Carl Gustav Jung’un kaleminden kendi üniversite yılları


Bilime duyduğum ilgiye karşın, arada sırada felsefe kitaplarına döndüğüm de oluyordu. Meslek seçimi zamanı sinir bozacak kadar yaklaşmıştı. Liseyi bitirmeyi iple çekiyordum. Kuşkusuz, üniversiteye gidip doğabilim okuyacak ve gerçek bir şeyler öğrenecektim ama kendime bu sözü verir vermez kuşkularım yineleniyordu. Acaba, tarih ve felsefeye daha mı yatkındım? Mısır ve Babil’le ilgili her şeye aşırı merakım olduğu aklıma gelince de, en çok arkeolog olmayı istediğimi düşünüyordum. Oysa Basel’den başka yerde okuyacak param yoktu, orada da bunu öğretecek kimse. Bu nedenle, bu tasarıdan vazgeçmem gerekti. Uzun bir süre, bir türlü karar veremedim. Kararı sürekli erteliyordum. Babam çok kaygılanıyordu. Bir kez, “Bu çocuk akla gelen her şeyle ilgileniyor ama ne istediğini bilmiyor,” dedi. Haklı olduğunu kabul etmek zorunda kaldım. Mezuniyet yaklaştığı için hangi fakülteye kayıt olmak istediğimizi bildirmek zorundaydık. Bilimi seçtim ama sınıf arkadaşlarıma fen ya da sosyal bilimler mi olduğunu söylemeyip onları merakta bıraktım.

Kararımı birdenbire vermemin bir gerekçesi vardı. Birkaç hafta önce 1 ve 2 no, karar vermede birbirleriyle çatışırken, iki düş görmüştüm. İlkinde, Ren Nehri’nin kenarında uzanan karanlık ormandaydım. Orada bir höyük buldum. Bir gömü yeriydi. Kazmaya başladıktan bir süre sonra, tarihöncesi hayvanlarının kemikleriyle karşılaşınca çok şaşırdım. Çok ilgimi çektiler. O anda ne yapacağımı biliyordum artık. Üzerinde yaşadığımız dünyayı, çevremdeki şeyleri ve doğayı öğrenmem gerekiyordu.

Ardından ikinci düş geldi. İçinde su yolları olan bir ormandaydım yeniden. Ormanın en karanlık yerinde, çevresi otlarla ve çalılarla kaplı, daire biçiminde bir su birikintisi gördüm. Çok garip, muhteşem bir yaratık, suyun içine yarı yarıya gömülü yatıyordu. Sayısız küçük hücrelerden ya da kol biçiminde organlardan oluşmuş yuvarlak bir hayvandı bu. Saydam renkleri ışıl ışıl parlıyordu. Aşağı yukarı bir metre çapında dev bir Radiolarian (ışın saçan). Bu olağanüstü hayvanın bu gizli yerde, duru derin suda hiç rahatsız edilmeden yatması bana anlatılamayacak kadar olağanüstü geldi. Öylesine yoğun bir öğrenme merakıyla sarsıldım ki, yürek çarpıntıları içinde uyandım. Bu iki düş, beni kararsızlıktan kurtardı ve bilime karar vermeme neden oldu.

Zamanın ve içinde bulunduğum ortamın, insanı çalışıp geçimini sağlamaya zorladığını anlamıştım. Ne olursa olsun, bir meslek sahibi olmam gerekiyordu. Sınıf arkadaşlarımın tümünün, bu zorunluluğun peşinde koşmaları ve bundan başka bir şey düşünemez olmaları beni çok etkiliyordu. Bir türlü karar veremeyip kendime bir yön çizemediğim için kendimde bir gariplik olduğunu düşünüyordum. Almanca hocamın çalışkanlığa ve sorumluluğu bilmeye örnek gösterdiği D. adlı arkadaşım bile, çoktan din bilimini seçmişti. Oturup bu işi daha ciddi düşünmem gerektiğini anladım. Zooloji eğitimi yapsam öğretmen ya da ola ola hayvanat bahçesinde bir görevli olabilirdim. Hayvanat bahçesinde çalışmayı öğretmenliğe yeğ tutardım ama hırslı olmamama karşın, bu işte gelecek olmadığını görebiliyordum.

Böyle bir çıkmazdayken aklıma tıp okuyabileceğim geldi. Babamın büyükbabası doktordu. Onunla ilgili pek çok şey duyduğum için bunun hiç aklıma gelmemesi garipti ama, “Sakın taklit etme!” prensibine bağlı kaldığım için tıp mesleğine direniyordum. “Hiç olmazsa fen dersleriyle başlıyor,” diyordum kendime. O bağlamda istediğim bir şeyi yapmış olacaktım. Üstelik tıp çok geniş bir konu olduğu için ilerde, değişik bir konuda ihtisas yapma olanağım da vardı. Fen bilimlerini tercih etmesine etmiştim ama geçimimi nasıl sağlayacaktım? Başka bir yerde eğitim görmek için param yoktu. Dolayısıyla, bilimsel bir kariyer yapma umudum da. Olsa olsa, bilimde bir amatör olabilirdim. Okul arkadaşlarım ve bu konularla ilgili kişilerce, örneğin öğretmenlerce, sevilmeyen bir yapıda olduğum için arzumu destekleyecek bir koruyucu bulma olanağım da yoktu. Böylece, tıp eğitimine karar vermeme bu durumu kabul etme zorunluluğu da eşlik etti. Hiç olmazsa geri dönülmez kararı sonunda verebildiğim için rahatlamıştım.

