Bertrand Russell ve Mantıksal Atomculuk
Bertrand Russell (1872-1970), analitik felsefenin Moore ve Frege’yle birlikte, üç kurucusundan birisidir. Onun bu bağlamda, Moore ve Frege’yle birlikte anılmasının, elbette birtakım temel nedenleri vardır. Bir kere o da tıpkı Frege gibi, modern mantığın kuruluşunda çok önemli bir rol oynar ve aynı lojisizm projesi içinde yer alır. Dahası o da Frege’yle birlikte klasik mantığın sınırlamalarına karşı çıkarken, yeni mantığın analiz sürecinde çok önemli bir rol üstlenmesinin kaçınılmaz olduğunu ileri sürer. Russell, Moore ile de 19. yüzyılın son çeyreğinde İngiltere’ye egemen olan idealizme karşı çıkıp analitik geleneği başlatma işinde birlik olmuştur. Aslında bu iki filozof Cambridge Üniversitesi’nde felsefe tahsil etmişlerdi. İki yakın dost olan Moore ile Russell’ın idealizme karşı çıkma gerekçeleri de aynıydı. İdealizme her şeyden önce inşacılığı ve son tahlilde öne sürdüğü monizm nedeniyle savaş açan bu iki çoğulcu filozof, İngiltere’de sadece analitik felsefeyi başlatmakla kalmadı, fakat realizmi de yerleşik hale getirip kurumsallaştırdılar.
Bununla birlikte, Moore ile Russell’ın mizaçları ve aynı gelenek içinde yer almalarına rağmen felsefe kavrayışları oldukça farklıydı. Bu yüzden farklılıkları, benzerliklerinden çok daha fazla öne çıktı. Moore idealizme, dünya ile ilgili alışılmış, yerleşik inançlarımızla çatışmasından dolayı itiraz ediyordu. Bu, elbette Russell’ın da itirazıydı. Fakat o, idealizmin matematiğin nesnelliğini ortadan kaldırmasına vurgu yaptı. Gerçekten de bütün çağların en büyük matematikçilerinden biri olan, bu cümleden olmak üzere, Whitehead ile birlikte yüzyılın başlarında Matematiğin Temelleri adlı eseri kaleme alan Russell’ın matematiğe dönük yoğun ilgisinin temelinde, bir başka büyük matematikçi filozof olan Descartes’ta olduğu gibi, kesinlik arzusu veya arayışı vardı. Russell’daki bu kesinlik tutkusu onun, Moore’un yaptığı gibi, idealizmin argümanları karşısında, sağduyunun inançlarını savunup temellendirmekle neden yetinmediğini açıklamaya yarayan en temel faktör olarak ortaya çıkar.
Russell, dahası Moore’dan çok daha temel anlamda metafizikçi bir filozoftu. Moore’un felsefenin esas işinin “evrenin genel bir betimlemesini ortaya koymak”, evreni meydana getiren şey ya da kendilik türlerinin bir listesini çıkarmak olduğuna inanıyordu. Fakat Moore’un bu konuda, yani gerekli listeyi temin etme noktasında sağduyuya başvurmanın yeterli olduğunu düşündüğü yerde, Russell işe bilimin söyledikleriyle başladı ve çok geçmeden, bilimin söylediklerinin pek çok noktada problematik olduğunu fark etme noktasına geldi. Moore’la felsefi problemleri yaratan şeyin filozofların hatalarıyla dikkatsizlikleri olduğunu öne sürmek açısından birleşirken, bir yandan da her şeyin bu kadar yalın olmadığını, neyin gerçek olduğu konusunda gündeme gelen hakiki birtakım problemlerin bulunduğunu öne sürmek durumunda kaldı. Bundan dolayıdır ki Moore’un sağduyuya dönmek suretiyle rahatladığı yerde, “bilgi diye geçen her şeyin kuşkuya açık olduğunu” görmesi dolayısıyla, derin metafizik ilgilerini hiçbir zaman tam olarak tatmin edemeyen Russell, yüzyılın ilk yarısının, özellikle analitik gelenek içinde yer alan bütün büyük şahsiyetleriyle yakın bir temas içinde olmasına rağmen, varoluşsal bir yalnızlık halinden yakasını hiçbir zaman kurtaramadı.
