willkür) bir ifadesi olarak da tanımlanabilir”. Karakter gerçekten de özgür ve akıl sahibi varlıklar olarak insanlara özgü bir nitelikse, maksimlere göre yaşamak özümüze uygundur. Bu yüzden de Kant, “insanın özgürce eylemde bulunan varlık olma niteliği, tam olarak söylemek gerekirse, onun karakteridir,” der. Dolayısıyla karakteri “düşünme tarzımızla” (Denkungsart) özdeşleştirir ve “duyumsama tarzımızın” (Sinnesart) karşısına koyar. Bir başka deyişle, “karakter, daha yüksek arzu [yani irade] yetisinin öznel bir kuralıdır, bu yetinin nesnel kurallarını barındıran ise etiktir. Bu yüzden, en yüksek arzu yetisinin özniteliklerini oluşturan şey karakterdir. Her irade… öznel yasalara sahiptir, ama karakterini bu yasalar belirler.”

Karaktere sahip olmak illa ki ahlaken iyi bir karakter sahibi olmak anlamına gelmez. İyi karakterler ve kötü karakterler vardır. Kant hiç karakter sahibi olmamak yerine bu iki karakterden birine sahip olmanın daha iyi olduğunu düşünse de, iyi ve ahlaklı karakter daha iyidir. Bir karakterin iyi mi yoksa kötü mü olduğuna nasıl karar veririz? Maksimler sayesinde elbette! Karakterimizin iyiliğini yargılama konusunda maksimler tayin edicidir, çünkü karakterin iyiliği maksimlerin iyiliğine bağlıdır. Birinin iyi bir karakteri varsa, onun iyi maksimleri var demektir; birinin iyi maksimleri varsa, o halde iyi bir karakteri vardır ve önemli olan da budur. (Maksimleri olmayan bir kişi ne iyi ne de kötüdür. Kesinlikle ahlaklı biri değil, hayvani dürtülerinin hükmündeki bir âlet ya da yaratıktır sadece.) Üstelik edimler çok önemli değildir – en azından doğrudan önemli değildir. Kant, antropolojide edimlerin aslında hiç önemli olmadığını söyleyecek kadar ileri gider ve ahlaki değerlendirmelerde sadece maksimlerin hesaba katılması gerektiğini iddia eder: “Pratik meselelerde tayin edici olan belli bir zamanda (ya da başkasında) iyi bir edimde bulunup bulunulmadığı değil, maksimin ta kendisidir.”[8]

“Karakteri olmayanın maksimleri de olmaz.”[9] Nitekim, “karakter maksimlerin hâkimiyetine bağımlıdır.” Özgürce eylemde bulunan varlıklar olarak insanların ayırt edici niteliğidir ve “Denkungsart ya da düşünme tarzı olarak adlandırılır”.[10] Bir başka deyişle, karakter maksimler yoluyla özgürlüğü kısıtlar ve maksimlerin sağlamlığına dayanır. Ancak değişmez karakterde birine iyi diyebiliriz. İyi olmak için iyi maksimleri olmalı ve bu maksimler değişmemelidir. Maksimlerimiz ne kadar değerliyse biz de o kadar değerliyiz. Yani kendimiz için yasalar koymalı, duygularımıza ve heveslerimize güvenmemeliyiz. Hatta karakter duygulara dayandırılamaz, daima aklın maksimlerini temel almalıdır. Bu maksimlerin belirli bir amacı vardır ve kuralları gelişigüzel değildir. Bunların hepsi, Kant’ın olgunluk dönemi felsefesini anlamak için olduğu kadar Kant’ın kendisinin bir kişi olarak nasıl geliştiğini anlamakta da son derece önemlidir. Maksimlerin keşfi, formülasyonu ve benimsenmesi karakteri oluşturuyorsa, insanın ahlaki yeniden doğuşu maksimlere göre yaşantının başlangıcına tekabül eder.

Kant’ın kırk yaşlarındayken böyle bir yeniden doğuş yaşadığını kabul edebiliriz. Bu yeniden doğum neticesinde, daha önce kendisini alıp götüren “sosyete içinde oyalanmanın girdabından” bilinçli olarak geri çekildi. Borowski’nin “Kant’ı tanıyan herkese göre onun hakiki tabiatının, hiç değilse kendi gözünde sağlam temellere sahip akılcı ilkelere göre yaşamak için hiç durmadan mücadele etmesinin” kaynağı buradadır işte. “Büyüklü küçüklü, önemli önemsiz her meselede maksimler oluşturmaya” çalıştı. Bunlar daima [hareketlerinin] temelini oluşturdular ve daima bunlara başvurdu. Bu maksimler zaman içinde benliğiyle öyle iç içe geçti ki kimi zaman farkına varmasa bile davranışlarının altında hep bu maksimler yatıyordu.”[11] Zihinsel hayatının özniteliklerinden biri olan pek çok “parlak fikir” üzerinde de bunun büyük bir etkisi oldu. Bu fikirler evrensel bir teorinin hizmetine sunulacaktı, ama önce teorinin kendisi formüle edilmeliydi.