Can sıkıcı soru ön plana çıkmıştı: Para nereden bulunacaktı? Babam ancak bir bölümünü karşılayabiliyordu. Burs alabilmem için Basel Üniversitesi’ne başvurdu ve beni çok utandırdı, çünkü bütün dünyanın yoksul olduğumuzu anladığını sanıyor, üstelik, çok üst düzeydeki önemsenecek kişilerin tümünün bana karşı olduğunu düşünüyor ve onlardan anlayış beklemiyordum. Babamın karmaşık bir yapısı olmayan iyi bir insan olarak tanınmasının etkili olacağını ama benim ondan çok farklı olduğumu sezinliyordum. Aslında, kendimle ilgili iki farklı görüşüm vardı. 1 no’nun gözüyle baktığımda kendimi, pek de sevimli olmayan, orta karar yetenekli fakat hırslı bir genç olarak görüyordum. Saf meraklar ve çocuksu düş kırıklıkları arasında gidip gelen disiplinsiz biri. Özünde de, münzevilik ve tutuculuk. Öte yandan 2 no, 1 no’yu, zor başa çıkılabilen ve takdir edilmeyen ahlaksal bir görev olarak görüyordu. Haylazlık nöbetleri, hüzün, bunalım ve kimsenin değer vermediği yararsız düşüncelere ve şeylere merak gibi değişik kusurlar arasında, karmaşık da olsa, ona bir yolunu bulup bir ders vermesi gerekiyordu. Ayrıca, ona göre, düşsel arkadaşlıklara yatkındı. Önyargılı ve yetersizdi. Kafası felsefi konularda bulanıktı. Aptaldı da. (Matematik!) Başka insanları anlayamıyordu. Ne dürüst bir Hıristiyan ne de başka bir şeydi. 2 no’nun tanımlanabilecek bir kişiliği yoktu. Doğuşu, yaşamı ve ölümü, tümü bir bütündü. Yaşamın tüm yüzlerini gösteren bir Vita peracta’ydı o. Kendine acımaksızın, ne olduğunu değerlendirebiliyor ve arzu etmesine karşın, 1 no’nun yoğun karanlık ortamından sıyrılıp kendini ifade edemiyordu. Egemen olduğunda, 1 no’nun içinde saklı oluyor ve onun denetimi altına giriyordu. Tersi olduğunda da, 1 no, 2 no’yu içsel karanlığın bölgesi sayıyor, bunu bilen 2 no, anlaşılabilir bir biçimde kendisini ifade etmeye kalkarsa, ifade ettiklerinin, dünyanın kenarından atılan bir taş gibi sessizce, sonsuz geceye düşeceğini biliyordu. Oysa 2 no, bir kral sarayının geniş salonlarındaki yüksek pencereler açıldığında içeriye dolan gün ışığında yıkanan bir manzaranın olduğu gibi aydınlıktı. Çevresiyle gerçek iletişimin kesiştiği noktalara sahip olmayan 1 no’nun tutarsız kalesinin tersine, anlamı ve tarihsel tutarlılığı vardı. 2 no, Goethe’nin, büyük bir olasılıkla, onu derinden etkileyen geçmişin mirasıyla kimliğini yarattığı Faust gibi, kendini gizliden gizliye ortaçağla uyum içinde görüyordu. Goethe için de 2 no’lu kişilik bir gerçekti. Bu da benim en büyük avuntum oluyordu. Faust’un, Kutsal Kitap’taki çok sevdiğim “Aziz Yuhanna” kitabından çok daha anlamlı olduğuna karar vermem beni oldukça şaşırttı. Faust’ta, doğrudan duygularıma seslenen bir şey vardı. Oysa Aziz Yuhanna’nın İsası bana garip geliyordu. Kutsal Kitap’ın öbür kitaplarındaki Kurtarıcı da daha garip. Buna karşın, Faust, 2 no’nun canlanmasıydı. Onun Goethe’nin kendi zamanına verdiği yanıt olduğuna kuşkum kalmamıştı.

Bu sezgi, beni rahatlamakla kalmıyor, özgüvenimi ve insan topluluğuna ait olduğum duygusunu da pekiştiriyordu. Artık zalim doğanın bir kaprisi sonucunda oluşmuş ve öbür insanlardan ayrılmış garip bir yaratık değildim. Büyük Goethe, benim manevi babam ve koruyucumdu.

O sıralarda beni hem ürküten hem de yüreklendiren bir düş gördüm. Bir gece, neresi olduğu belli olmayan bir yerde çok şiddetli bir rüzgârla boğuşarak ilerlemeye çalışıyordum. Her yerde yoğun sis kümeleri uçuşuyordu. Elimde, her an sönmeye hazır bir ışığı sımsıkı tutuyordum. Her şey bu ışığı yanar tutmama bağlıydı. Ansızın, izlendiğim duygusuna kapıldım. Arkama baktığımda, dev bir karaltı gördüm. Ne denli tehlikede olsam da geceye ve rüzgâra karşı küçük ışığımın sönmesine izin vermemem gerektiğinin bilincindeydim. Uyandığımda, karaltının, sisin içinde savrulan ruhumun bölünmüş bir parçası olan gölgem olduğunu anladım. Taşıdığım zayıf ışıkta belirmişti ve bu ışık, sahip olduğum tek ışık olan bilincimdi. Kavrayabilme yetim tek ve en değerli hazinemdi. Karanlığın güçlerine oranla, her zaman yetersiz ve kırılgan kalacaktı fakat gene de bir ışıktı, benim ışığımdı.

O düş beni çok aydınlattı. Artık 1 no’nun ışığın taşıyıcısı olduğunu, 2 no’nun da onu bir gölge gibi izlediğini biliyordum. Görevim ışığı korumak ve kuşkusuz, farklı bir türde yasak bir ışık dünyası olan Vita peracta’ya dönüp bakmamaktı. İnsanı arka planda kalan şeylerin yüzeylerinden öte hiçbir şey göremediği bir dünyanın sonsuz karanlığına itmeye çalışan bir fırtınaya karşı ilerlemek zorundaydım. Çalışmaya, para kazanmaya, sorumluluklara, başa gelen dertlere, kusurlara, yanlışlara, boyun eğmelere ve yenilgilere doğru ilerlememi sağlayacak olan, 1 no’lu kişiliğimdi. Bana karşı esen fırtına, durmamacasına geçmişe doğru akan ve sürekli arkamda soluğunu hissettiren zamandı, tüm canlıları büyük bir güçle emen. Biz de ilerlemeyi sürdürerek bir süre için ondan kaçabiliriz. Geçmiş ürkünç bir gerçektir ve varlığını sürdürürken tatmin edici bir yanıt bulup canını kurtaramayan herkesi yakalar.

Böylece, dünya görüşüm doksan derecelik bir dönüş daha yaptı. Yolumun, kaçınılmaz bir biçimde, dış dünyanın üç boyutluluğunun kısıtlamalarına ve karanlığına yöneldiğinin bilincine vardım. Bence, bir zamanlar Âdem de Cennet’i böyle düşündüğü için terk etmişti. Cennet bahçesi onun gözünde bir düşe dönüşmüş ve ışığı ancak alınteriyle sürmek zorunda olduğu taşlı bir tarlada bulabileceğini anlamıştı.

“Böyle bir düş nereden kaynaklanır?” diye sordum kendime. O güne dek, o tür düşleri Tanrı’nın yolladığını varsayardım. Somnia a Deo missa.15 Oysa şimdi, onları belirlemek için öylesine ölçüp biçmiştim ki kuşkular yakamı bırakmıyordu. Örneğin, sezgilerimin uzun bir süredir olgunlaşma sürecinde oldukları ve sonunda ansızın bir düşle ortaya çıktıkları söylenebilir. Gerçekten de böyledir belki. Bu açıklama yalnızca bir tanımlamadır. En önemli soru, bu olgunun nedeni ve neden bilinç düzeyine çıktığıydı. Bu gelişmeyi sağlayacak bilinçli bir girişimde bulunmamıştım. Tam tersine, öbür yöne eğilimim vardı. Demek ki, perde arkasında bir şeyler oluyordu. Kuşkusuz benden daha zeki bir şey, bir zekâ faaliyetteydi. Bilincin ışığında, içsel ışık âleminin dev bir gölge gibi ortaya çıktığı düşüncesi sıra dışı bir düşünceydi. Bunu durup dururken akıl etmiş olmam olanaksızdı. Birdenbire, o güne dek açıklayamadığım birçok şeyi anlamıştım. Özellikle de, içsel dünyayı anımsatan herhangi bir şeye değindiğimde insanların yüzünde beliren o soğuk sıkılganlık ve yabancılaşma ifadesini.