Russell, bir eylemci olması nedeniyle de Moore’dan farklılık gösterdi. Daha on dördüne geldiğinde irade özgürlüğüne, ölümsüzlüğe ve Tanrının varoluşuna beslediği inançları teker teker terk eden ve bu sayede daha mutlu biri olup çıktığını söyleyen Russell, böyle bir reçeteyi herkese salık verirken, doğallıkla otoritelerin tepkisiyle karşılaştı. Birinci Dünya Savaşı sırasında savaş aleyhtarlığı ve güttüğü barışçı politikalar nedeniyle tutuklandı. İkinci Dünya Savaşı öncesinde, ahlak ve politika üzerine olan görüşlerinin genç dimağlara vermesi muhtemel zarar nedeniyle, Amerika’da ders vermesi yasaklandı. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, insanların dikkatlerini nükleer savaş tehdidiyle silahlanma yarışına çekmek için yoğun bir mücadele içinde oldu. Sivil itaatsizlik eylemlerinin dünyadaki öncülerinden olan Russell’ın İngiltere’de yapılan hemen tüm büyük gösterilerin en ön saflarında yer aldığı anlatılır. Russell doksan yaşına geldiği zaman bile, kısa bir süreliğine de olsa, tutuklanmaktan kurtulamamıştı.
Geleneksel politikalara şiddetle karşı çıkan Russell, doğallıkla gelenekten de nefret ediyordu. Ele aldığı konularda savunduğu hemen hemen tüm görüşler, içine doğduğu sınıfın inanç ve kanaatlerine bütünüyle tersti. Buna rağmen o, üyesi olduğu sınıfın özellikle kültürel mirasına bir şekilde sadık kalmayı becerdi. Mizacının ve felsefesinin hemen hemen tüm öğelerine sirayet etmiş olan karşıtlıklar, onun politik görüşlerinde de kendisini gösterdi. Kısacası o, kesinlik arzusuyla kuşkuculuğun, bilimsel nesnellik ile derin tutkunun, analiz ile sentezin, gelenek karşıtlığıyla yandaşlığının, kendisinde garip bir şekilde bir araya geldiği, kendine özgü bir filozof oldu.
(a) Programı
Felsefenin asli görevinin, evreni meydana getiren şey ya da kendilik türlerinin tüketici bir listesini yapmak olduğunu düşünen Russell, zaman içinde söz konusu projenin düşündüğünden çok daha zor bir iş olduğunu görme noktasına gelmiştir. Onun gerçekten var olanları ihtiva eden listesi zaman içinde birkaç kez değişikliğe uğramıştır. Nitekim Russell, evreni oluşturan varlıkların ilk listesinde zihinlere, maddi nesnelere, tümellere, tikellere ve mantık yasalarına yer verir. Fakat Russell, listeden bir süre sonra maddi nesnelerle zihinleri çıkarır. Aynı şekilde liste de sonradan tikellerin yerine de nitelikleri geçirir. Tümeller söz konusu olduğunda da kendisinden vazgeçilmesi mümkün olmayan yegâne tümelin “benzerlik” olduğunu ileri sürer.
Görüşlerinde bütün bir kariyeri boyunca yaşanan bu değişimlere rağmen, Russell’ın programının felsefe kavrayışının esas itibariyle kimi yönlerden aynı kaldığı söylenebilir. Russell’ın programının değişmeden kalan unsurları arasında ilk sırayı, dolayımsız olarak temas ettiğimiz veya bilincine vardığımız için varoluşlarından kesin olarak emin olduğumuz şey ya da kendiliklerle varoluşlarından, kendilerine bir çıkarım sürecinin ardından inanma durumuna geldiğimiz için daha az emin olduğumuz şeyler arasında, onun Moore ile birlikte yapmış olduğu ayrım bulunur. Bunlardan birincilere sağlam ya da dolayımsız, ikincilere ise yumuşak ya da dolayımlı veriler adını veren Russell, buradan hareketle epistemolojisinin en temel öğesini oluşturan ayrıma, yani tanışıklık yoluyla bilgi ile betimleme yoluyla bilgi arasındaki ayrıma varmıştır.
Onun programının ikinci ana unsurunun, çoğulculuk olduğu söylenebilir. Buna göre İngiliz idealistlerinin, Hegel’den hareketle sadece Mutlak diye adlandırılan tek bir varlığın var olduğunu öne sürmelerine şiddetle karşı çıkan Russell, evrende, en genel anlamıyla bir şeyler çokluğunun var olduğunu öne sürer. O, bütün bu çoğulculuğuna rağmen, bir yandan da evreni meydana getiren şey ya da kendilik türleriyle ilgili listenin gereksizce genişletilmemesi gerektiğini savunur. Buradan da anlaşılacağı üzere, onun programının bir başka temel ilkesi veya unsuru, “Ockhamlı’nın Usturası” olarak geçen ve “var olanların sayısının lüzumsuzca çoğaltılmaması gerektiğini” bildiren meşhur tasarruf ilkesidir.
