Bitlis Delikli Mağara Keşfi: 8 Bin Yıllık İzler Tarih Sahnesini Aydınlatıyor
Bitlis’in Adilcevaz ilçesinde yer alan Delikli Mağara, son iki yıldır yürütülen sistematik kazı çalışmalarıyla Türkiye arkeolojisinin dikkat çeken noktalarından biri haline geldi. Van Gölü’nün kuzeybatı kıyısına yaklaşık 60 metre yükseklikte konumlanan bu doğal oluşum, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın izni ve desteğiyle Ahlat Müze Müdürlüğü tarafından koordine edilen kazılarda, Neolitik Çağ’dan Orta Çağ’a uzanan katmanlı bir yerleşim geçmişini ortaya koydu. Kazı ekibinin bilimsel danışmanlığını Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Arkeoloji Bölümü’nden Dr. Öğretim Üyesi Sinan Kılıç üstleniyor; bu çalışmalar, mağaranın giriş ve iç mekanlarında gerçekleştirilen sondaj ve kazı teknikleriyle dört ana tabakayı belirledi. En alt tabakada tespit edilen 8 bin yıllık obsidiyen aletler ve çanak çömlek parçaları, bölgenin erken dönem avcı-toplayıcı topluluklarının varlığına işaret ediyor. Bu buluntular, mağaranın tarih öncesi dönemlerde mevsimlik kamp alanı olarak kullanıldığını gösteriyor; zira Van Gölü’nün o dönemki su seviyesi, mağara girişlerini doğrudan göl kıyısına yaklaştırıyordu. Kum birikintileriyle kaplı dip tabaka, gölün sedimentasyon süreçlerini belgeleyerek, çevresel dinamiklerin insan yerleşimini nasıl etkilediğini somutlaştırıyor. Kazıların ilk yılında odaklanan doğu girişi sondajı, bu yıl genişletilerek 2 metre derinliğe ulaşıldı ve tabakalaşmanın net bir kesitini sağladı. Elde edilen veriler, Ahlat Müze Müdürlüğü laboratuvarlarında detaylı analizlere tabi tutulurken, buluntuların envanteri ve restorasyon çalışmaları devam ediyor. Bu keşif, Doğu Anadolu’nun arkeolojik haritasını zenginleştirerek, Van Gölü havzasının kültürel sürekliliğini aydınlatıyor.
Mağaranın Jeomorfolojik Özellikleri
Delikli Mağara, volkanik kayaçlardan oluşan bir kireçtaşı yapısına sahip olup, Van Gölü’nün tektonik çöküntü hattı üzerinde yükseliyor. Mağaranın doğal delikleri ve oyukları, rüzgar erozyonu ile şekillenmiş olup, iç hacmi yaklaşık 500 metreküpü buluyor; bu da onu geniş bir yerleşim alanı için ideal kılıyor. Kazı öncesi jeofizik taramalar, manyetik rezonans ve yer radarı yöntemleriyle gerçekleştirildi; bu teknikler, mağara zeminindeki heterojen katmanları önceden haritalandırarak kazı verimliliğini artırdı. Van Gölü’nün tektonik aktiviteye maruz kalan bu bölgesinde, mağara tabanı bazaltik lav akıntılarının kalıntılarıyla kaplı; bu da Neolitik dönemdeki volkanik patlamaların çevresel etkilerini yansıtıyor. Sondaj kesitlerinde gözlemlenen kum tabakası, yaklaşık 10 bin yıl göl seviyesinin 20-30 metre daha yüksek olduğunu doğruluyor; bu durum, mağaranın girişinin o dönemde suyla doğrudan temas halinde olduğunu gösteriyor. Jeolojik incelemeler, mağaranın çatısındaki damla taş oluşumlarının yaşını izotop analizleriyle 15 bin yıla kadar çıkardığını ortaya koydu. Bu özellikler, mağarayı sadece bir barınak değil, aynı zamanda su kaynaklarına erişim sağlayan stratejik bir nokta haline getiriyor. Kazı ekibi, bu jeomorfolojik verileri GIS tabanlı haritalarla entegre ederek, çevresel rekonstrüksiyon modelleri oluşturdu; böylece, geçmiş iklim dalgalanmalarının insan hareketliliğine etkisini simüle etti.