2 no’yu geride bırakmam gerektiğine kuşku yoktu fakat içimdeki varlığını da kesinlikle yadsımamam ya da geçersiz saymamam gerekiyordu. Bunu yapamazsam içsel bir körlüğe düşer, düşlerimin kaynaklarını açıklama olasılığımı yitirirdim. 2 no’nun, düşlerin yaratılmasıyla bağlantısı olduğunu ve bu iş için gereken üstün zekâya sahip olduğunu kabul etmem zor değildi. Kendimi giderek 1 no’yla eş tutmaya başladım ve zamanla, 1 no’nun, sözünü ettiğim nedenlerle, kendimi eşit sayamadığım çok daha geniş kapsamlı 2 no’nun bir parçasından öte bir şey olmadığı ortaya çıktı. 1 no hayalîydi ve karanlıklar dünyasına karşı durabilen bir güçtü. Geçmişe baktığımda, bu gerçeğin varlığını o zamanlar duygularım sayesinde bildiğimi, fakat düşümden önce bunu gerçekten bilinçli düşünmediğimi çok iyi anlıyorum.

Her neyse 2 no’yla benim aramda bir bölünme oldu ve ben, 1 no için ondan ayrıldım. 2 no’dan kopmam, ona bağımsız bir kişilik kazandırdı. Onu, belirli bir kişilikle, yani bir hayaletle bağdaştırıp nitelendiremiyordum. Oysa taşra kökenli olduğum için bu olasılığın bana garip gelmemesi gerekirdi. Kırsal kesim insanları, koşullara göre, bu tür şeylerin varlığına ya da yokluğuna inanırlar. Bu hayaletle ilgili tek belirginlik, onun tarihsel niteliği ve zamana uzantısı, daha doğrusu zamansızlığıydı. Kuşkusuz onu, o zamanlar kendime, ne bu kadar çok sözcükle açıklayabilmiştim ne de uzamsal varlığıyla ilgili kesin bir görüşe varabilmiştim; fakat sürekli, varoluşumun arka planında, hiçbir zaman kesinlikle nitelendirilemeyen fakat varlığı da yadsınamayan bir öğe olarak rol oynadı.

İnsanoğlu dünyaya gelirken beraberinde, bedensel ve ruhsal açıdan kendine özgü bir mizaç eğilimini de getirir ve kişiliği nedeniyle, tanıştığı aile ortamına ve ailenin ruhuna uyum sağlar. Oysa aile ruhu büyük bir oranda, zaman ruhunca biçimlendirilmiştir ve bu durum çoğu zaman bilinmez. Aile ruhuyla bir consensus omnius16 oluşturabilen birey, kendini bu dünyada güven içinde hisseder. Tersine, çoğuna karşı çıkıyorsa ve kendi içinde çelişkiliyse dünyaya karşı güvensiz demektir. Çocuklar yetişkinlerin söylediklerine, çevrelerinin etkisinin ne olduğu bilinmeyen havasına oranla daha az tepki verir. Çocuk bilinçsizce o havaya uyar ve böylece telafi edici bir uyum içine girmiş olur. Çok küçük yaşlarda bile aklıma takılan “dinle ilgili” garip sorular, aile çevreme karşı geliştirdiğim ani tepkiler olarak değerlendirilebilirler. Babamın, daha sonra su yüzüne çıkmasını engelleyemediği inançla ilgili kuşkularının, doğal olarak, uzun bir kuluçka dönemi olmuştu. İçsel dünyada ya da genelde dünyayla ilgili düşüncelerde olan böyle bir devrim gölgelerini ileriye yansıtmış, gölgeler uzadıkça babamın bilinci de onların gücüne karşı umarsızca direnmeye çalışmıştı. Babamın huzursuz olmasının nedeninin, doğal olarak bana da yansıyan, o kaçma çabaları olduğu anlaşılıyor.

Annem, toprağın derinlerine görünmez köklerle bağlı olduğu için bu tür etkilerin ondan geldiğine hiçbir zaman inanmadım. Bildiğim tek şey, bu köklerin kaynağının Hıristiyanlık inancına olan bağlılığıyla ilgisi olmadıklarıydı. Bence, görünüşteki Hıristiyan inancına ve onun geleneksel savlarına olan bağlılığının tersine, bu köklerin her nasılsa, hayvanlarla, ağaçlarla, dağlarla, ovalarla ve akarsuyla ilintileri vardı. Bu arka plan benim tutumumla o denli uyumluydu ki bana hiçbir rahatsızlık vermiyor, tam tersine, özgüven ve basılan toprağın sağlam olduğu duygusunu veriyordu. Bu kaynağın ne denli “pagan” olduğunu anlayamamıştım. Babamdan gelen gelenekle, bilinçdışımın yaratılması için uyardığı garip, telafi edici ürünler arasında o günlerde başlayan çelişkide bana en büyük desteği veren annemin 2 no’lu kişiliğiydi.

Geriye baktığımda, çocukluktaki gelişmemin gelecekteki olaylara nasıl gönderme yaptığını, babamın dinsel açıdan çöküşüne ve aniden oluşmamış olan ve gölgeleri çok önceden zamanımıza yansımış olan, insanı sarsan günümüz dünyasının durumuna uyum sağlayabilmem için beni nasıl hazırladığını görebiliyorum. Biz insanlar, her ne kadar özel yaşamlarımız varsa da, büyük bir oranda, yaşadığı yıllar yüzyıllarla sayılan ortak bir ruhun temsilcileri, kurbanları ve geliştiricileriyiz. Çoğu zaman, dünya sahnesinde sesi çıkmadan rol alanlardan biri olduğumuzun farkına bile varmadan, bir ömür boyu, kendi kafamıza göre yaşadığımızı varsayabiliriz. Farkında olmasak da, bilinçdışı olduklarında bizi daha da çok etkileyen bazı gerçekler vardır. En azından benliğimizin bir parçası yüzyıllarda yaşar. Bu parçaya ben, bana kolaylık olsun diye 2 no adını verdim. Bunun yalnızca bana özgü bir merak olmadığına, insanın içselliğine ısrarla girmeye çalışan ve neredeyse iki bin yıldır ciddi bir biçimde ona yüzeysel bilinç bilgisini ve onun gerektirdiği kişiliği aktarmaya çalışan Batı dini bir kanıttır: “Non foras ire, in interiore homine habitat veritas!” (Dışarıda arama; gerçek, insanın içindedir.)

1892-1894 yılları arasında babamla oldukça ateşli tartışmalarımız oldu. Göttingen’de Ortadoğu dilleri eğitimi yapmıştı. Tezi “Ezgilerin Ezgisi”ni de Arapçasından irdeleyerek hazırlamıştı. Parlak dönemi mezuniyetiyle sona ermiş, o günden sonra dil yeteneğini unutmuştu. Bir taşra rahibi olarak, duygusal bir idealizme ve öğrenciliğinin parlak döneminin anılarına kapılmış, o yıllardan kalma uzun piposunu içmeyi sürdürmüş ve evliliğinin hiç de umut ettiği gibi olmadığını keşfetmişti. Birçok iyilik (gereğinden fazla) yapıyor, bu da onun çoğu zaman gergin olmasına neden oluyordu. Annem de babam da aralarında çok öfkeli ağız kavgalarının patlak vermesine neden olan adanmış yaşamlarını sürdürmeye çalışıyorlardı. Bu zorluklar sonradan, doğal olarak babamın inancını sarstı.