Russell’ın programının bir başka temel yönü de pek çok Russell yorumcusuna göre, gündelik dilin, felsefecileri yanlış yola sevkedecek kadar tutarsız, mantıksal formu gizleyecek kadar muğlak ve belirsiz olduğu inancı ya da iddiasından meydana geliyordu. Bu yüzden ana stratejisini mantıksal form üzerinde yoğunlaşmak olarak ifade eden Russell’ın felsefe kavrayışı, şu halde, öncelikle mantıksal formu açığa çıkartacak bir analizden meydana gelmek durumundaydı. Gerçekten de o, doğru bir analizin yani mantıksal formu açığa çıkaracak bir analizin bizi geleneksel metafizik problemlerin çözümüne götüreceğini iddia ediyordu. Onda analiz olarak felsefe kavrayışını, doğallıkla eleştiri olarak felsefe kavrayışı tamamladı. Russell mantıksal analiz yoluyla evrenin kurucu bileşenleriyle ilgili olarak belirli ve temel bir kavrayışa eriştikten sonra, böyle bir analizden yoksun oldukları için felsefeyi çözümsüz problemlerin deposu haline getiren metafizikçilere saldırmaya başlamıştı. Russell’ın felsefe kavrayışının söz konusu negatif boyutunu dengeleyen sonuncu anlayışın, sentez olarak felsefe kavrayışı olduğu söylenebilir.
(b) Analiz ve Mantıksal Atomculuk
Russell, kariyerinin daha ilk başlarında, “hemen her felsefi problemin, gerekli analize tabi tutulduğu zaman ya hiçbir şekilde bir felsefi problem olmadığının ya da gerçekte mantıksal bir problem olduğunun kolaylıkla görülebileceğini” ileri sürmüştü. Analizi bu şekilde felsefenin esas yöntemi olarak öne sürerken, söz konusu analizle daha ziyade mantıksal bir analizi kastetmekteydi. Gerçekten de mantık ile metafizik arasındaki yakın ilişkiyi hemen ve açıklıkla fark eden Russell, doğallıkla analizin yeni bir mantığı gerekli kıldığını öne sürmekle kalmadı, geleneksel metafiziği besleyen şeyin esas itibariyle klasik Aristoteles mantığı olduğunu iddia etti. O, işte bu çerçeve içinde, geleneksel Aristoteles mantığının düşünceyi zincire vurduğunu, oysa yeni bir mantığın düşünceye kanat takacağını ileri sürdü. Onun aklında yer eden ilk zincir ise aynen Frege’de olduğu gibi, klasik mantığın bütün yargıların form bakımından yüklemsel olduğu kabulüydü. Ona göre, filozofları töz metafizikleri öne sürmeye sevkeden şey, işte bu kabuldü. Russell, söz konusu kabulden hareketle birtakım töz metafizikleri geliştiren geleneksel filozofların, kendilerini kaçınılmaz olarak ya monizmle ya da plüralizmle sınırlamak zorunda kaldıklarını söyledi. Buna göre geleneksel felsefeci veya metafizikçiler, bütün yargıların form bakımından yüklemsel olduğu kabulüne bağlı olarak ya her şeyin tek bir tözün sıfatı ya da niteliği olduğunu ya da her biri bir diğerinden bağımsız çok sayıda tözün bulunduğunu öne sürmeye mecbur kaldılar.
Russell, işte bu klasik mantığa alternatif yeni bir mantıksal öğreti ve söz konusu yeni mantık temeli üzerinde de alternatif bir metafizik geliştirmek istedi. Frege’nin göstermiş olduğu ve kendisinin de Whitehead ile birlikte, Matematiğin Temelleri’nde hayata geçirmiş olduğu üzere, bütün bir matematik alanının kendisine dayanılarak az sayıda mantıksal aksiyomdan türetmenin imkân dâhilinde olduğu bir mantık kurmak mümkün olduğuna göre, aynı mantığı açık seçik olarak ortaya konabilen, her şeyi tam bir dakiklik ve kesinlikle ifade edebilen bir dilin temeli yapmak da pekâlâ mümkün olabilirdi. İşte bu şekilde düşünen ve aklının bir köşesine mantık ile metafizik arasındaki yakın ilişkinin yer ettiği Russell’ın temel kabulü ise, dünyanın bu özel olarak inşa edilmiş mantık diline tekabül edeceği kabulüydü. Russell, bu yeni mantığın sözcük ya da terim dağarcığının dünyadaki tikel nesnelere çok büyük ölçüde karşılık geleceğini varsaymaktaydı. Söz konusu yeni mantık dilini yaratma işini hayata geçirmek için de öncelikle şeylerden ayırdığı “olgular”ı analiz etmeye koyuldu.