Königsberg’den ayrılan Herder’e verdiği tavsiyeyi, daha üzerinden pek fazla zaman geçmeden geri aldı. Kant’ın yaşadığı yıkım ve yeniden doğumun bir “hayat krizi” neticesinde gerçekleştiğini söylemek çok da yanlış olmayabilir.[12] Kant’ın kendi karakterini kurması kırk yaşına denk geldiyse, o halde hayatındaki bir dizi başka önemli gelişmeye de denk gelmişti.

Her şeyden önce 1764’te arkadaş çevresinde çarpıcı bir değişim meydana geldi. Havuç ve soğan yetiştirmek üzere şehrin dışına taşınan Kypke artık ilk yıllardaki gibi Kant’a yakın değildi. Hatta daha 1761 Nisanı’nda Hamann onun “bahçesine bir ev yaptığını ve mesleğini bir süreliğine nadasa bıraktığını” yazıyordu.[13] Bu nadasa bırakma mesleki arkadaşlıklarını da kapsıyordu. Ayrıca göründüğü kadarıyla mesleğini devam ettirmeye bir daha hiç yeltenmemişti. Bahçesi ona yeteri kadar meşguliyet veriyor gibiydi. Kypke dönemin entelektüel tartışmalarına başka hiçbir katkı yapmadı. Kant ile Kypke’nin ilgi alanları o kadar farklılaştı ki artık konuşacak pek bir şeyleri kalmadı.

Ama daha da önemlisi, Kant’ın kırkıncı yaşına basmasından bir kaç gün önce, en yakın arkadaşı Funk aniden vefat etti. Bütün arkadaş çevresi infiale kapılmıştı. Hamann 21 Nisan’da (Paskalya Pazarı’ndan önceki akşam) onu kimin defnedeceği konusunda neredeyse kavga çıktığını yazıyordu. Hem Prusyalılar hem de Kurländer’ler onu defnetmenin kendi hakları olduğunu iddia ediyordu. Prusyalı olan Kant bir anma etkinliği (Ehrengepränge) örgütlemekle görevlendirilmişti, ama yetkililer buna izin vermedi. İki tarafın da kamuya açık bir merasim düzenlemesine müsaade edilmedi. Onun yerine Funk gece defnedildi. Kurländer olan Hippel ona bir mersiye yazdı. Hamann “diğer tarafın” yani Prusyalıların, ki en önde gelenlerinden biri de Kant’tı, aynı şeyi yapmasını bekliyordu. Prusyalıların böyle bir şey yapıp yapmadığı bilinmiyor, ama bu gelişmelerden hiçbirinin Kant’ın kaybından dolayı duyduğu üzüntüyle başa çıkmasını kolaylaştırmadığından emin olabiliriz.

Nasıl yas tuttuğunu bilemiyoruz, ama hassas bir insan olduğundan büyük bir keder duyduğuna şüphe yok. Dolayısıyla, kırkıncı yaş günü iyi geçmiş olamaz. Ölenin ardından tuttuğu yas bizim tuttuğumuz yaslardan pek de farklı olmasa gerek. İnkâr ve suçluluk duygusu, en önemlisi de bu kayıp ile kendi hayatıyla başa çıkma arasında bir uzlaşma yaratma çabası. Her halükârda, Funk’un ölümü hayat, ölüm ve “her şeyin gerçek değeri” üzerine kafi düzeyde düşünmesine vesile olmuştu ve insanın ölümlülüğüne dair böyle bir deneyim de “yeniden doğum”da ya da “içgüdülerde müteredditlik halinden tatmin olmayı takip eden… patlama”nın sebeplerinden biri olsa gerek. Sırf Funk’un ölümü düşünüldüğünde bile, 1764-65 Kant için gerçekten önemliydi.

Kant’ın karakterin kökenine dair anlatısındaki dini -hatta pietist- tonları görmemek mümkün değil. Yeniden doğumumuzun zorunluluğuna dair başka bir anlatısında pietistlerin betimlediği dini ihtidaya paralel görüşler ortaya atar. Bu anlatının hem pietist yeniden doğuş doktrinini, hem de ortodoks Hıristiyanlığı yakından tanıdığı ve anladığına delalet etmesi pek de şaşırtıcı değildir. İkisini de mistik bulduğu Spener-Francke ile Moravian-Zinzendorf Bekehrungslehren arasında ayrım yaparak, iki tarafın da duyu üstü olanın doğa üstü olduğunu ilan ettiğini öne sürer. Hem Hıristiyan olmak hem de Hıristiyanca yaşam tarzına ulaşmak için bir mucize gerektiğini savunmaktadırlar.[14]