O günlerde, gerginliği ve yaşamından memnuniyetsizliği artmıştı. Durumu beni kaygılandırıyor, annem de onu heyecanlandıracak her şeyden ve tartışmadan kaçınıyordu. Davranışının çok akıllıca olduğunu kabul etmeme karşın, ben de bazen kendime hâkim olamıyordum. Öfke nöbetleri tuttuğunda sessiz kalmayı yeğliyor, sakin anlarında iç dünyasını ve kendisiyle ilgili görüşlerini anlayabilmek için onunla sohbet etmeye çalışıyordum. Onu özel bir sorunun yiyip bitirdiği belliydi. Bunun, inancıyla ilgili olduğundan kuşkulanıyordum. Birkaç ipucu, dinle ilgili kuşkularımı doğruladı. Bana göre, gerekli deneyimden geçmemesinin doğal sonucuydu bu. Konuşma çabalarım sırasında, her soruma dinle ilgili her zamanki kalıplaşmış ve coşkusuz yanıtlar vermesinden ya da karşı çıkma dürtülerimi körükleyen boyun eğercesine omuz silkmesinden, böyle bir deneyimden geçmediğini anladım. Hırçınlaşıp sırası gelmişken durumunu neden değerlendirmediğine aklım ermiyordu. Sorduğum hassas soruların onu üzmesine karşın, tüm deneyimlerin en belirgin olanı olan Tanrı deneyiminden geçmemiş olmasını neredeyse olanaksız bulduğum için yapıcı bir konuşmanın yararı olacağını umuyordum. Tanrı’yı tanımanın kanıtlanamayacağını anlayacak kadar kuramları biliyordum fakat bildiğim başka bir şey de, bunun, günbatımının güzelliği ve gecenin ürkünçlüğü gibi kanıtlara gerek olmayan bir şey olduğuydu. Kaderin ona oynadığı oyuna daha iyi dayanabilmesine yardım edebilmeyi umduğum için çok acemice de olsa, apaçık ortada olan bu gerçekleri ona göstermeye çalışıyordum. Birileriyle kavga etmesi gerektiği için ailesiyle ve kendisiyle kavga ediyordu. Neden her şeyin karanlık yaratıcısı ve dünyadaki acıların tek sorumlusu Tanrı’yla yapmıyordu bunu? Tanrı ona cevap olarak, bana istenmeden yolladığı ve tüm hayatımı kapsayacak gizemli ve olabildiğince derin düşlerinden birini yollamış olmalıydı. Nedenlerini bilmiyordum fakat öyle olmuştu. Kendi varlığına göz atabilmeme bile izin vermişti. Bu, babama da kesinlikle açıklamaya cüret edemeyeceğim bir gizdi. Tanrı’yla dolaysız bir deneyimi anlama yeteneği olsaydı, ona bunu açıklayabilirdim. Oysa sürekli işin duygusal yönünden sakındığım ve sorunu, hiç de psikolojik bir yaklaşım olmayan, tümüyle entelektüel bir açıdan ele aldığım için onunla yaptığım konuşmalarda hiçbir zaman bu aşamaya gelemediğim gibi, soruna yaklaşamadım bile. Her kez benim bu yaklaşımım bir boğaya kırmızı göstermeye benziyor, hiç çözemediğim gergin tepkilere yol açıyordu. Son derece mantıklı bir düşüncenin, bu denli duygusal bir tepkiyle karşılanmasına akıl sır erdiremiyordum.

Sonuçta, bu verimsiz tartışmalar beni de babamı da çileden çıkardığı için her ikimiz de, kendimize özgü aşağılık duygularının yükü altında ezilerek bu konuşmalardan vazgeçtik. Din bilim birbirimize yabancılaşmamıza neden olmuştu. Bir kez daha ölümcül bir yenilgi aldığım, fakat bu yenilgide yalnız olmadığım belliydi. Çaresiz, kaderine razı olduğunu az da olsa sezinleyebiliyordum. Yalnızdı. Konuşabileceği dostu yoktu. En azından tanıdıklarımız arasında kurtarıcı sözcükleri söyleyebilecek birini ben bilmiyordum. Bir kez dua ettiğini duydum. İnancını yitirmemek için umarsızca çabalıyordu. Kilisenin ve onun dinle ilgili düşüncelerinin içinde ne denli umarsızca sıkışıp kaldığını anlamam beni hem çok sarstı hem de öfkelendirdi. Tanrı’ya dolaysız ulaştıktan sonra inancını yitirip O’nu terk etmeye varabilecek tüm yollar kapanmıştı. Sonuçta, daha önceki deneyimimin en derin anlamını bulup çıkarabilmiştim: Tanrı’nın kendisi din bilimi ve bunun üzerine inşa edilmiş olan Kilise’yi yadsıyordu fakat öte yandan da gene kendisi, bir sürü şeye göz yumduğu gibi bu din bilime de göz yumuyordu. Bu tür gelişmelerden insanların sorumlu olduğu varsayımı bence gülünçtü. İnsan neydi ki? “Tümü, köpek yavruları gibi aptal ve kör doğuyor ve Tanrı’nın öbür yaratıkları gibi yalnızca içinde el yordamıyla dolaştıkları karanlığı hiçbir zaman yeterince aydınlatamayan iyice solgun bir ışığa sahipler,” diye düşünüyordum. Din bilimcilerin hiçbirinin “karanlıkta parlayan ışığı” gözleriyle görmediklerine hiç kuşkum yoktu. Görmüş olsalardı, umarsızca inanmanın ötesinde yapılabilecek hiçbir şey olmadığı için bana oldukça yetersiz gelen “din bilimsel din”i öğretemezlerdi. Babam yiğitçe bu işe soyunmuş ve yenik düşmüştü. Psikiyatristlerin maddeciliğine karşı bile kendini koruyamamıştı. Maddecilik de, din bilim gibi inanılması gerekli bir şeydi fakat karşıt bağlamda. İkisinin de bilgi kuramı, eleştiri ve deneyim açısından yeterli olmadıklarına her zamankinden daha çok inanıyordum.

Babam büyük bir olasılıkla, psikiyatristlerin, beyinde, zihnin olması gerektiği yerde hava gibi bir şey değil de bir madde olduğunu keşfetmelerinden ve bunu kanıtlamış olmalarından çok etkilenmişti. Bu inancı öğütlerinden anlaşılıyordu. Tıp eğitimi görürsem maddeci olmaktan sakınmalıydım. Materyalistlerin de din bilimciler kadar tanımlarına güvendiklerini bildiğim için bu uyarıdan hiçbir şeye inanmamam gerektiği anlamını çıkarıyordum. Zavallı babam, yağmurdan kaçarken doluya tutuluyordu. Kutsanan bu inancın, babama bu ölümcül oyunu oynamış olduğunu düşünüyordum. Yalnız ona da değil. Tanıdığım birçok iyi okumuş ciddi insana da aynı oyunu oynamıştı. Bence, inancın en büyük günahı deneyime izin vermemesiydi. Din bilimciler, Tanrı’nın bazı şeyleri bilinçli ayarladığını ve bazı şeylere izin verdiğini nereden biliyorlardı? Psikiyatristler de, maddenin insan zihninin niteliklerine sahip olduğunu nasıl anlamışlardı? Benim için maddeciliğin ağına düşme tehlikesi yoktu. Oysa babam, bu tehlikeye kesinlikle açıktı. Anlaşılan biri ona “telkin”le ilgili bir şeyler fısıldamıştı çünkü onu, Bernheim’ın telkin üzerine yazdığı kitabı Sigmund Freud’un çevirisinden okurken gördüm. Bu önemli bir sapmaydı çünkü o güne dek, babamın roman, arada sırada da gezi kitapları dışında bir şey okuduğuna tanık olmamıştım. Tüm “zeki” ve ilginç kitaplar tabuydu. Fakat okuduğu psikiyatriyle ilgili kitaplar ona mutluluk getirmedi. Karamsar ruh hali giderek artmaya ve onu daha sık yoklamaya başladı. Hastalık hastalığı da. Doktoru hiçbir şey bulamamasına karşın, yıllardır karın şikâyetleri vardı. Şimdi de “karnında taşlar” varmış duygusundan yakınıyordu. Uzun bir süre, bunları ciddiye almadık fakat sonunda, 1895 yılının sonlarına doğru, doktoru kuşkulanmaya başladı.