Russell, dünyadaki şeylerin çeşitli özelliklere sahip olup, birbirleriyle çeşitli ilişkiler içinde bulundukları kanaatindeydi. Şeylerin söz konusu özelliklere sahip olmaları ve birtakım ilişkiler içinde bulunmaları, onun gözünde birer olgu olmak durumundaydı. Gerçekten de olgular, Russell açısından, şeylerin birbirleriyle olan ilişkilerinin karmaşıklığını ihtiva etmekteydi. Analizin bu yüzden olgulardan başlaması gerektiğini düşünen Russell’ın buradaki temel kabulü ise, birtakım bileşenlere sahip olan olguların kompleks ve dolayısıyla da analiz edilmeye elverişli olmaları gerektiği görüşüydü. O, olguların kompleksliğinin dilin kompleks oluşuyla tam olarak örtüştüğünü düşünüyordu. Bu yüzden analizin amacının, bizim doğru her tümce ya da önermenin olguların dünyanın veya gerçekliğin doğru bir resmini temsil ettiğine kanaat getirmemizi temin etmek olduğunu ileri sürdü.
Russell’a göre dil ise, sözcüklerin eşsiz bir birleşiminden, kusursuz düzenlenişinden meydana gelir. Dilin anlamlılığına gelince, Russell onun dildeki sözcüklerin olguları temsil etme ölçüsü veya başarısı tarafından belirlendiğine inanır. Sözcükler önermeler içinde bir araya gelirler. Russell, işte bu çerçeve içinde, mantıksal açıdan kusursuz bir dilde, bir önermede geçen sözcüklerin mütekabil olguların bileşenlerine birebir tekabül ettiğini söyler.
Russell, analiz yoluyla belirli basit sözcüklerin keşfedildiğini ileri sürer. Bu sözcükler, kendilerinden daha temel veya ilksel başka bir şeye ayrıştırılamayan ve dolayısıyla ancak sembolleştirdikleri veya temsil ettikleri şeylerin bilinmesi suretiyle bilinebilen sözcüklerdir. Sözgelimi “sarı” sözcüğü daha öte bir analize elverişli değildir ve bu yüzden basit bir yüklem olarak anlaşılır. Basit sözcükler Russell’a göre, sadece basit yüklemlerden meydana gelmez; benzer şekilde
basit olan başkaca sözcükler, bu kez tikel şeylere gönderimde bulunurlar. Bu tikel şeylerin sembolleri olarak, onların özel isimler oldukları söylenebilir. Dil, demek ki kısmen “sarı bir gül” örneğinde olduğu üzere, en yalın formları içinde tikel bir şeyle onun bir özelliği veya yüklemine gönderimde bulunan sözcüklerden oluşur.
Russell’a göre, bir önerme bir olguyu ifade eder. Olabilecek en basit türden olguya atomik olgu adını veren Russell, atomik olguları ifade eden önermelere atomik önermeler adını verir. Atomik olgular ile atomik önermeler arasında tam bir mütekabiliyet bulunduğunu varsayan mantıksal atomculuk açısından, dünya, daha önce de belirtildiği üzere, nitelikleri olan ve diğer şeylerle ilişki içinde bulunan şey veya varlıklardan meydana gelmektedir. Başka bir deyişle, dünya tikeller ile tümelleri ihtiva etmekte olup, bunlar ancak olgularda bir araya gelerek bir kompozisyon oluştururlar. Kendi başlarına ele alındıklarında somut varoluşa sahip olmayan tikeller ile tümellerin bir araya gelmeleriyle oluşan olgular dış dünyaya ait olup somut bir varoluşa sahiptirler. Onlar dolayımsız olarak idrak edildikleri için duyusal algıya ait olgular olmak durumundadırlar. Demek ki atomik olgular, Russell’ın mantıksal atomculuğunda önermelerin dilsel olmayan karşılıkları olarak görülürler. Atomik önermelerin doğruluk veya yanlışlıklarını belirleyen şey, atomik olgulardır. Doğruluk ve yanlışlığın taşıyıcısının önermeler olduğunu, olguların doğru ya da yanlış olmadıklarını söyleyen Russell, ayrıca önermenin kendisindeki fonksiyon-argüman düalizminin atomik olgudaki tümel-tikel düalizmini yansıttığını belirtir.
