Büyük Birader ve Panoptikonun Ötesi

Gözetimin Kökenleri

George Orwell’in 1984 romanında Büyük Birader, totaliter bir rejimin sembolü olarak her an her yerde varlığını hissettirir. Gözleri, duvarlardaki posterlerden, teleskranlardan ve hatta insanların zihinlerinden hiç eksik olmaz. Bu, bireyin her hareketini, her düşüncesini denetleyen bir otoritenin cisimleşmiş halidir. Michel Foucault’nun panoptikon kavramı ise, Jeremy Bentham’ın hapishane tasarımından yola çıkarak, modern disiplin toplumlarının işleyişini açıklar. Panoptikon, merkezi bir kulede bulunan görünmez bir gözetleyicinin, mahkumları sürekli izleyebileceği bir mimari düzendir. Mahkumlar, izlenip izlenmediklerini bilemedikleri için kendi davranışlarını kendileri denetler. Büyük Birader ile panoptikon arasındaki fark, ilk bakışta otoritenin somutluğu ile soyutluğu arasında yatıyor gibi görünür. Orwell’in Büyük Birader’i, Parti’nin propaganda aygıtıyla ete kemiğe bürünürken, Foucault’nun panoptikonu, gözetimin içselleştirildiği bir mekanizmadır. Ancak her ikisi de bireyin özerkliğini yok etmeyi hedefler: biri korku ve baskıyla, diğeri ise kendi kendine sansürle.

İktidarın Dönüşümü

Foucault, panoptikonu sadece bir hapishane modeli olarak değil, modern toplumun hastaneler, okullar, fabrikalar gibi kurumlarında işleyen bir disiplin tekniği olarak ele alır. Bu, iktidarın bireylerin bedenlerini ve zihinlerini şekillendirme biçimidir. Büyük Birader’in gözetimi ise daha çok ideolojik bir tahakküm üzerine kuruludur. Parti, tarihi yeniden yazarak, dili sadeleştirerek (Yenisöylem) ve düşünce suçlarını cezalandırarak bireyin gerçeklik algısını tamamen kontrol eder. Foucault’nun iktidar anlayışı, daha dağınık ve yaygın bir ağa işaret ederken, Orwell’in distopyası merkezi bir otoriteye dayanır. Bu fark, tarihsel bağlamda da anlam kazanır: Orwell, 20. yüzyılın faşist ve Stalinist rejimlerinden ilham alırken, Foucault modern kapitalist toplumların daha incelikli denetim mekaniklerini sorgular. Yine de her iki düşünce, bireyin özgürlüğünün, farklı yollarla da olsa, edilgen bir nesneye indirgenmesini ele alır.

Žižek’in Gözetim Kapitalizmi

Slavoj Žižek, Orwell’in 1984’ünü çağdaş gözetim kapitalizmi bağlamında yeniden okur. Ona göre, Büyük Birader’in yerini alan şey, dijital platformların ve veri ekonomisinin oluşturduğu anonim bir ağdır. Facebook, Google, Amazon gibi şirketler, bireylerin rızasıyla toplanan veriler üzerinden bir denetim sistemi kurar. Bu sistem, Orwell’in Parti’sinden daha sinsi bir işleyişe sahiptir, çünkü birey kendi verilerini gönüllü olarak sunar ve bu süreç genellikle bir zevk, eğlence veya kolaylık olarak algılanır. Žižek, bu durumu ideolojik bir manipülasyon olarak görür: Kapitalizm, bireyi özgürürken, ona özgür olduğunu hissettirir. Büyük Birader’in teleskranları, her an izleyen bir otoriteyken, gözetim kapitalizmi, bireyin kendi arzularını ve alışkanlıklarıyla işleyen bir makineye dönüşür. Bu, algoritmalar bireyin neyi seveceğini, neyi tüketeceğini tahmin eder ve bu tahminler, bireyin özgür iradesini bir yanılsamaya indirger.

Özdenetim ve Arzunun Tuzağı

Panoptikon, bireyi izlenip izlenmediğini bilmediği bir belirsizliğe hapsederek özdenetim yapmaya zorlar. Gözetim kapitalizminde ise birey, izlendiğini bilir, ancak bu bilgi bir rahatsızlık yaratmaz. Sosyal medya kullanıcıları, beğeniler, paylaşımlar ve yorumlarla kendi kimliklerini inşa eder. Žižek’e göre bu süreç, bireyin kendi varlığını bir “veri öznesi” olarak yeniden üretmesidir. Orwell’in distopyasında düşünce suçu cezalandırılırken, gözetim kapitalizminde birey, beğenilme arzusuyla kendi sansürünü gerçekleştirir. Bu, Foucault’nun panoptikonundan daha etkili bir disiplin biçimidir, çünkü birey, kendi rızasıyla bu sisteme katılır. Örneğin, bir tüketici, Amazon’un önerdiği ürünleri satın alırken ya da Instagram’da bir paylaşım yaparken, kendi verilerinin toplanmasına ve analiz edilmesine izin verir. Bu, Orwell’in Parti’nin ideolojisini içselleştiren bireylerinden farklı bir boyuttur: Kapitalist sistemde birey, ideolojiyi değil, kendi arzularını içselleştirir.