O yılın ilkbaharında Basel Üniversitesi’nde eğitime başlamıştım. Yaşamımın tek can sıkıcı dönemi (lise yıllarım) sonunda bitmişti, universitas litterarum’un ve akademik özgürlüğün altın kapıları ardına dek açılmıştı. Artık, doğanın gerçeklerini tanıyabilecek, hiç olmazsa ana yönlerini kavrayabilecektim. İnsan anatomisi ve fizyolojisiyle ilgili ne varsa öğrenecek, hastalıkları bilecektim. Ayrıca, babamın üyesi olduğu, özel renkleri olan Zofinger Kardeşlik Topluluğu’na da alınmıştım. Üniversitedeki ilk yılımda, babam, Markgrafen bölgesindeki şarap üreten köylerden birine bu kardeşlik topluluğunun gezisi sırasında uğradı. Orada yaptığı hazırlıksız konuşmada öğrencilik yıllarının neşeli ruhu geri dönmüştü sanki. Çok sevinmiştim. Mezuniyetiyle yaşamının canlılığını yitirmiş olduğu düşüncesi zihnimde bir şimşek gibi çaktı ve kulaklarımda bir öğrenci şarkısı yankılandı:

Yere baka baka,
Darkafalıların ülkesine geri döndüler.
O jerum, jerum, jerum,
O quae mutatio rerum!17
Sözcükler yüreğime işledi. Bir zamanlar o da, benim şimdi olduğum gibi, yeni başlamış hevesli bir öğrenciydi; dünya şimdi benim önümde açıldığı gibi, onun da önünde açılmıştı ve bilginin sonsuz hazineleri şimdi benim önüme serildikleri gibi, onun da önüne serilmişlerdi. Onun için her şey nasıl olmuş da canlılığını yitirmiş, acıya ve hoşnutsuzluğa dönüşmüştü? O yaz akşamı şarabın etkisiyle yaptığı konuşma, olması gerektiği gibi olduğu o döneme ait anılarını yaşayabilme olanağının sonuncusuydu. O günden sonra, çok geçmeden durumu ağırlaştı. 1895 güzünün sonuna doğru yatalak oldu. 1896’da da vefat etti.

Bir gün ders bittikten sonra, durumunu öğrenmek için eve gelmiştim. Annem, “Hep aynı, çok halsiz,” dedi. Anneme bir şeyler fısıldadı. Annem gözleriyle heyecan içinde olduğunu anlatan bir uyarıda bulunarak, “Devlet sınavından geçip geçmediğini soruyor,” dedi. Yalan söylemem gerektiğini anladım. “Evet, çok iyi gitti,” diye yanıtladım. Rahatlayıp gözlerini kapadı. Bir süre sonra, bir kez daha onu görmek için odaya girdiğimde yalnızdı. Annem yan odada bir şeyler yapıyordu. Gırtlağından hırıltılı sesler geliyordu. Yatağının başucunda büyülenmiş gibi duruyor, can çekişmesini izliyordum. Hiç ölmek üzere olan bir insan görmemiştim. Ansızın soluk almaz oldu. Soluk almasını bekliyordum fakat almadı. Annem aklıma geldi. Yan odaya girdiğimde pencerenin kenarına oturmuş örgü örüyordu. “Ölüyor,” diyebildim. Birlikte yatağın başucuna gittiğimizde öldüğünü anladı ve şaşırmışçasına, “Ne kadar da çabuk olup bitti her şey,” dedi.

Ondan sonraki günler acı doluydu. Çok az şey kaldı o günlerden aklımda. Annem bir kez bana ya da havaya “ikinci” sesiyle, “Senin için uygun zamanda öldü,” dedi. Bu sözlerin, “Anlaşamıyordunuz; o sana engel olabilirdi,” anlamına geldiği ortadaydı. Bence, bu görüşü 2 no’lu kişiliğine daha uygun düşüyordu.

“Senin için” demesi bana büyük bir darbe oldu. Geçmişin bir parçasının bir daha geri gelmemek üzere sona erdiğini düşündüm. Oysa aynı zamanda içimde erkeklik ve özgürlük duyguları kabardı. Babamın ölümünden sonra onun odasına taşındım ve aile reisliğini üstlendim. Örneğin, anneme haftalık masrafların parasını ben veriyordum çünkü annem, ne tasarruf etmeyi ne de parayı idare etmeyi bilirdi.

Ölümünden altı hafta sonra, babamı düşümde gördüm. Ansızın önüme çıktı ve bana tatilden geri döneceğini söyledi. İyileşmiş ve artık eve dönüyormuş. Odasına taşındığımı öğrenince kızacağını düşündüm. Oysa hiç de öyle olmadı! Öldüğünü düşündüğüm için utandım. İki gün sonra düş yinelendi. Babam iyileşmişti, eve dönüyordu. Bir kez daha öldüğünü düşündüğüm için kendime kızdım. Sonradan kendime, babamı neden düşlerimde gördüğümü ve neden o denli gerçek göründüğünü sordum. Unutulmaz bir deneyim oldu bu, çünkü yaşamımda ilk kez, ölümden sonra yaşam olup olmadığını sormama neden oldu.

Babamın ölümüyle, eğitimimi sürdürme sorunları baş gösterdi. Annemin bazı akrabaları, para kazanabilmek için olabildiğince çabuk, bir işyerinde çalışmak üzere iş aramaya başlamam gerektiği görüşüne varmışlardı. Annemin maddi durumu yetersiz olduğu için en küçük erkek kardeşi ona yardım etmeyi önerdi. Baba tarafından bir amcamız da bana yardım etti. Öğrenimim bittiğinde, ona üç bin frank borçlanmıştım. Geri kalan parayı da araştırma görevlisi olarak ve de yaşlı bir teyzenin antika koleksiyonunu satmasına yardım ederek kazanıyordum. Onları tek tek iyi bir fiyata satıyor ve her satıştan bayağı iyi bir yüzde alıyordum.

Yoksulluk yıllarını kaçırmış olmak istemem. İnsan küçük şeylerin değerini bilmeyi öğreniyor. Bugün bile bana o zaman armağan edilen bir kutu puroyu hatırlıyorum. Kendimi krallar gibi hissetmiştim. Bir tek pazar günleri içmeye karar verdiğim için yıl boyunca tükenmemişlerdi.