Dilde atomik önermelerin bir araya gelişiyle kompleks önermelere erişilir. Başka bir deyişle, iki ya da daha fazla atomik önerme birbirine ve (§) ve veya (V) türünden bağlaçlarla bağlandığı zaman, sonuç moleküler önerme olur. Bununla birlikte, moleküler önermelere karşılık gelen moleküler olgular yoktur; gerçekte var olan sadece atomik olgulardır. Moleküler önermelerin kendilerine tekabül ettiği moleküler olgular bulunmadığına göre, söz konusu önermelerin doğruluk ya da yanlışlıkları kendilerini oluşturan atomik önermelerin doğruluk veya yanlışlıklarına bağlı olur. Bu noktada dilin fiili olgulara olan mütekabiliyetleri ampirik yöntem ve tekniklerle gözler önüne serilebilen çok sayıda atomik önermeden meydana geldiği söyleyen Russell, aynı anda kendisini oluşturan öğeler olarak atomik önermelere gidilmek suretiyle analiz edilecek bir anlamın olması gibi, kurucu unsurları olarak atomik olgulara erişmek suretiyle çözümlenecek bir anlamın da mevcut olduğunu ima eder. Başka bir deyişle, dünya hakkında, kendisi de atomik bir olguya tekabül eden atomik bir önermeye gidilerek analiz edilebilir olmayan bir şey söylemek mümkün değildir.
Dahası Russell’ın söz konusu mantıksal atomculuğu, her atomik önermenin gramatikal bağımsızlığının tek tek her bir atomik olgunun metafiziksel bağımsızlığını gösterdiğini ifade eder.
Onun öngördüğü böylesi ideal bir dilde, sözcükler ve önermeler olgulara tekabül eder. Bu yüzden, sözcükler ve önermelere ek olarak, onların mütekabilleri olan olgulara ilişkin bir analizin ardından, sadece dilin değil, fakat dünyanın temel karakteri hakkında da doğru bir resim, açıklama ve kavrayışa erişileceği varsayılır. Buna göre mantıksal atomculuğun ideal dili, dünya hakkında söylenebilecek her şeyi ifade eder.
Dünyayı doğru betimlemede kullanılacak böyle ideal bir dil düşüncesinin art alanında, elbette Russell’ın, mantık ve matematik alanında, mantıksal atomculuğu geliştirmeden önce yapmış olduğu yoğun çalışmalar bulunur. Buna göre o, matematiğin temelleri için çeşitli sembolik notasyonlar oluşturmuştur. Daha önce geliştirmiş olduğu bu notasyonu, şimdi mantıksal atomculuğun metafizik dili için kullanır. Bir önerme ya doğru ya da yanlıştır. Söz konusu sembolik notasyonu kullandığında, Russel doğru bir önermeyi p, yanlış önermeyi ise değil-p olarak adlandırır. Moleküler bir önerme ise, birbirlerine ve (§), veya (V) benzeri mantıksal bağlaçlarla bağlanan (p, q benzeri) iki ya da daha fazla sayıda atomik önermeden meydana gelir. [Bir kimsenin sözgelimi kısa (p) ve beyaz (q) olduğunu bildiren] p § q gibi bir önerme, Russell’a göre, atomik önermelerden her biri ayrı ayrı doğru olduğu takdirde doğru olur. Bütün bir moleküler önerme, Russell’ın kullandığı ifadeyle bir doğruluk fonksiyonu olmak durumundadır. Bütün önermeye tekabül eden tek bir atomik olgu bulunmadığı için onun doğruluk veya yanlışlığı sadece bileşensel atomik önermelerden her birinin doğruluk ya da yanlışlığıyla belirlenebilir. Buna göre, “o kısa ve beyazdır” demek, “o beyazdır” ve “o kısadır”ın bir doğruluk fonksiyonunu ifade eder. P ve q önermelerinin bu şekilde çok çeşitli türden ilişkilerinin söz konusu olduğunu ama bu ilişkilerin her durumda sembolik olarak kurulacak ifade edilmesi gerektiğini bildiren Russell, şu halde önermelerin mantıksal olarak kurulacak doğru ilişkiler aracılığıyla şeylerin veya dünyanın hakiki özünü keşfetmenin mümkün olduğunu iddia eder.