Ama Kant’ın ihtidasını dini bir ihtida saymak yanlış olacaktır. Çünkü probleme esasen ahlaki bir çözüm getirmeyi savunmuştur. Aslında ahlak öğretisinin “(yeni insanın ölümlülük) problemine sahici çözüm” olduğunu ileri sürer.[15] Kant’a göre, “Görüş alanımıza girer girmez hayran olmayı bir an bırakamadığımız bir şey vardır içimizde; insanlık fikrini deneyim nesnesi olarak insandan bekleyemeyeceğimiz bir şeref katına yükselten de budur.”[16] Kant daha sonra özgül ahlaki yeniden doğum ve karakter betimlemesini yaptığı Fakülteler Çatışması’ndaki dile 1764-65’te henüz ulaşamamıştı belki, ama gerek töz gerekse genel öznitelikler bakımından tam bir uyum vardır. İnsan bir karakter kazanarak yeni bir insan (neuer Mensch) olur. Maksimler doğrultusunda kendimizi yeniden yaratırız. Kant bu anlamda, erdemin doğal bir yetenek olduğuna inanan Rousseau’dan uzaklaşıp, ahlaka doğal ilgimizi “ilerletmemiz” gerektiğine inanan Hume’a yaklaşıyordu.[17] Kant’a göre erdem doğal değil yapaydır. Önceki yaşamlarımızın malzemelerinden kendimizi yeniden yaratmamız zorunludur – daha doğrusu Kant böyle düşünür. Kant’ın “yeni insan” teorisi kulağa Hıristiyanca gelse de, belirgin Stoacı unsurlar da taşır. Nitekim, karakterli insanın duygu ve tutku tereddütlerine karşı zafer kazanması, ahlak yasasının insanlara hayvanlarınkinin çok ötesinde bir şeref kazandırması ve insanın maksimler sayesinde kendisi üzerinde hâkimiyet kurması – Kant’ın karakterle ilgili görüşlerinin tüm bu veçheleri onu pietistlerden ziyade Hıristiyanlık öncesi filozoflara, yani Stoacılara yaklaştırır.[18] Nitekim Platon’un “daima kendisiyle tutarlı olan bilgece ve huzurlu karakter” ideali bile sonraki dönemin Hıristiyanlarından ziyade Kant’ın görüşlerine yakındır. [19]

1764’ten sonra ortaya çıkan yeni Immanuel Kant başka açılardan da farklıydı. Bu da yine maksimlerin sonucuydu. Kant, nadir otobiyografik pasajlarından birinde şöyle der:

Göğsüm dar ve düz olduğu, kalbimin ve akciğerimin hareketini kısıtladığı için doğuştan hipokondriye (hastalık hastası olmaya) eğilimliyim. Bu durum ilk yıllarımda beni hayat konusunda umutsuzluğun sınırlarına sürükledi. Ama bu yürek daralmasının sadece mekanik olduğunu ve kısa sürede değiştirilemeyeceğini bilmek bir süre sonra onu tamamen yok saymamı ve göğsümde daralma hissetsem bile zihnimin huzur ve neşeyle dolmasını sağladı… [20]

Bu pasaj hafif bir göğüs anjini (kalp kaslarına yeterli oksijen gitmemesinden kaynaklı göğüs ağrıları) betimlemesine çok benziyor. Bu hastalık tanı olarak ilk kez 1768’de Londralı doktor William Heberdeen tarafından tanımlandığına göre, Kant daha önceden durumunu benzer şekilde görse de, yaptığı hastalık betimlemesinin en azından 1768 sonrasına denk geldiğini varsayabiliriz.

Kant hipokondriden kaçınmak için “gündelik işlerimize” (Tagesordnung) bakmamız ve yapmamız gerekenlere odaklanmamız gerektiğini hissetmişti. Başka meselelere, özellikle de felsefi problemlere odaklanmayı düstur edinmeliydik. Kant anksiyete hallerini bu sayede aşma gücü bulacağımızdan emindi. Zihinsel sağlığın kaynağı düzenlilikti. Maksimlere göre yaşamak bizi erdemli kılmakla kalmıyordu, başka “avantajları” da vardı.[21]