Öğrencilik yıllarım güzeldi. Entelektüel açıdan çok canlıydı her şey. Arkadaşlıklar da iyiydi. Zofinger topluluğunda din ve psikoloji konusunda birçok konuşma yaptım. Yalnızca tıp konularını kapsamayan ateşli tartışmalar yapıyorduk. Schopenhauer’i ve Kant’ı tartışıyor, Cicero’nun bütün hoş üsluplarını biliyor, din bilim ve felsefeyle ilgileniyorduk. Klasik bir eğitimle, duyarlı bir geleneğin ruhunu bir arada götürüyorduk denebilir.

Albert Oeri, en yakın arkadaşlarımdan biriydi ve bu arkadaşlık 1950 yılındaki ölümüne dek sürdü. Aslında bizim yirmi yaşlarındaki arkadaşlığımız, geçen yüzyılın yetmişli yıllarında babalarımızın dostluğuyla daha da pekişmişti fakat kader daha sonraki yıllarda onları ayırdı, oysa Oeri’yle benim yalnızca birlikteliğimize izin vermekle kalmadı, son güne dek, birbirimize sadık kalmamızı da sağladı.

Oeri’yle Zofinger’de tanışmıştım. Esprili ve rahat bir insandı. Az bulunur cinsten bir anlatma yeteneği vardı. Beni en etkileyen yönü, aramızda yaşamış ve çalışmış olan ve biz Basel’li öğrencilerin çok saydığı büyük Jakob Burckhardt’ın ikinci kuşak yeğeni olmasıydı. Oeri, yüzünün bazı hatları, hareketleri ve konuşmasıyla onu andırıyordu. Burckhardt gibi, arada sırada sokakta karşılaştığım Bachofen’le ilgili bazı bilgileri de arkadaşlarımdan alırdım. Beni Bachofen’in dış görünüşünden çok tarihi ele alış biçimi, siyasal yargılarının inanılmaz olgunluğu ve mizah gücüyle fena vurduğu çağının kişiliklerini anlamadaki şaşmazlığı gibi yorumsal yeteneği ilgilendiriyordu. Kuşkuculuğu, en etkileyici perdelerin ardındaki umursamazlığı ve sığlığı bile kaçırmazdı.

Birliğimizdeki üçüncü kişi, ne yazık ki genç yaşta ölen Andreas Vischer’di. Uzun yıllar Anadolu’da Urfa’daki bir hastaneyi yönetmişti. Bazen Adler’de bir süre sohbet eder, Hirzen’de de güneşin ve dönüp dolaşan ayın altında akla gelen ne var ne yoksa, yani, her şey uzun sohbetlerimizin odağı olurdu. Bu tartışmalar, öğrencilik yıllarımın en unutulmaz ışıltılı anlarıdır.

İşlerimiz nedeniyle başka yerlere taşınmak zorunda kaldığımız için on yıl kadar görüşemedik. Yaşamımızın en parlak günleri bizim gibi kafadarları birbirine nasıl yakınlaştırdıysa, kader de daha sık beraber olmamızı sağladı. Otuz beş yaşına geldiğimizde, birlikte unutulmaz bir tekne gezisi yaptık. Tekne benimdi; denizimiz de Zürich Gölü. Teknede, o sıralarda yanımda çalışan üç doktor arkadaşım vardı. Dört gün süren gezimizde serin rüzgârın önünde Walenstadt’a kadar gidip döndük. Oeri, Odysseia’nın çevirisini yanına almıştı. Bize gölün göz kamaştırıcı parlaklığının ve gümüş sislerle örtülü kıyılarının ortasında Kirke ve Nekyia maceralarını okudu. Aklım, Homeros’un betimlemelerini dinlerken, pelagus mundi’nin üzerindeki büyük yaşam yolculuğumda, yani beni kaygılandıran geleceğimdeydi. O güne dek, kesin karar veremeyen Oeri, kısa bir süre sonra evlendi. Ben de kaderin cilvesiyle, Odysseus’un Nekyia’sı gibi karanlık Hades’e indim. Sonra savaş yılları geldi. Onu çok az görür oldum. Koyu sohbetlerimiz olmuyordu artık fakat bana yönelttiği sorulardan, içimizden birbirimizle konuştuğumuzu anlıyordum. Dostum zekiydi ve beni, kendi yöntemlerini kullanarak iyi tanımıştı. Suskun anlayışı ve sağlam sadakati benim için çok önemliydi. İkimiz de gölgelerin ileriye doğru uzayacağını bildiğimiz için yaşamının son yıllarında sık sık buluştuk.

Öğrencilik yıllarımda beni dinsel sorunsallara yönelten çok neden vardı. Eve döndüğümde, babamın kilisesinin din bilimci başrahibiyle zevkli sohbetler yapma olanağım oluyordu. Olgulara ve okumaya karşı duyduğu, beni bile gölgede bırakan merakı ona bir ayrıcalık veriyordu. Ondan, Kilise’nin önemli kişileri ve doğum tarihiyle ilgili çok şey öğrendim. Bana Protestan Kilisesi’nin bilmediğim yönlerini gösterdi. O günlerde, Ritschl’ın dinsel görüşü çok revaçtaydı. Onun tarihi değerlendirmesi, en çok da tren benzetmesi beni rahatsız ediyordu. Topluluktaki din bilim öğrencileriyle yaptığım konuşmalardan tümünün, İsa’nın yaşamının getirdiği tarihsel etkiler kuramını beğendiklerini anlıyordum. Bu görüş bence hem zayıf hem de cansızdı. Ayrıca, İsa’yı öne çıkarıp onu, Tanrı ve insan arasındaki trajedinin tek ve kesin gerekçesi olarak gösterme eğilimi de benim kolay kabul edebileceğim bir şey değildi. Bence bu görüş, onu oluşturan Kutsal Ruh’un, onun ölümünden sonra yerine geçeceği görüşünü savunan İsa’ya da tersti.

Kutsal Ruh’un, anlaşılması olanaksız Tanrı’nın bir göstergesi olduğuna inanıyordum. Kutsal Ruh’un eylemleri yüce olmakla kalmıyor, aynı zamanda dine kabul sırasında bana öğretilen Tanrı’nın Hıristiyanlık açısından algılanışıyla bilinçsizce özdeşleştirdiğim Yehova’nın eylemlerinin belirgin özelliği olan garip ve tartışılır nitelikleri de taşıyordu. (O zamanlar, gerçek Şeytan’ın Hıristiyanlıkla doğduğunu bilmiyordum.) Bence İsa’nın yalnızca bir insan olduğuna kuşku yok. Öyle olmasa, Kutsal Ruh’un dediklerini yineleyen bir araç olmaktan öte gidemez. İnsan olduğu için de durumu tartışılabilir. Geleneksel dinsel görüşe tümüyle ters düşen bu düşünce, doğal olarak tam bir anlayışsızlıkla karşılandı. Bu durumdan duyduğum düş kırıklığı beni kendi kabuğuma çekilmeye ve aldırmazlığa itti ve dinsel konularda yalnızca deneyimin önemli olduğu kanımı güçlendirdi. O günlerde Candide’i okuyordum. Oradan doğabilimle ilgili bir alıntı yaparsam: “Tout cela est bien dit- mais il faut cultiver notre jardin.”18