(c) Eleştiri Olarak Felsefe
Felsefeyi, demek ki öncelikle bir analiz olarak kavrayan ve analizi bu doğrultuda kullanmak suretiyle, dünyanın nihai bileşenlerine erişmeyi mümkün kılan mantıksal atomculuğu geliştiren Russell, bundan sonra felsefe kavrayışının ikinci ana öğesini meydana getiren eleştirel felsefeye geçer. Başka bir deyişle, geleneksel felsefi spekülasyonla klasik felsefi problemlerin, mantıksal karışıklıklarla anlam bulanıklarından kaynaklandığı kabulü ve felsefenin temel görevlerinden bir diğerinin eleştiri olduğu inancıyla, geleneksel felsefeyi veya spekülatif metafiziği eleştirmeye yönelir. Russell burada kendisine üç öğretiyi hedef alır. Bunlardan birincisi rasyonalist metafizik, diğer ikisi de pragmatizm ve Bergsoncu mistisizmdir. O, bütün bu metafizik öğretilerin ama özellikle de rasyonalist metafiziğin eski Aristotelesçi mantığa dayandığı inancıyla, eleştirilerinin hedefine önce klasik mantığı yerleştirir. Özneye nitelik yükleyen ilişkinin çok sayıdaki mantıksal ilişkiden sadece biri olduğunu söyleyen Russell, söz konusu özne-yüklem mantığının sadece bir töz-ilinek metafiziğine yol açtığını savunur. Söz konusu töz-ilinek metafiziği ise, filozoflara Spinozacı monizm ile Leibnizci plüralizm dışında bir alternatif bırakmamıştır.
Özne-yüklem mantığının daha bile büyük güçlüğü, onun filozofları zaman ve mekânın gerçekliğini yadsımaya zorlamasından oluşur. Bu ise Russell’a göre, geleneksel metafizikçilerin bilimin dünyasıyla gündelik deneyimin dünyasını bir türlü açıklayamamalarına yol açmıştır. Bunun da hiç kuşku yok ki en önemli nedeni, yukarıya ve aşağıya işaret eden mekânsal ilişkilerle önce ve sonrayı gösteren zamansal ilişkilerin geçişli ilişkiler olarak özne-yüklem ilişkilerine indirgenememesi ve dolayısıyla, klasik mantıkta ifade edilememesidir. Klasik mantığa bağlanan metafizikçiler, işte bu yüzden zamansal ve mekânsal ilişkilerin varlığını yadsımış ve gerçekten var olanın zaman ve mekânın ötesinde bulunduğunu öne sürmüşlerdir. Bu bakımdan en çok Spinoza ve Hegel’i eleştiren Russell, geleneksel spekülatif metafiziğin bir başka büyük hatasının, böyle bir metafizikle iştigal edenlerin “bütün bir gerçeklik alanının salt düşünme yoluyla mutlak bir kesinlik içinde tesis edilip ortaya konabileceği” yanılsamasına kapılmış olmaları olduğunu söyler.
Rasyonalist metafizikle kıyaslandığında, pragmatizmi çok daha gelişmiş ve ileri bir felsefe olarak gören Russell, pragmatizmin bilim tarafından erişilebilir olmayanla veya rasyonalist metafizik ve dogmatik teolojiyle ilgili kuşkuculuğunu paylaşır. O da tıpkı pragmatistler gibi metafizik ve teoloji alanlarında ortaya konan iddiaların, haklılandırılmış veya sağlam delillere dayanan iddialar olmaktan ziyade, insanların duygusal tepkileri ve mizaçlarıyla ilgili olduğunu söyler. Buraya kadar pragmatistlerle bir ve aynı düşünen Russell, daha ileri bir noktada pragmatistlerin inançlar ile olgular arasında bir ayrım yapmayan deneyim yorumlarına karşı çıkar. Buna göre o, olguların tam tamına her ne ise o oldukları yerde, inançların muğlak ve kompleks olduklarını söyler; inançların insani durumlara bağlı olmakla kalmayıp, kültürel koşullara göreli olduğunu söyleyen Russell, olguların hemen hiçbir şekilde bizim kontrolümüz altında olmadığını belirtmeye özen gösterir. Pragmatistlerin bu şekilde tanımlanan inançları olgularla karıştırmak ve daha sonra da sadece dünyanın yüzeyindeki olaylar üzerinde yoğunlaşmak suretiyle felsefelerine önemli ölçüde zarar veren vahim bir hataya düştükleri kanaatindedir. Bu türden yüzeydeki veya yakındaki olayların, insanlar için pratik bir önem taşımasıyla birlikte, sağlam bir bilgi teorisinin onların üzerine inşa edilemeyeceğini ileri süren Russell’a göre, pragmatistler doğruluğun ölçüsü olarak mütekabiliyet yerine, “işe yarama”yı kabul ettikleri için de yanılgıya düşmüşlerdir.