Hipokondrinin tarihi antik döneme kadar uzansa da, özellikle on sekizinci yüzyılda epeyce moda olmuş bir hastalıktı. Entelektüeller arasında bir salgın gibiydi.[22] “Tarihinin büyük bir kısmında melankoliyle ilişkilendirilmişti. Kişiliğin meyil gösterebileceği dört doğrultudan biri olan melankoli de yaygın bir mizaç türüydü.”[23] Robert Burton 1621 tarihli başarılı eseri Melankolinin Anatomisi’nde pek çok melankoli türü arasındaki ayrımları göstermişti ve “hipokondrik melankoli” de bu türlerden biriydi. Ona göre bu hastalık “bağırsaklardan, karaciğerden, dalaktan ya da mesenterium adlı zardan” kaynaklanıyordu ve aynı zamanda “evhamlı melankoli” olarak da biliniyordu. “Laurentius [bu türü] Hepatick, splenetick, meseraick olarak üçe ayırıyordu.”[24] Anlaşıldığı kadarıyla Burton’un kitabı Hamann’ın sevdiği eserler arasındaydı ve büyük ihtimalle Kant da kitaptan haberdardı. Bir Büyücünün Hayalleri’ndeki “hipokondrik evhamlar” ifadesi ve “Akıl Hastalıkları” üzerine denemesi hiç değilse bu kavramdan haberdar olduğunu gösteriyor. On sekizinci yüzyıl sonunda hipokondri en yaygın rahatsızlıklardan biriydi ve her toplumsal katmandan insanı etkiliyordu.[25] Kant’ın da bu hastalıktan mustarip olduğunu düşünmesi şaşırtıcı değildir. Bu konuda yalnız da değildi. Hamann ve Kraus da hipokondriden rahatsız olduklarını düşünüyorlardı.

James Boswell ve Samuel Johnson da bu hastalığa yakalanmıştı. Hatta Samuel Johnson’ın Boswell’e tavsiyesi Kant’ın kendi kendisine tavsiyesiyle son derece uyumluydu: “Zihnini sürekli meşgul tut, bol bol egzersiz yap, ölçülü bir yaşam sür ve özellikle geceleri içmekten kaçın.” Hipokondri sadece hayali bir hastalık, bir kuruntu da olabiliyordu, ama çoğu durumda öyle değildi. Bunun sadece zihinsel bir hastalık olduğunu düşünmek de doğru olmayacaktır. Kant’ın düşüncesi de bu yöndeydi. Hipokondrinin hayallerle ilgisi olsa ve büyük ölçüde hastanın kaprislerine dayansa da, “aralıklı olarak bütün sinir sisteminde oradan oraya göçen bir beladır. Hastalığın merkezinin bedenin neresinde olduğunun bu anlamda bir önemi yoktur. Öncelikle ruhun bulunduğu yer etrafında melankolik bir pus yaratır,” ve bu yüzden de hasta işittiği hemen her hastalığı hisseder, rahatsızlıklarından söz etmeyi sever ve tıp kitapları okumaktan hoşlanır. Yine de, “topluluk içinde zaman zaman neşeye yenilir, bol bol güler, yer içer ve sağlıklı bir insan gibi görünür.”[26] Başkalarının önünde yakışıksız bir şekilde gülmesine yol açacak tuhaf bir fikre kapıldığında ya da “bazı karanlık temsiller içindeki şiddet eğilimini (Trieb) uyandırıp kötü bir yere doğru evrilttiğinde ve bu kötülüğün içinden fışkıracağından endişe ve korku duyduğunda (ama bu hiç gerçekleşmeyebilir de), ortada hiçbir tehlike olmasa bile durumu deliliğe benzer. Kötülük çok derinlere kök salmamıştır; ya kendi kendine ya da ilaç tedavisiyle yok olur, en azından zihinsel (Gemüt) olarak.”[27] Kant ne söylediğinin farkındaydı. Hatta hipokondrinin hem fizyolojik hem psikolojik unsurları olduğunu ileri sürerken kendisinden bahsediyormuş gibi görünmektedir.

Kant sadece derin bir endişenin güçlendirdiği belirsiz bir rahatsızlık hissetmiyordu. Mesele yakalanma eğiliminde olduğuna inandığı hastalıklara gerçekten yakalanıp yakalanmadığı değildi. Aynı zamanda bu hastalıkların fizyolojik sebepleri olduğuna da inanıyordu. “Hayatı çekilmez kılmanın kıyısına gelen” duygu ya da hisler en azından zihnindeydi ve büyük ihtimalle gerçekte göğsünün darlığıyla bağlantılıydı. Bu darlık nefes almasını güçleştiriyor ve kalbinin rahat çalışmasına engel oluyordu. Hafif bir scoliosis’ten, yani belkemiğinin anormal bir şekilde yana kıvrılmasından mustaripti. Kasları daima zayıf ve gelişmemiş kalmıştı ve kemik yapısında olağandışı bir hassaslık vardı. Bir anda bitkin düşmesi işten bile değildi. Hayatının sonraki bir döneminde (1778), hiç hasta olmadığını, ama hiçbir zaman da kendisini gerçekten sağlıklı hissetmediğini söylemişti. “Zayıf bir şekilde sağlıklıydı.” Bu hassas dengeyi korumanın tek yolunun, “yaşam tarzında ve zihnini meşgul eden konularda belli bir tekdüzelik yakalamak” olduğunu iddia ediyordu.[28]