Neolitik Dönem Bulgularının Detaylı Analizi
Kazıların dördüncü ve en alt tabakasında ortaya çıkarılan 8 bin yıllık buluntular, obsidiyen ham maddeden üretilmiş yontma aletler ve seramik fragmanlarından oluşuyor. Obsidiyen parçalar, mikroskobik kesit analizleriyle incelendiğinde, keskin uçlu bıçaklar, scraper’lar ve ok uçları olarak işlendiği görülüyor; bu aletlerin kenar açısı 20-30 derece arasında olup, modern titizlikle eşleştirilebilir kalitede. Kaynak maddenin Bingöl’deki volkanik yataklardan getirildiği, izotop izleme teknikleriyle teyit edildi; bu, erken dönem ticaret ağlarının varlığını kanıtlıyor. Çanak çömlek parçaları ise, kırmızı angob kaplamalı ve kalın kenarlı olup, Neolitik B fazına tarihleniyor; termolüminesans yöntemiyle yaş tayini, MÖ 6000-5800 aralığını işaret ediyor. Bu tabakada bulunan hayvan kemik kalıntıları –özellikle koyun, keçi ve sığır türleri– karbon-14 dating ile doğrulanarak, avcılık odaklı bir ekonomi modelini ortaya koyuyor. Kemiklerdeki kesik izleri, obsidiyen aletlerin et işleme süreçlerinde kullanıldığını gösteriyor; ayrıca, yangın kalıntıları, mağaranın içindeki ocak alanlarını tanımlıyor. Bu buluntular, Van Gölü havzasının Neolitik topluluklarının göl balıkçılığı ve karasal avcılıkla karışık bir beslenme düzenine sahip olduğunu belgeliyor. Kazı raporlarında belirtilen üzere, bu tabakanın kalınlığı 40-50 cm olup, üstündeki erozyon tabakasıyla ayrılıyor; bu da mevsimsel sel baskınlarının yerleşimi etkilemiş olabileceğini düşündürüyor. Bulguların mikro-archeobotanik analizi, yabani tahıl kalıntılarını ortaya çıkararak, toplayıcılığın tarıma geçiş evresini aydınlatıyor.
Urartu Dönemi Mezar Yapılarının İncelenmesi
Üçüncü tabakada tespit edilen Urartu dönemine ait çoklu mezar kompleksi, mağaranın MÖ 9.-7. yüzyıllar arasındaki kullanımını somutlaştırıyor. Kazı sırasında ortaya çıkarılan dört adet mezar çukuru, taşla sınırlanmış olup, içlerinde kısmen tahrip edilmiş iskelet kalıntıları bulundu; bu tahribat, Orta Çağ’daki define arayıcılarının müdahalesine bağlanıyor. İskeletler, antropometrik ölçümlere göre yetişkin bireylere ait olup, boy ortalaması 165-170 cm arasında; cinsiyet dağılımı iki erkek ve iki kadın olarak dengeli. Mezar eşyaları arasında boncuk dizilerinden oluşan kolyeler, bronz iğneler ve küpeler yer alıyor; bu süs objeleri, X-ışını floresans spektrometresiyle analiz edildiğinde, yerel bakır cevherlerinden dövüldüğü anlaşıldı. Demir bıçak kalıntıları, paslanma oranına göre MÖ 800’lere tarihleniyor; bıçakların sap kısımları ahşap kalıntılarıyla kaplıydı, ancak organik materyalin ayrışması nedeniyle sadece izler kaldı. Seramik kaplar, Urartu tipik siyah parlak yüzeyli olup, içlerinde gıda kalıntıları tespit edildi; lipid analizi, süt ürünleri ve tahıl bazlı depolama işlevini doğruluyor. Mezarların dağılımı, mağara girişine yakın konumda olup, ritüel bir toplu gömme pratiğini yansıtıyor; bu, Urartu krallığının Van Gölü eteklerindeki savunma ve tarım yerleşimlerini andırıyor. Kazı ekibi, bu tabakayı belgelemek için 3D lazer tarama kullandı; böylece, mezarların orijinal konfigürasyonu dijital olarak rekonstrükte edildi. Bulgular, Urartu’nun metalurji ve seramik teknolojilerindeki ilerlemelerini, mağara gibi doğal yapılarla entegre kullanımını gösteriyor.