Russell, bilgi teorilerindeki hata ve tutarsızlıklara, söz konusu teorinin oldukça tehlikeli bilumum sosyal içerimlerine rağmen, pragmatizmde yine de bir şeyler bulunduğunu, öğretinin birtakım meziyetleri olduğunu kabul eder. Fakat sıra Bergsonculuğa gelince, Russell bu felsefenin lehine söylenebilecek tek bir şeyin bile olmadığını iddia eder. Onun gözünde Bergson’un felsefesi, yeni ve modern bir dille ifade edilmiş bir mistisizmden başka hiçbir şey değildir.
(d) Sentez Olarak Felsefe
Russell felsefesinde esas ağırlığı doğallıkla analiz ve eleştiriye verir; daha doğrusu senteze, eleştiri karşısında çok daha önemsiz bir rol yükler. Çünkü 19. yüzyılın sistem inşacılığına verilen tepki, çağın ruhuna uygun olarak, felsefenin pozitif anlamda ancak sınırlı sayıda mütevazı sonuçlara erişebileceğini kabul eden tutumdan kaynaklanır. Söz konusu ruhu veya tutumu bir şekilde kendisi de paylaşan Russell, nitekim felsefenin esas işinin “sorgusuz sualsizce temel kabul edilen fikir ve kavramları eleştirip açıklığa kavuşturmak, sıkı bir şekilde analiz etmek olduğunu” söyler. Yine pek çok eserinde savunuculuğunu yapmaya çalıştığı felsefe türünün ancak hayal gücüne müracaatın sonucu olabilen, test edilmeleri veya doğrulanmaları imkânsız dev genellemelerin yerine oldukça mütevazı, hayli ayrıntılı ve doğrulanabilen sonuçları ikame eden bir felsefe olduğunu” belirtmeye özen gösterir.
Analize ve eleştiriye verdiği büyük öneme rağmen, Russell’ın doğasında var olduğuna inanılan metafizik dürtüyle senteze de belli bir yer verdiği kabul edilir. Daha doğrusu bütün eserlerinde ustası olduğu analiz ve eleştiriyle sentez arasında hiç azalmayan bir gerilimin gözlenebildiği Russell, felsefesinde analizin ardından senteze de yer verir veya analiz yoluyla erişilen nihai bileşenlerden yola çıkarak evreni inşa etmeye geçer. Bu inşa, analizin mantıksal analiz olmasına benzer şekilde elbette mantıksal bir inşa olacaktır.
Analizin kendilerinde son bulduğu nihai bileşenler veya sentezin kendileriyle başladığı ilksel öğeler söz konusu olduğunda, elbette kesinlik arzusuyla yanıp tutuşup bir filozof için sentezin tartışılmaz olanlardan başlamasının gerekli olduğunu dikkate almak gerekir. Başka bir deyişle, analitik gelenek içinde yer alan bir filozof veya tanışıklık yoluyla bilgi ile betimleme yoluyla bilgi arasında çok hayati bir ayrım yapan bir filozof açısından sentezin basitlerden, yani dolayımsız olarak idrak ettiğimiz, kendileriyle doğrudan bir tanışıklık içine girdiğimiz şey ya da kendiliklerden başlamasının kaçınılmaz olduğunu hesaba katmakta yarar olabilir. Gerçekten de söz konusu üç filozof tanımının da kendisine uygun düştüğü Russell için sentez, doğrudan idrak ettiğimiz, bu yüzden tartışılmaz olan basitlerden başlar. İşte bundan dolayıdır ki, Russell felsefi soruşturmasının amacını, dünya hakkında ister sağduyu temeli üzerinde ya da ister bilime dayanarak, sahip olduğumuz çok çeşitli inançlardan hangilerinin doğru olduğunu tespit edip ortaya çıkarmak olarak ifade eder. Bu tespit ise söz konusu inançların konularının doğrudan idrak ettiğimiz, dolayımsız bir temas içine girdiğimiz daha basit şey ya da kendiliklere ayrılmak suretiyle analiz edilip edilmeyeceklerini inceleyip tespit etmeye eşdeğer bir faaliyet olmak durumundadır.