Bu hassas bedenle bağlantılı büyük bir duyarlılığa sahipti. “Sinirlerinin duyarlılığı”ndan bizzat bahsediyordu. Bu yüzden çevresindeki en küçük değişiklikten bile ciddi şekilde etkileniyordu. Bedensel ihtiyaçları konusunda çok erken dönemlerden itibaren hayli özenli davranmıştır. Bedensel refahıyla ilgili kaygıları doğal olarak başka meselelerde de kaygılar doğurmuştu. Kant kaygılı bir insandı, ama stres yaratan endişe ya da kaygı da zararsız bir hastalık değildi – şimdi de değildir. Kant’ın önündeki meselelere odaklanarak bu hastalığı aşmaya çalışması en az şimdiki kadar doğru bir tedavi yoluydu. Bu tip endişe ve kaygılar üzerinde çok durmak ancak onları güçlendirir ve bu yüzden durumu kötüleştirir. Kant’ın yöntemi basit ve biraz cahilce bir zihinsel hijyen yöntemiydi, ama Kant’ın bu yöntemi zorunlu bulması ilginçtir. Bu yaklaşım aylaklıktan değil ihtiyaçtan doğmuştu. Bu endişe ve kaygılarla uyuşmayan faaliyetlere yoğunlaşmak uzun vadede çok daha verimli olmuş görünüyor. Her halükârda, Kant’ın durumunda daha verimli olmuştu. Keza tümden cazibesiz bir yöntem de değildi. George Bernard Shaw bir keresinde “hayatın hakiki neşesi”nin “güçlü olduğunu kabul ettiğiniz bir amaca hizmet etmek, ıskartaya çıkmadan önce tamamen bitip tükenmek; dünyanın seni mutlu etmeye adanmamasından şikâyet ederek rahatsızlık ve memnuniyetsizliğin telaşlı, bencilce kuvveti olmak yerine Doğa’nın bir kuvveti olmak”tan geçtiğini söylemişti. Kant’ın yeni karakteri de benzer değerlendirmeler sonucunda doğmuştu.

Kant’ın sonraki başarılarını mümkün kılan şey işte bu devrimdi. Aynı zamanda olgunluk dönemi felsefesinin çekirdeği de buydu. Kant’ın eserlerini yaratmak için hayatını “mekanik bir şekilde düzenlediği” anlamına gelmiyor bu. Daha sonra, yani 1775’ten, ellisini geçtikten sonra söylemesi gerektiğine inandığı şeyleri söylemeye vakit bulup bulamayacağına dair kaygılar taşımaya başlamıştı, ama 1764’te yani aslında ne söyleyeceğinden kendisi de emin değilken bu türden kaygıları yoktu. Kant karakterini kendisinin yarattığını söylerken, yeni maksimlerini bilinçli olarak oluşturduğunu iddia ederken kendini mi kandırıyordu? Bu görüşleri aslında hiçbir şekilde tercihlerine bağlı olmayan süreçlerin akılcılaştırılmasından mı ibaretti? Bu gelişmeler Kant’ın hayatında sonun başlangıcı mıydı? Bu tür fikirler öne sürülmüştür, ama sorgulanmalıdırlar.[29] Kırk yaşından itibaren Kant’ın dışsal hayatının giderek daha öngörülebilir hale geldiği bir sürecin başladığını ve bunun da yazınsal üretkenliğini çarpıcı ölçüde artırdığı tümden yanlış değildir belki de. Yine de bunun “Kant’ın dışsal hayatında kendine has bir mekanikleşme süreci olduğunu, böylece içsel hayatının fayda gördüğü… [ve] kenarların yok olmasının ruhunun merkezinde faaliyeti yoğunlaştırdığı”nı söylemek hem fazla hayalci hem de darkafalı bir yaklaşım olacaktır.[30] Kant’ın karakter kavramının hayatındaki soruna “tek mümkün çözümü” teşkil ettiğini söylemek de, “filozofun yaşaması gereken sınırdaki (Grenze) hayat, daima kriz halinde bir hayattır… bu hayatın “imkânı” betimlenemez ve hiçbir plana uymaz” demek kadar naif görünüyor en azından.[31] Biz insanlar -Kant dahil- hayatlarımızı planlayabiliriz elbette ki. Bu planlar her zaman istediğimiz gibi işlemeyebilir, ama bu ayrı bir konudur.