Üniversitedeki ilk yıllarımda, bilimin inanılmaz çoklukta bilgiye ulaşmak için kapıları açtığını fakat gerçek sezgilere çok az katkıda bulunabildiğini anladım. Katkıda bulunsa bile, bu her zaman özel bir nitelikte oluyordu. Felsefe kitaplarından, bu durumun ruhun varlığına bağlı olduğunu biliyordum. Ruh olmasaydı ne bilgi ne de sezgi olurdu. Tartışmaya bile gerek kalmadan ruhun varlığı kabul ediliyordu ve örneğin, C.G. Carus gibileri bu konuya değindiğinde, bu, gerçek bir bilgi sayılmıyordu. Yalnızca, değişik yorumlara açık felsefi bir yaklaşım oluyordu. Bu ilginç saptamamı doğru dürüst çözemedim. İkinci yarıyılda, çok önemli sonuçlara yol açacak başka bir şey keşfettim. Sınıf arkadaşlarımdan birinin babasının kütüphanesinde, yetmişli yıllarda basılmış, ruhsal olaylarla ilgili bir kitapçık buldum. Konu ispritizmanın başlangıcıydı ve bir din adamınca kaleme alınmıştı. Kitapta anlatılan olayların, küçük yaşlardan beri taşrada birçok kez duyduğum öykülerden özünde farklı olmadıklarını görmek kuşkularımın kaybolmasına neden oldu. Eldeki materyal kuşkusuz gerçekti fakat fizik bağlamında, ruhların gerçek olup olmadıkları konusunda beni tatmin edebilecek kesin bir yanıt yoktu. Kesin olan tek şey, zamana bağlı olmaksızın aynı öykülerin dünyanın neresinde olursa olsun sürekli yinelendiğiydi. Bunun bir nedeni olmalıydı. Aynı din kavramının başlangıçta her yerde egemen olduğunu düşünme olasılığı olmadığına göre, insan ruhunun öznel de olsa, nesnel bir davranışla bağlantısı olması gerekirdi, fakat son derece önemli bir soru olan, “insan ruhunun nesnelliği”ne filozofların dediğinden öte bir yanıt bulamadım.

Garip ve kuşku uyandırıcı olmalarına karşın, nesnel ruhsal olayları ilk kez ispritizmacılardan duydum. Zoellner ve Crookes gibileri beni etkiledikleri için, bu konuda o zamanlar elime ne geçtiyse okudum. Kuşkusuz, arkadaşlarıma bundan söz ediyordum fakat onlar söylediklerimi ya şaşkınlık ve inanmama ya da kaygılı bir savunmayla karşılıyorlardı. Onların, hortlaklar ya da masanın oynaması diye bir şey olmadığına ve bunların aldatmaca olduğuna tartışmasız inanmaları fakat aynı zamanda, telaşla savunmaya geçmeleri bana garip gelmişti. Bildirilen olayların güvenilirliğinden ben de emin değildim fakat hortlaklar neden kesinlikle yok sayılıyorlardı? Bir şeyin olanaksız olduğuna nasıl karar verebiliyorduk? En önemli nokta da şuydu: Neden kaygı duyuluyordu? Olasılıklar bence çok ilginç ve çekiciydiler ve yaşamıma yeni bir boyut getirdiler; dünya, derinlik ve geçmiş kazandı. Örneğin, “düşlerin hortlaklarla bir ilgisi var mıydı?” Kant’ın, Träume eines Geistersehers’i (Ruh Görenlerin Düşleri) tam zamanında okudum, ardından da, bu konuları felsefi ve ruhbilimsel açıdan değerlendiren Karl Duprel’i keşfettim. Eschenmayer’i, Passavant’ı, Justinus Kerner ve Görres’i ve Swedenborg’un yedi cildini didik didik ettim.

Annemin 2 no’su dışında hiç kimse, benim bu coşkumu anlayışla karşılamıyordu. O güne dek insanların geleneksel görüşlerinin taştan yapılma duvarına çarpmıştım; oysa şimdi karşımda, geleneksel olmayanı kabul etme yeteneğinden yoksun önyargılı insanların çelik kapısı duruyordu. En yakın arkadaşlarım bile böyleydi. Onlara göre, bu ilgi alanım din bilime olan düşkünlüğümden de beterdi. Zorlaya zorlaya dünyanın sınırına varmıştım. Coşkuyla ilgilendiğim konular, başkalarınca boş, bulanık ve hatta korkulacak şeyler olarak algılanıyordu.

Korkulan neydi? Bu soruya yanıt bulamıyordum. O zamanı, mekânı ve nedenselliği kısıtlayan sınırları aşan olaylar olabileceği olasılığı ne ilk kez duyuluyordu ne de dünyayı sarsacak nitelikteydi. Hayvanların fırtınaları ve depremleri önceden sezebildikleri bilinen bir gerçekti. Birinin ölümünü haber veren düşler, ölüm ânında duran saatler, kritik bir anda tuzla buz olan camlar olmuştu. Çocukluğumun dünyasında bunlar olağan sayılırdı. Oysa şimdi, bunlardan sanki benden başka kimsenin haberi yoktu. Ciddi ciddi ne tür bir dünyaya çattığımı düşünmeye başladım. Anlaşılan kentsel dünyanın ne dağlardan, ormanlardan, nehirlerden ve hayvanlardan oluşan gerçek dünyadan, yani kırsal dünyadan ne de Tanrı’nın düşüncelerinden (bitkiler ve kristaller) haberi vardı. Bu düşünce beni rahatlatıp özsaygımı yeniledi. Tüm öğrenme zenginliğine karşın, kentsel dünyanın zihinsel açıdan oldukça kısıtlı olduğunun bilincine varmıştım. Bu sezgi tehlikeli oldu çünkü beni kendini beğenmişlik nöbetlerine, yersiz eleştirilere ve saldırganlığa yöneltti. İnsanlar benden hoşlanmamaya başladılar. Haklıydılar da. Bunun sonucunda, bütün eski kuşkular, aşağılık duyguları ve bunalımlar yinelendi. Çözümlemeye kararlı olduğum kısır bir döngüydü bu. Garip biri olduğumla ilgili namımı beğenip oturacağıma, dünyanın dışında kalmamaya karar verdim.

İlk deneme dersimi verdikten sonra anatomi bölümüne araştırma görevlisi oldum. Ondan sonraki dönemde, beni histoloji kursunun başına getirdiler. Bu beni çok mutlu etmişti. En çok evrim kuramı ve karşılaştırmalı anatomi ilgimi çekiyordu. Neovitalistik doktrinlerle tanışmam da o zamana denk düşer. Genel anlamda, morfolojik bakış açısı beni çok heyecanlandırıyor, tersine fizyoloji hiç ilgimi çekmiyordu. Bu bilim dalını bu denli itici bulmamın nedeni hayvanların yalnızca içlerini göstermek için canlı canlı kesilmesiydi. Sıcakkanlı hayvanların beynin emriyle makine gibi davranan yaratıklar olmadıkları, bizim akrabalarımız oldukları düşüncesini kafamdan atamıyordum. Bu nedenle, bu tür derslerden olabildiğince kaçıyordum. Hayvanlar üzerinde deneylerin gerekli olduğunu bilmeme karşın, bu kesip biçmeleri son derece iğrenç ve barbarca buluyordum. Her şeyden çok da, gereksiz olduklarına inanıyordum. İşlemi kuramsal açıdan anlattıklarında, bunları gözümün önüne getirecek yeterli düş gücüm zaten vardı. Hayvanlara duyduğum yakınlık, Schopenhauer’in felsefesinde var olan Budist yaklaşımlarla ilgili değildi. Zihnin ilkel devinimlerinin derinlerdeki temelinden, yani hayvanlarla bilinçdışı özdeşleşmeden kaynaklanıyordu. Kuşkusuz o zamanlar, bu son derece önemli psikolojik gerçekten haberim yoktu. Fizyoloji bana öylesine itici geliyordu ki, sınav sonuçlarım her zaman öbür derslere oranla düşük oluyor, paçayı zor kurtarıyordum.