Russell söz konusu analiz ve incelemenin sonucunda, elbette elektron, proton ve benzeri birtakım bilimsel nesnelerle dolayımsız bir temas içine girildiğini iddia etmez. Çünkü bu türden bilimsel nesneler dolayımsız olarak idrak edilen şeyler değil de ancak çıkarsama yoluyla, dolaylı olarak bilinen kendiliklerdir. Russell, Moore’dan tamamen ayrılarak, bizim sağduyunun nesneleriyle de dolayımsız bir temas içinde olmadığımızı ifade eder. Nasıl ki elektron ve protonları dolayımsız olarak bilemiyorsak, sağduyu deneyiminin kedi, gül, köpek ve masa benzeri fiziki nesneleriyle de doğrudan bir tanışıklık içinde olamıyoruz. O, bu yüzden tıpkı elektron ve protonun çıkarsanmış, dolaylı olarak bilinen kendilikler olmaları gibi, masa ve kedinin de çıkarsanmış, varlıkları birtakım basit ve ilksel şeylerden türetilmiş kendilikler olduğunu ileri sürer. Gerçekten de mantıksal atomculuğun metafiziğine göre, duyuya verili olan sadece birtakım basit ve ilksel kendiliklerdir ya da Russell’ın deyimiyle tikellerdir. Fiziki nesneler, bu basit, ilksel şey ya da kendiliklerden hareketle yapılan inşalardır.
Gerçekten de Ockhamlı’nın Usturası’na veya tasarruf ilkesine göre, evreni meydana getiren varlıklar listesine veya envanterine dahil edilecek basit şey ya da kendilikleri en aza indirgemek amacı güden Russell, bu amaç doğrultusunda önce dolayımsız olarak temas ettiğimizi düşündüğümüz şeylerin gerçekte sadece varlıkları çıkarsanmış veya türetilmiş ve dolayısıyla, kendilerinden daha basit ve nihai olan kendiliklere indirgenebilen şeyler olduğunu gösterme çabası sergiler. Buna göre varlık envanterine kedi, köpek, gül veya masanın değil de basit ve tartışılmaz öğeler olarak renk dalgaları veya duyu verilerinin dahil edilmesi gerekir. Russell elektronlarla protonların masalarla kedilerin birer inşa veya mantıksal yapım olduğunu söylerken, söz konusu nesnelerin inşasında gündeme gelen çıkarımların temellendirilmiş, haklılandırılmış çıkarımlar olması gerektiğini özellikle ifade eder. Onun mantıksal yapım adını verdiği şey, işte bu iki yönlü hareketten oluşur.
Russell sentezin kendilerinden başladığı, dolayımsız olarak idrak edilen ve bu yüzden basit ve tartışılmaz olan şeylerin tümellerle tikeller olduğunu ileri sürer. Bunu ileri sürmekle kalmayıp, tümellerin gerçekte olmadığını savunan nominalislere karşı onların varoluşunu kanıtlamaya çalışır. Onun buradaki stratejisi, öncelikle nominalistlerin tümellerin varolmadığını öne süren argümanının en azından bir tümelin, yani “benzerliğin” varoluşunu varsaydığını gözler önüne sermekten ve bizim duyusal deneyimde “yukarı”, “-den daha büyük”, “-den sonra” benzeri bağıntısal tümelleri dolayımsız olarak kavradığımızı göstermekten oluşur.
Tikellere gelince, Russell bu noktada bizim dolayımsız olarak duyu verileriyle, duyu verilerinin bilincinde olan benlikle, bu benliğin inanma, umut etme ve kuşkulanma benzeri zihin halleriyle tanıştığımızı, doğrudan bir temas içine girdiğimizi söyler. Şu halde, evrenin nihai bileşenleri ne sağduyunun masa, sandalye benzeri fiziki nesneleri, ne de fiziğin elektron ve proton benzeri bilimsel nesneleridir. Bütün bunların mantıksal inşalar olduğunu ileri süren Russell’a göre, evrenin nihai bileşenleri, kendisinin tikeller adını verdiği, bir şeyler ya da kendilikler çokluğudur. Söz konusu tikellerin bir binadaki tuğlalara benzer şekilde değil de bir senfonideki notalara benzer bir biçimde anlaşılması gerektiğini söyler. Renk, katılık, biçim ve benzeri duyu verilerinin bu birlikteliği, üzerinde yazı yazdığım masayı veya daha kesin olarak “masam” diye adlandırdığım şeyin fiziki görünüşünü oluşturmaktadır. Başka bir deyişle, masa bu görünüşler dizisinden başka hiçbir şey değildir. Ona masa statüsünü kazandıran şey, duyu verileri sınıflarının dizisidir. Yoksa masanın kendisi sahici bir tikel olmayıp, “mantıksal bir inşa”dır.
Ahmet Cevizci
Felsefe Tarihi: Thales’ten Baudrillard’a
Say Yayınları