Kant’ın maksimler konusundaki yeni anlayışının kökeninde sadece nahoş ölüm, hipokondri ve umutsuzluk deneyimlerinden kaçma arzusu değil, aynı zamanda gündelik hayatındaki başka gelişmeler de yatıyordu. 1764-5 civarında Kant yeni dostlar edinmişti. Bu yeni dostlar arasında en önemlisi de çok gençken Königsberg’e gelmiş bir İngiliz tüccarı olan Joseph Green’di. O da tıpkı Kant gibi bekârdı, ama Kant’tan farklı bir hayat yaşamıştı. Green olayların girdabına kapılmak yerine son derece katı kurallara ya da maksimlere göre yaşıyordu. Hatta kılı kırk yararcasına saate ve takvime uygun yaşıyordu. Hippel’in 1765’te yazdığı Dakik Adam adlı oyun için Green’i örnek aldığı düşünülür.[32] “Green son derece dürüst ve hakikaten soylu davranışlara sahip, seçkin karakterli, nadir bulunur bir insandı, ama çok kendine has nitelikleri vardı -gerçekten kaprisli bir tipti, asla değişmeyen ve tuhaf (launenhaft) kurallara uygun geçirirdi günlerini.”[33] Tahıl ve ringa, ayrıca kömür ve tüketim maddesi ticareti yapıyordu.[34] “Königsberg’deki İngiliz kolonisinin en büyük ve saygın tüccarlarından biri”ydi.[35] Yine de işlerinin peşinden koşmaktan ziyade “yeni buluşlar ve keşif yolculuklarıyla ilgili” kitaplar okumakla ilgileniyor, “münzeviler gibi” yaşıyordu.[36] Gözlemcilerden birine göre, “tüccardan ziyade araştırmacıydı” ve aynı dönemdeki tüccarlardan çok daha iyi eğitim görmüştü.[37] Kant’ın onun dostluğuna büyük kıymet vermesi çok da şaşırtıcı olmasa gerek.

Kant’ın Green’le ne zaman tanıştığından tam olarak emin olamıyoruz, ama 1766’dan kısa süre önce, belki de daha 1765’te tanışmışlardı. 1766’da Green iş gereği İngiltere’deyken Scheffner Herder’e şöyle yazıyordu: “Magister [Kant] şimdi sürekli İngiltere’de, zira Rousseau ve Hume da orada ve dostu Bay Green zaman zaman onlar hakkında yazılarını gönderiyor.”[38] İki hafta sonra Herder’e Hume ve Rousseau hakkında bir dizi anekdot anlatmıştı ki bunları Green’in Kant’a yazdığı mektuplardan öğrendiği açıktı. Green ile Kant’ın ilk defa Amerikan Devrimi sırasında karşılaştıkları ve aralarındaki ilişkinin bu devrim konusunda ateşli bir tartışmayla başladığı anlatılır. Kant bu olayda Amerikalıların tarafını tutarken, Green de İngilizlerin tarafını tutuyordu.[39] Bu doğru olamaz elbette, ama en nihayetinde Amerikan Devrimi’ne yol açan daha önceki bir mesele hakkında, yani 1765 tarihli Damga Vergisi Yasası hakkında tartışmış olmaları mümkündür. Bu yasa neticesinde o yılın Ağustos’unda Boston ve başka yerlerde isyanlar çıkmış, İngiliz Parlamentosu aynı yıl yasayı geri çekmek zorunda kalmıştı.[40] Demek ki Kant’ın Green’le dostluğu 1765 yazında başlamıştı. 1766’da sıkı dost olmuşlardı ve en azından o dönemden sonra Kant onun evinin daimi ve çok düzenli bir ziyaretçisi olmuştu; işte bunları kesin olarak biliyoruz. Kant’ın düzenliliği büyük ihtimalle -en azından ilk başta- kendi dakikliğinden ziyade Green’in dakikliğinden kaynaklanıyordu, zira Kant’ın akşamleyin Green’in evinden çıkış saatinde komşuların saatlerini ayarladıkları söylenir: Saat yedide ziyaret bitiyordu.

Green’in kurallarına ve verdiği sözlere ne kadar katı bir şekilde uyduğunu gösteren bazı anekdotlar vardır. Söylenene göre, bir keresinde Kant ve Green ertesi gün sabah sekizde atlı arabayla kırda gezinti yapmak üzere sözleşmişler. Green daha sekize çeyrek kala buluşma yerine gelmiş ve tam saat sekizde Kant gelmemiş olmasına rağmen yola çıkmış. Biraz sonra yolda Kant’a rastladığında ise, vargücüyle durmasını işaret eden Kant’ın yanından geçip gitmiş. Durmak Green’in maksimine aykırıymış. Hippel’in komedisinde Green’e tekabül eden karakter damat adayıyla alay eder, çünkü delikanlı “canı ne zaman isterse o zaman -7:00’de, 8:00’de, 9:00’da- kalkmaktadır, çünkü diğer dürüst insanlar gibi kahve ve çay günleri yoktur. Hayır! Yarım saat öncesinden bile çay mı yoksa kahve mi içeceğini bilmez. Yemek saatleri aç olup olmamasına bağlıdır…” Sonra da karakter kendini över: “Ben yeterince uyuduğum için değil, saat 6.00 olduğu için kalkarım. Karnım acıktığı için değil, saat 12:00’yi vurduğu için yemek yerim. Yorulduğum için değil, saat 10:00 olduğu için yatarım.”[41]

Oyunda rol alan bir Magister, “okumuş kişilerin yapıtlarıyla tüccarların yapıtlarının aynı kurallara uyacağını” düşünmenin yanlış olduğunu söyleyerek itiraz eder, “zira tüccarlar posta günü olduğu için yazar. Oysa bir tez -cellat aşkına!- banka makbuzu değildir. İnsan böyle işler yaparken saat tutamaz.”[42] Kant o sıralarda büyük ihtimalle hâlâ Magister’e hak verecek durumdaydı, ama yavaş yavaş felsefeyi banka makbuzu yazar gibi yazmayı öğrendi ve belirli saatlerde yazmaya başladı.