Orta Çağ Yapı Kalıntılarının Yapısal Özellikleri
İkinci tabaka, Orta Çağ’a (MS 10.-13. yüzyıllar) tarihlenen bir yapı kompleksini barındırıyor; bu yapı, mağara önüne inşa edilmiş olup, tabanı kireç harcıyla sıvanmış taş temellerden oluşuyor. Kazı sırasında açığa çıkarılan duvar kalıntıları, 1 metre yüksekliğinde olup, moloz taştan örülmüş; harç analizi, kireç ve kum karışımının yerel kaynaklardan elde edildiğini gösteriyor. Yapının iç mekanında tespit edilen hearth (ocak) alanı, yanmış kemik ve kömür kalıntılarıyla dolu; termal imaging teknikleri, sürekli kullanım izlerini ortaya koydu. Üst tabakada bulunan seramik parçalar, İpek Yolu seramikleriyle benzerlik göstererek, ticaret bağlantılarını işaret ediyor; bu parçalar, İznik tipi mavimsi sırlı olup, MS 1100’lere tarihleniyor. Yapının tahribat izleri, deprem veya yangın kaynaklı olup, çatı çöküntüsüyle ilişkilendiriliyor; dendrokronoloji yöntemiyle odun kalıntıları incelendiğinde, meşe türü malzemelerin kullanıldığı anlaşıldı. Bu yapı, muhtemelen bir gözetleme veya depolama birimi olarak işlev görmüş; zira Van Gölü’nün stratejik konumu, Bizans-Selçuklu geçiş dönemindeki askeri hareketliliği yansıtıyor. Kazı verileri, yapının mağara içiyle entegre olduğunu gösteriyor; giriş kapısı doğal deliklerden uyarlanmış. Dijital modelleme çalışmaları, yapının orijinal boyutunu 20×10 metre olarak hesapladı; bu da toplu barınma kapasitesini 15-20 kişi olarak tahmin ediyor.
Van Gölü Havzasının Arkeolojik Karşılaştırması
Delikli Mağara buluntuları, Van Gölü çevresindeki diğer sit alanlarıyla karşılaştırıldığında, bölgesel bir kültürel mozaği aydınlatıyor. Örneğin, 50 km kuzeydeki Ayanis Kalesi’nde bulunan Urartu mezarları, benzer süs eşyaları içerse de, Delikli’deki çoklu gömme pratiği daha yerel bir varyasyonu temsil ediyor. Neolitik tabaka, Erciş’teki Tuspa Höyüğü’ndeki obsidiyen atölyeleriyle paralellik gösteriyor; her iki sitede de ham madde kaynaklarının aynı volkanik yataklara dayandığı teyit edildi. Orta Çağ yapısı ise, Akdamar Adası’ndaki kilise kalıntılarıyla uyumlu; kireç harcı teknikleri, Ermeni mimarisinin etkisini taşıyor. Bu karşılaştırmalar, havzanın MÖ 10 binden MS 15. yüzyıla uzanan kesintisiz bir yerleşim zincirini belgeleyerek, göç ve adaptasyon dinamiklerini ortaya koyuyor. Jeoarkeolojik veriler, göl seviyesindeki dalgalanmaların tüm siteleri etkilediğini gösteriyor; örneğin, Delikli’deki kum tabakası, Tuspa’daki sediment kayıtlarıyla eşleşiyor. Karşılaştırmalı seramik katalogları, Delikli’nin ticaret yollarında ara nokta olduğunu kanıtlıyor; İpek Yolu seramikleri, Malazgirt Ovası’ndaki buluntularla %70 oranında örtüşüyor. Bu bütüncül bakış, Van Gölü’nü Mezopotamya-Anadolu geçiş kuşağında kritik bir arkeolojik laboratuvar haline getiriyor.
Kazı Tekniklerinin Uygulanması ve Zorluklar
Kazı çalışmaları, standart arkeolojik protokoller çerçevesinde yürütülüyor; her tabaka, 10×10 cm’lik grid sistemle kazılıyor ve buluntular 3D koordinatlarla kaydediliyor. Sondaj teknikleri, manuel ve mekanik karot alımıyla desteklendi; bu sayede, 2 metre derinlikteki kum tabakası steril katman olarak ayrıldı. Zorluklar arasında, mağaranın nemli ortamı organik kalıntıların ayrışmasını hızlandırıyor; bu nedenle, buluntular kazı anında konservasyon solüsyonlarına daldırılıyor. Definecilik izleri –örneğin, Urartu mezarlarındaki delikler– kazı alanını karmaşıklaştırıyor; ancak, metal dedektörleri ve GPR (yer nüfuzlu radar) ile önlendi. Ekip, mevsimsel yağışlardan etkilenmemek için yaz aylarını tercih ediyor; Van Gölü’nün sismik aktivitesi ise, titreşim sensörleriyle izleniyor. Gelecek sezon planları, batı girişini hedefliyor; bu, yeni tabakaları açığa çıkarabilir. Kazı belgeleri, açık erişimli veritabanlarında yayınlanarak, uluslararası işbirliğini teşvik ediyor.



