Başkasının felaketine susan ‘kötülüğün sıradanlığı’

Audrey Magee Yüzleşme adlı romanında Berlin’de yaşayan Katharina ve Rus cephesindeki Alman askeri Peter’ın hikâyesi üzerinden başkasının felaketine susan, onu görmezden gelen “kötülüğün sıradanlığı”nın hikâyesini ele alıyor.

Gerisini yazarın kendisinden dinleyelim.

Ötekileştirme ve faşizm

Yüzleşme’de İkinci Dünya Savaşı’nda bir Alman olmayı ele alıyorsunuz. Bir İrlandalı olarak, İkinci Dünya Savaşı’nda Alman olmak üzerine yazmanızın belirli bir sebebi var mı?

İkinci Dünya Savaşı’nda sıradan bir Alman olmanın, faşist bir devlette yaşamanın neye benzediğini anlamak istedim. Almanya’ya ilk kez 1980’lerin ortasında, on sekiz yaşında bir öğrenci olarak gittim. Almanlar hakkında yapılmış Anglo-Amerikan filmleriyle geçen bir çocukluktan sonra onlarla ilgili ne bekleyebileceğimden emin değildim ve Almanya’da bir nevi sıradanlık ve olağanlıkla karşılaşınca şaşırdım. Orada nazik, cömert ve samimi bir halk vardı, hatta savaşın ve soykırımın bir parçası olmuş Almanlar bile öyleydi. İnsanların nazik ve canayakın olduğu bir ülkede Holokast nasıl gerçekleşebilir?

Yüzleşme’yi medeni bir toplum ve eğitimli insanlar faşizmi benimsediklerinde yavaş yavaş ortaya çıkan değişimlerin neler olduğunu anlamak için yazdım. Bir ulus başka toplulukları, bu örnekte Yahudileri, kolektif olarak ötekileştirdiğinde ne olur? Sıradan insanlar, nefrete ve kayıtsızlığa imkân verecek ne yapar, ne yapmazlar? Bu nefretin ve kayıtsızlığın gaz odaları, toplu katliam ve soykırıma varması için neyin olması gerekir? İrlandalı bir yazar olarak bunun benim ülkemin hikâyesi olmadığı doğru, fakat öyle olabileceğini de düşünüyorum. O uç noktaya dair potansiyel, maalesef hepimizde var. Ötekileştirmenin uç noktasını, indirgemeci düşünmenin veya popülist boş lafların uç noktasını anlamamız, kavramamız ve içselleştirmemiz önemli.

Destekçilere ödül, muhaliflere tehdit

Yüzleşme’yi faşizmle yönetilen insanların genel hikâyesi olarak da okuyabilir miyiz?

Roman, kesinlikle faşist bir sistemdeki sıradan insan hakkında. Sıradan insan, faşist bir rejimi destekleyecek ya da engelleyecek ne yapar? Bu sistemde neden bazı insanların işleri tıkırındayken diğerleri tecrit edilir ve genelde ağır bir sefalet içindedir? Faşizm, güç ve kontrol için iki yönlü bir yaklaşım sergilediğinde işler: destekçileri ödüllendirirken muhalefeti tehdit etmek. Hitler’in kahverengi gömleklileri, faşizmin yanlışlarını çekinmeden dile getiren, rejime direnen sıradan Alman’a karşı baskının ürkütücü bir kuvvetiydi. Fakat rejime sadık olanlara sunduğu ödüller, çoğunlukla insanın hayatını değiştiren şeylerdi. Romanda karakterlerimin çoğu faşist sisteme sadıklar. Faşizmin sunduğu imkânlardan faydalanıyorlar. Yüzleşme, Yahudiler yerlerinden edilip gaz odalarına gönderilirken o boşluğu dolduran o insanlar hakkında.

“Kötülüğün sıradanlığı”

Roman, Hannah Arendt’in kötülüğün doğası, özellikle de “kötülüğün sıradanlığı” kavramını hatırlatıyor. Karakterlerin tepkilerinin, güdülerinin veya nedenlerinin ne kadar da “normal” olduğunu fark ediyoruz. Fakat yaşanılanın, aynı zamanda kolektif bir anormallik olduğunu da biliyoruz. Karakterleri yaratırken hiç bunu göz önüne aldınız mı? Ayrıca sizce dünyanın herhangi bir yerinde yaşayan sıradan bir insan için, hepimiz için aynı şeyi deneyimlemek olası mı?