İkili bir hayli yakınlaştı. Green’in Kant üzerinde bıraktığı etki ne kadar vurgulansa azdır. Tıpkı Kant gibi Green de Hume ve Rousseau seviyordu. “Son derece özgün ve dürüst bir İngiliz olan Green’le ilişkisi Kant’ın düşünme tarzı ve özellikle de İngiliz yazarlar üzerindeki incelemeleri konusunda hiç de az etki yaratmamıştır.”[43] Funk’un etrafındayken Kant kâğıt oynamayı, tiyatroya gitmeyi, konser dinlemeyi ve başka eğlenceleri seviyordu. Tam bir şehir adamıydı. Kısa süre sonra kâğıt oynamayı Green’i memnun etmek için bıraktı.[44] Tiyatroya gidişleri azaldı ve hayatının sonraki döneminde tamamen sona erdi. Green’in edebi bir kulağı yoktu. Bu yüzden şiiri ancak kâğıda farklı basıldığı için düzyazıdan ayırabiliyordu ve şiirlerin basılma şeklini kafa karıştırıcı buluyordu. Kant, “en azından ilk yıllarında, iyi müzik dinlemekten hoşlanırdı.” Bu tip âdetleri de bıraktı.[45] Borowski biyografisinde sık sık Kant’ın daha “önce” yaptıklarıyla “sonra” yaptıklarını (daha doğrusu yapmadıklarını) karşılaştırarak 1764’te meydana gelen derin değişimlere şehadet eder. Biraz düzensiz ve kestirilmez bir yaşam tarzı olan şık Magister, son derece öngörülebilir bir hayat süren ilkeli bir adama dönüşmüştür. Kant gitgide daha çok Green’e benzer. Yavaş yavaş onun yaşantısını benimsiyordu – ya da öyle görünüyor. Sosyal etkinliklerin girdabına kapıldığı günler sona eriyordu – ama aniden değil, yavaşça: maksim maksim.

Birbirlerine tam anlamıyla güveniyor, çoğu duygu ve düşüncelerini birbirleriyle paylaşıyorlardı. Yine de dostlukları, en azından Kant’ın kendisine bakacak olursak, “salt duyguya” değil “ilkelere” dayanıyordu. Sırf “duygusal” değil “ahlaki” bir dostlukları vardı.[46] Kant, karakter inşası için zorunlu maksimlerle ilgili görüşünü hiç değilse kısmen Green’in yaşantısına borçluydu. Kant’ın maksimlerden söz ettiği antropoloji derslerinde en sağlam maksim anlayışının İngilizlerde olduğunu sık sık öne sürmesi tesadüf değildi. İngiliz dostunun söylediklerine dayanarak konuşuyordu.

Hull’lu Robert Motherby (1736-1801) hem Kant’ın hem de Green’in yakın dostuydu. Güvenilir bir yardımcı arayan Green’in yaptığı bir araştırma neticesinde on sekiz yaşında Königsberg’e gelmişti. Motherby ilk geldiğinde hiç Almanca bilmiyordu, ama kısa sürede Green’in tüm ticari işlerinde vazgeçilmez bir çalışan olmuştu. Green daha sonra onu şirkete ortak yaptı ve o öldükten sonra işleri Motherby devraldı. Green’in ölümünden sonra da Kant Motherby’ı ziyaret etmeyi sürdürdü ve ailesinin yakın bir dostu oldu. Bu İngiliz tüccarlar sayesinde Kant başkalarıyla da tanıştı: örneğin İngiliz Barcklay, İskoçyalı tüccar Hay ve Fransız tüccarlar Toussaint ve Laval. Motherby zaten Toussaint’in on kızından biriyle (Charlotte) evlenmişti.[47] Yine de Kant’ın en yakın dostu Green oldu.

