Zülfü Livaneli: Edebiyat yolu
Roman sanatının doruğa yükseldiği 19. yüzyılda, değerli edebiyat eserleri büyük halk kitleleri tarafından bugünün televizyon dizileri gibi izlenirdi. Charles Dickens’ın fasiküller halinde yayımlanan romanları merakla, heyecanla beklenir, çıktığı anda kapışılırdı. Sevilen bir roman kahramanının ölümü halinde yüz binlerce kişinin gözyaşlarına boğulduğu anlatılır.
Dostoyevski’nin romanları gazetelerde tefrika edilir, Tolstoy her romanıyla koca Rusya’da fırtınalar yaratırdı.
Fransa’da Victor Hugo, Flaubert, Zola, hem romanları hem politik duruşlarıyla toplumun temel taşlarını döşüyorlardı.
Bu romancılar, kimsenin karşı çıkamayacağı biçimde hem derin ve nitelikli hem de yaygındılar. Demek ki büyük kitlelerin okuması bir eseri değersiz kılmıyor.
Sadece roman değil, bütün sanat eserleri hem yaygın hem değerli olabilir. Sinema sanatının en büyüğü olan Charlie Chaplin, Şarlo tiplemesiyle dünyada milyonlarca hayran edinmiş, o dönemin kıt iletişim koşullarına rağmen Türkiye’nin köylerinde bile tanınmıştı.
Bir başka örnek de Picasso’dur. Bu devrimci ressam, kübizm akımının k’sini bilmeyen milyonlarca insan tarafından iyi tanınır; hatta resme getirdiği tarz, en cahil insan tarafından bile “başı bir yerde, gözü başka yerde” diyerek basit biçimde tarif edilir.
Bu örnekler bizi şöyle bir sonuca götürüyor: Bir eserin nitelikli ve derin olması, onun geniş halk kitleleri tarafından benimsenmesine engel değildir.
Ama bunun en önemli koşulu o sanat eserinin bir “marifet” sonucunda ortaya çıkmış olmasıdır. Usta bir piyanist nasıl mahir parmaklarıyla bizi kendine hayran bırakır ve sıradan insanın gösteremeyeceği bir “maharet” sergilerse bir romancı da dili öyle kullanmalı, konusunu yine büyük bir “maharet”le anlatmalıdır. Yoksa yavan, kuru, okunmaz metinler yazıp, okur kitlelerini cahil yerine koyarak kendine mazeretler üretmek, bir romancı için, beceriksizliği bir tür entelektüel egoizmle saklama çabasıdır.
Piyano nasıl dinlenmek için çalınırsa, roman da okunmak için yazılır. İkisinin de temelinde “haz” denilen o sanat büyüsü vardır.
Bu arada şunu da belirtmem gerekir: Lenin, “En doğru fikir bile abartılırsa saçmaya varır” demişti. Haklıdır. Ama, bu yüzden edebiyatta deneysel çalışmalar yapılamaz ya da böyle eserler yazılmamalı demiyorum.
Mesela James Joyce’un Ulysses’i gibi deneysel eserler, fazla okunmasalar bile edebiyata yeni olanaklar getirdiler. William Faulkner’ın o dönem için devrimci bir yenilik sayılabilecek üslubu hem söz sanatlarını geliştirdi hem de Joe Christmas gibi unutulmaz karakterler yaratmayı başardı. Bütün mesele “maharet”te. Gabriel García Márquez, Franz Kafka, Jorge Amado, Jorge Luis Borges gibi yazabiliyorsanız, edebiyat sanatına yenilik getirmenize kimsenin itirazı olmaz. Çünkü bir yazarın temel görevi olan “okutma”yı başarıyorsunuz demektir. Bundan ötesi ıkına sıkına, zorla yazılan metinlere bahane üretmekten ibarettir.
“Marifet” derken, “hüner sergilemek” amacı anlaşılmamalı. “Marifet”, bir sonuç olarak ortaya çıkmalı. Söyleyecek sözü, anlatacak hikâyesi olan insanların, bu amaçlarını gerçekleştirmek için kullandıkları özellikleri olarak anlaşılmalı “marifet”.
Çünkü “hüner sergilemek” kendi başına bir amaca dönüşünce, eser hayattan kopuk hale geliyor. Hayata dair değil de daha çok edebiyat kuramlarına dair bir yapıt oluyor. Sadece yazar çizer takımının ilgisini çekebilecek, günlük hayatını yaşayan insanları ilgilendirmeyecek konular ele alınıyor.
Oysa edebiyatı, öncelikle bir yol olarak kabul etmeliyiz. Müzik gibi, resim gibi, başka birçok yol gibi, yazmak da hayatı algılamanın; anlamaya çalışmanın ve dolayısıyla hayata müdahale etmenin bir yolu. “Duygu ve düşünceleri paylaşmak” gibi basit bir şey değil.
Yunus’un, Pir Sultan’ın, Nâzım’ın, Âşık Veysel’in, Yaşar Kemal’in yoludur bu. Bu yoldakiler, halkın anlayacağı büyük bir sanat yaratırlar. Çünkü en nitelikli ürünlerin karşılık bulacağı konusunda halka güvenirler. Sadelik, derinlik ve zenginlik vardır onların yapıtlarında.
Büyük romanlara baktığımız zaman bazı ortak özellikler görüyoruz.
Bunların başında sağlam bir konu geliyor. Bir ara “hikâyenin önemli olmadığı”, edebiyatın sadece üslup demek olduğu tartışıldı ama bütün tartışmalarda olduğu gibi insanların birbirini aşırı noktalara ittiği, anlamsız bir ağız dalaşıydı bu.
Sanki insan iyi bir hikâyeyi, güzel bir üslupla anlatamazmış gibi.
Edebiyat Mutluluktur
Zülfü Livaneli
Doğan Kitap