Dil ve Gerçekliğin Yeniden İnşası

Orwell’in 1984’ünde dil, Parti’nin kontrol aracıdır. Yenisöylem, kelime dağarcığını daraltarak düşünceyi kısıtlar ve isyanı imkânsız hale getirir. Foucault, dilin iktidarla ilişkisini daha geniş bir bağlamda ele alır; dil, bireylerin kimliklerini ve toplumsal rolleri inşa eden bir araçtır. Žižek ise, gözetim kapitalizminde dilin yerini veri akışının aldığını savunur. Algoritmalar, bireyin dilini değil, davranışlarını ve tercihlerini kodlar. Bu, Orwell’in Yenisöylem’inden daha karmaşık bir sistemdir, çünkü birey hâlâ özgürce konuşabilir, ancak bu konuşma veri noktalarına indirgenir. Örneğin, bir tweet ya da bir arama motoru sorgusu, bireyin niyetinden bağımsız olarak bir veri parçası haline gelir. Bu veri, bireyin kimliğini ve eğilimlerini tanımlamak için kullanılır, ancak bu süreç bireyin bilincinin ötesinde gerçekleşir.

Etik Sorular ve İnsanlık Durumu

Büyük Birader, panoptikon ve gözetim kapitalizmi, bireyin özerkliği ve insanlık durumu üzerine derin sorular sorar. Orwell’in distopyasında birey, Parti’nin mutlak otoritesi altında ezilirken, Foucault’nun panoptikonunda birey kendi kendisinin gardiyanı olur. Žižek’in analizinde ise birey, kendi arzularının kölesidir. Bu üç model de, farklı yollarla, bireyin özgürlüğünü tehdit eder. Orwell’in dünyasında etik bir direniş, Parti’ye karşı açık bir isyanla mümkündür, ancak bu isyan çoğu zaman beyhudedir. Foucault’nun dünyasında direniş, disiplin mekanizmalarına karşı mikro-eylemlerle gerçekleşebilir. Žižek’in gözetim kapitalizminde ise direniş, bireyin kendi verilerini koruma veya dijital platformlardan çekilme gibi bireysel eylemlerle sınırlıdır. Ancak bu eylemler, sistemin devasa ölçeği karşısında çoğu zaman yetersiz kalır. İnsanlık durumu, bu bağlamda, hem Orwell’in hem Foucault’nun hem de Žižek’in analizlerinde, sürekli bir gözetim ve denetim altında yeniden tanımlanır.

Tarihsel Bağlam ve Gelecek

Orwell’in 1984’ü, 20. yüzyılın totaliter rejimlerinin bir yansımasıyken, Foucault’nun panoptikonu, modern disiplin toplumlarının bir eleştirisidir. Žižek’in gözetim kapitalizmi ise, 21. yüzyılın veri odaklı ekonomisinin bir portresidir. Bu üç düşünce, tarihsel olarak farklı bağlamlarda ortaya çıksa da, hepsi bireyin özgürlüğü ve otorite arasındaki gerilimi sorgular. Orwell’in distopyası, mutlak bir otoritenin korkusuyla şekillenirken, Foucault’nun analizi, modern toplumların daha incelikli denetim mekanizmalarına odaklanır. Žižek ise, bu mekanizmaların kapitalist bir çerçevede nasıl dönüştüğünü gösterir. Gelecekte, yapay zeka ve biyoteknoloji gibi yeni teknolojiler, gözetim ve denetim biçimlerini daha da karmaşık hale getirebilir. Bireyin verileri, yalnızca tüketim alışkanlıklarını değil, biyolojik ve psikolojik durumlarını da kapsayabilir. Bu, Orwell’in Büyük Birader’inin, Foucault’nun panoptikonunun ve Žižek’in gözetim kapitalizminin birleştiği bir dünya yaratabilir.

Sınırların Ötesinde

Büyük Birader, panoptikon ve gözetim kapitalizmi, bireyin özgürlüğü ve otorite arasındaki ilişkiyi farklı açılardan ele alır. Orwell, korku ve baskının egemen olduğu bir dünyayı tasvir ederken, Foucault, disiplinin içselleştirildiği bir toplumu analiz eder. Žižek ise, bireyin kendi arzularıyla nasıl bir denetim nesnesine dönüştüğünü gösterir. Bu üç yaklaşım, insanlığın otoriteyle olan mücadelesini anlamak için güçlü araçlar sunar. Ancak her biri, farklı bir soruyu gündeme getirir: Özgürlük, mutlak bir otoriteye karşı mı, disiplin mekanizmalarına karşı mı, yoksa bireyin kendi arzularına karşı mı savunulmalıdır? Bu soru, hem bireysel hem de kolektif bir sorgulamayı gerektirir ve insanlığın geleceği, bu sorgulamanın yanıtlarına bağlıdır.