1768’de Hamann şöyle yazıyordu: “Birkaç gün önce dostum Green’deyken hayallere dalmıştım. Sonra Kant’ın sözlerini duydum. Astronomide başka yeni ve önemli keşif bekleyemeyeceğimizi, çünkü bu bilim dalının kusursuzluğa ulaştığını söylüyordu. O uykulu halimle astronomideki yeni hipotezlerden hepsini imha edebilecek kadar nefret ettiğimi hatırladım…”[48] Green ve Kant söyleşilerinde pek çok konuyu tartışıyorlardı. Bu söyleşiler büyük ihtimalle Kant’ın antropoloji derslerinde betimlediği şemaya uygun bir şekilde gerçekleşiyordu. Bu görüşe göre bir söyleşinin üç kısmı vardır: anlatı ya da hikâye, tartışma ve nükte. Söyleşi birinin hikâye anlatmasıyla başlar, sonra tartışma gelir. Bu tartışma alevlenebilir. “Tartışma ya da raisonnement çok ciddileşir ve çekişme haline gelme tehlikesi yaratırsa, o zaman bu münakaşayı farklı bir yöne çekecek nükteci bir kimsenin masada bulunması şans sayılır.”[49] Hikâye orantısız bir uzunluğa ulaşabiliyordu, ama Kant söyleşinin eninde sonunda tartışmaya döneceğinden ve bu yüzden de nüktenin eninde sonunda ortaya çıkacağından emindi. Gelgelelim, “sadece nükte ve şakadan oluşan bir söyleşi çekilmez ve tatsızdır.” Nitekim, neredeyse “bir düş gibidir”, çünkü hiçbir tutarlılığı yoktur.[50] “Astronomide başka yeni ve önemli keşif bekleyemeyeceğimizi, çünkü bu bilim dalının kusursuzluğa ulaştığını” kendinden emin bir edayla söyleyen Kant’ın tartışmaya katkı yapmaktan ziyade espri yaptığını ancak umut edebiliriz. 1768’de diğer söyleşi konuları, halk yığınlarının devlete ait tahıl depolarını yağmaladığı Londra ekmek isyanları ya da Paris’te ekmek fiyatının kilosu iki sousa kadar çıkması gibi meselelerle ilgiliydi. Ne de olsa Green bir tüccardı.

Green, Motherby & Co. firması aynı zamanda Kant’ın parasının büyük bir kısmını da işletiyordu. Hatta Borowski’nin iddiasına göre Kant “tasarruflarını en avantajlı şekilde değerlendiriyordu – dostu Green ondan yüz kez daha becerikliydi bu konuda.”[51] Kant’ın bu firmaya yatırım yapmaya ne zaman başladığı bilinmese de, 1798’de bu firmada 43.000 guldeninin biriktiğini biliyoruz. Bu gerçekten çok paraydı.[52] Tasarruflarının miktarını, gelirinin hayatı boyunca düşük olduğunu ve birleşik yatırımın gücünü düşünürsek, daha ilk dönemden azar azar para yatırmaya başladığını varsayabiliriz. Kant, hayatının son döneminde büyük miktarlar biriktirmeye çalışmaktansa düzenli olarak küçük miktarlarda para biriktirmenin daha faydalı olduğu maksimini edinmişti. Her halükârda, bu gelişmelerin kötü bir ekonomik arka planı olduğunu da görmek gerekir. Prusya 1763’te Hollanda’da başlayan mali krizden etkilenmişti. Hatta bundan da önce Prusya’nın Yedi-Yıl Savaşı’nın masraflarını ödemek için paranın değerini düşürmesi yüzünden bir enflasyon yaşanmıştı. Ekonomi esasen durgunlaşmıştı ve yetmişlere kadar da düzelmedi. 1763’te Berlin’de yiyecek o kadar kıttı ki insanlar fırınların önünde uzun kuyruklar oluşturuyor “yarı pişmiş kalitesiz ekmek için tekme tokat kavga ediyorlardı”.[53]

Özellikle sabit geliri olanlar bu gelişmelerden kötü etkilendiler. Kant’ın sabit bir geliri olmasa da, öğrencilerinin verdiği ücretlerle geçiniyordu ve altmışlarda ve yetmişlerdeki öğrenci sayısı, ellilerdekinden azdı. Gelgelelim, Königsberg’deki mali durum Berlin’deki kadar kötü değildi, çünkü Königsberg’in Polonya ve diğer doğu Avrupa ülkeleriyle bağları daha güçlüydü. Yine de, Königsberg yurttaşları Berlin’deki gelişmelerden olumlu etkilenmiyorlardı neticede. Kant’ın, altmışların büyük bir kısmında, Rus işgali döneminden ya da 1770’te profesörlüğe geldikten sonraki dönemden daha tutumlu yaşamak zorunda kaldığına pek şüphe yok. Daha önce gördüğümüz gibi para Kant için hiçbir zaman önemsiz olmamıştı, ama 1762 ila 1764’te özellikle önemliydi.

11 Kasım 1764’te Königsberg’de büyük bir yangın çıktı ve bir hafta sürdü. Bu yangında 369 ev, 49 depo ve Löbenicht kilisesi kül oldu. Ayrıca bu yangın pek çok can aldı. Yangının kundaklama neticesinde çıkmış olması ihtimali vardı. Bu yangının yarattığı yıkım tüm Königsberg yurttaşlarına -Kant dahil- hayatın aslında ne kadar hassas bir dengede olduğunu hatırlatmıştı.[54]

KANT,
Manfred Kuehn
ÇEVİREN: BÜLENT O. DOĞAN
TÜRKİYE İŞ BANKASI KÜLTÜR YAYINLARI, 2011