Olayın kademeli olarak gelişen doğasını, uyarı işaretlerini göz ardı etmeyi seçebiliriz ama başımıza geleceklerden de biz sorumluyuzdur. Faşizm de farklı değil; birdenbire ortaya çıkan değil, yavaş yavaş ve kademeli olarak yaşanan değişimlerin sonucu. Almanya’da olan şey, yıllar boyu süren manipülasyonun ve manipüle edilmeye gönüllü olarak geçen yılların sonucuydu. Arendt’in “kötülüğün sıradanlığı” kavramının ifade ettiği koşulları yaratan o dönemle ilgili dikkatimi çeken iki şey var: Birincisi, Freud’un “ortak düşman” dediği şeyin yaratılması (bu örnekte Yahudiler); ikincisi ise radyonun varlığı. Hitler ve Goebbels, Avrupa ve Rusya’da kontrolü ele geçirmek amacıyla kendi seferberliklerinde olup bitenler hakkında bilgiyi çarpıtmak ve sahte haberler yapmak için bu yeni mecranın gücünü anlamışlardı. Birinci araçlarını, ortak düşmanı kullanmak Nazilerin, insanları kendilerine bağlamasına ve “biz ve onlar” karşıtlığı yaratmalarına olanak tanıdı; siyasette her zaman tesirli bir kuvvettir bu. Yüzleşme’de karakterlerin sisteme bütün kalbiyle ve hiç sorgulamaksızın inandıklarını izliyoruz çünkü Hitler’in kendilerine sunduğu şeyi istiyorlar: daha iyi bir iş, daha iyi bir daire, daha çok yiyecek, şeylere daha iyi erişim imkânı, daha iyi gelecek ihtimali ve bu yeni toplumda daha üst bir konum… Radyo ise insanlara doğrudan ulaşmanın, onların oturma odalarına, mutfaklarına girmenin, sıradan insanların beyinlerini ve ruhlarını Almanya’nın büyük geleceği hakkında propagandayla doldurmanın bir yolu oldu. Sıradan insanlar radyoya alışık değildi ve hakikati yalandan, gerçeği propagandadan kesinkes ayırt edecek eleştirel becerileri yoktu.

Bu tekrar yaşanabilir mi? Aslında yine yaşandığını düşünüyorum. Bence sosyal medya 1930’lu-40’lı yıllarda radyonunkine benzer bir tesire sahip; “ortak düşman”lar yaratan ve onları kutuplaştıran mesaj ve görüntülerle insanların hayatlarına doğrudan ulaşıyor. Şu an köklü değişimin göbeğindeyiz ama kademeli olarak artan bir şey olduğu için algılayamıyoruz. Bu değişimin uç noktası neresi? Bir savaş mı? Bir soykırım mı? Bunlar hâlihazırda yaşanmıyor mu?

Romandaki karakterler bize gayet tanıdık geliyor, dolayısıyla benzer bir durumu yaşasak biz ne yapardık diye düşünmeye başlıyoruz. Bu, okurlar üzerinde yaratmak istediğiniz bilinçli bir etki miydi?

Almanya’da yaşarken kendime “Pekâlâ, ben ne yapardım?” diye sorardım. Hepimiz, benzer bir durumda Oscar Schindler gibi davranıp yüzlerce Yahudi’yi kurtaracağımıza veya Anne Frank ve ailesini tavan aramızda saklayacağımıza inanırız. Ama gerçek şu ki yalnızca çok azımız onu yapacak kadar cesurdur. Dolayısıyla bu soruyu kendimize sormak çok önemli çünkü maalesef faşizm, ne tarihten bir an ne de Almanlara özgü bir şey. Faşizm bugün hâlâ aramızda, gündelik hayatımızda ve onu fark etmeyi öğrenmemiz, küçük eylemlerin büyük eylemlere yol açtığını anlamamız gerek. Holokast’ın doğup geliştiği yer bu “gündelik olanın” içinde.

Okura alan yaratmak

İki romanınızın okur üzerindeki etkilerini karşılaştıracak olursak, Yüzleşme okurda uyandırdığı duygular üzerinden etkilerken Koloni, entelektüel ve akıl yürütmeye dayalı yapısıyla dikkat çekiyor. İki roman arasında böyle bir ayrım yaratma niyetiniz var mıydı?

Bu, çok kıymet verdiğim, ilginç bir gözlem. Yüzleşme’de, iki ana kahraman Peter ve Katharina sıradan Almanlar. Faşizmin işlemesi için sıradan insanların soru sormayı, otoriteyi sorgulamayı bırakması lazım. Bir yazar olarak baktığımda bu, sınırlandırıcı bir alan yaratıyor, çünkü eylemlerini ve eylemlerinin etkisini düşünmeyi reddetmeyen/reddedemeyen karakterler ortaya çıkıyor. Kendi davranışlarının ve etraflarındaki dünyanın sorgulanması onları bir kargaşa sarmalına itebilir. Yüzleşme’de Peter, bir kez kendi içine, o da kısa süreliğine dönüp bakıyor; sonra da kapanıyor çünkü yaptıklarının, yapmadıklarının eğrisini doğrusunu düşünmeye katlanamıyor.

Koloni ise farklı. Dört karakterin iç monoloğu var ve bunlar sömürgecilik tartışmasının tam da merkezinde. İrlanda’nın batı kıyısında, İrlandaca konuşan o uzak adanın ziyaretçileri ise yanıtlarını duymayı sevmeseler bile kendilerine soru sormaktan memnunlar. Karakterlerin ihtiyaçlarına göre farklı bir tarz kullanmaktan zevk alıyorum.

SEZA ÖZDEMİR
birgun.net 14.06.2024