Kliniklerde geçen dönemler öylesine yoğundu ki, dağda bayırda dolaşmaya zaman kalmıyordu. Kant’ı ancak pazar günleri irdeleyebiliyor, Eduard von Hartmann’ı adeta yutuyordum. Nietzsche uzun bir süredir programımdaydı fakat henüz hazır olmadığımı sezinlediğim için başlamakta kararsızdım. O günlerde çok tartışılıyordu ve yaklaşımlar çoğunlukla olumsuzdu. Çok yetenekli felsefe öğrencileri arasında yapılan Nietzsche tartışmalarından da üst düzeydeki entelektüellerin ona çok olumsuz baktıklarını anlayabiliyordum. Kuşkusuz, en büyük otorite Burckhardt’tı ve onunla ilgili birçok eleştiri çevrede duyuluyordu. Üstelik, üniversiteden onu şahsen tanıyan kişiler hiç de hoş olmayan şeyler söylüyorlardı. Oysa çoğu, Nietzsche’den tek kelime bile okumamışlardı. Söylenenler genelde davranışlarıyla ilgiliydi. Örneğin, kendine beyefendi süsü vermesi, piyanoyu çalış tarzı ve üslubundaki abartılar konuşuluyordu çoğunlukla. Özellikleri, o günlerde Basel’in iyi insanlarının sinirine dokunuyordu. Doğal olarak, bu söylentiler benim Nietzsche’yi okumamı erteleyemezdi. Tersine, daha da kışkırtıyorlardı. Beni alıkoyan, onun gibi olmaktan gizli gizli korkmamdı. Onun da çevreden kopmasına neden olan bir “giz”i vardı. Kim bilir, belki de içsel deneyimlerden geçmiş, bir şeyleri sezmiş ve bunları açıklamak gafletinde bulunmuş ve kimsenin kendisini anlamadığını keşfetmişti. Değişik kişiliği olan egzantrik biri olduğu ya da insanlarca öyle görüldüğü su götürmez bir gerçekti. Ben kesinlikle öyle olmak istemiyordum. Benim de garip biri olduğum düşüncesinin oluşmasından korkuyordum. Bir sürü kalın kitabı olan –si parva componere magnis licet–19 bir profesördü. Akıl almaz bir düzeye ulaşmasına karşın, o da benim gibi bir rahibin oğluydu. Denize dek uzanan büyük Alman ülkesinde doğmuştu. Benim gibi sınırdaki küçük bir kasabanın alçakgönüllü cemaatinden çıkma bir İsviçreli değildi. Almancası kusursuzdu. Latin ve Grek dillerini bilmekle kalmıyor, büyük bir olasılıkla Fransızca, İtalyanca ve İspanyolca da biliyordu. Bense doğru dürüst yalnızca Waggis-Basel lehçesini biliyordum. Sahip olduğu görkemli nitelikler ona egzantrik olma hakkını verirdi. Benimse ona ne oranda benzeyebileceğimi düşünmem bile doğru olmazdı.

Bu kaygılar benim, çok merak ettiğim için onun kitaplarını okumaya karar vermemi önleyemediler. Elime geçirdiğim ilk yapıtı, Unzeitgemäßen Betrachtungen’di20. Bu kitap beni çok heyecanlandırdı. Onun üzerine, Böyle Buyurdu Zerdüşt’ü okudum. Goethe’ nin Faust’u denli etkileyici bir deneyim oldu benim için. Zerdüşt, Nietzsche’nin Faust’u ve 2 no’lu kişiliğiydi ve dağla pireyi karşılaştırmak gibi olsa da, benim 2 numaram, Zerdüşt’ün yerini tutuyordu. Zerdüşt, ürkütücü ve maraziydi. Benim 2 numaram da mı öyleydi? Bu düşüncenin bana verdiği dehşeti uzun bir süre itiraf etmemeye çalıştım fakat ikide bir, durup dururken ortaya çıkıp soğuk terler dökmeme neden olduğu için sonunda beni kendimle yüzleşmek zorunda bıraktı. Nietzsche 2 no’lu kişiliği, yaşamının sonuna doğru, orta yaşı geride bıraktığında keşfetmişti. Oysa ben, çocukluğumdan beri biliyordum. Nietzsche ad verilmemesi gerekli olan bu şeyden, yani arrheton’dan, doğalmışçasına, biraz bilinçsizce ve fazla dikkat etmeden söz ediyordu. Bu durumun sorunlara yol açacağını zamanında sezinlemiştim. Nietzsche öylesine parlak biriydi ki, neler olabileceğini hiç hesaba katmadan henüz gençken bir profesör olarak Basel’e gelmişti. Üstün zekâsıyla, bir şeylerin eksik olduğunu zamanında fark etmesi gerekirdi. Ürkütücü yanılgısı, 2 no’yu, hiç kuşku duymadan, böyle şeylerden hiç haberi olmayan ve hiç anlayamayacak bir dünyaya korkusuzca salıvermesiydi. Çocukça bir umutla, güçlü heyecanlarını paylaşabilecek ve tüm değer yargılarının ötesine geçtiğini kavrayabilecek insanlar arıyordu. Oysa düşündüğünden şaşmayan iyi eğitim görmüş insanlar buldu. İşin trajikomik yönüyse, onun da onlardan biri olmasıydı. Öbürleri gibi o da, söze dökülemeyecek gizeme balıklama atıldığında kendini anlayamadı ve Tanrı’nın terk ettiği coşkusuz bir topluluğa, bu deneyiminin övgülerini yağdırdı. Sözcüklerin bombardımanı, mecazların üst üste yığılması ve bir ilahiyi dinlercesine kendinden geçmeleri, tümü, birbirleriyle bağlantısı olmayan gerçekler uğruna ruhunu satmış bir dünyanın kendisine kulak vermesini sağlamak içindi ve kendi deyimiyle “ip cambazı”, başa çıkamayacağı denli derin bir uçuruma yuvarlandı. Bu dünyanın acemisiydi ve saplantıları olduğu için ancak çok dikkatli davranılarak başa çıkılabilen bir insana benziyordu. Tanıdıklarım ve arkadaşlarım arasında Nietzsche’nin düşüncelerini onayladıklarını açıkça söyleyen yalnızca iki kişi biliyorum. İkisi de eşcinseldi. Biri sonunda intihar etti, öbürü de anlaşılamamış bir dâhi olarak yitti gitti. Öbür arkadaşlarımsa, zaten bağışıklıkları olduğu için Zerdüşt konusunda hiç şaşkınlığa uğramadılar.

Faust bana bir kapıyı açtıysa, Zerdüşt de başka bir kapıyı kapattı ve bu kapı uzun süre kapalı kaldı. İki ineğinin de büyü yüzünden aynı yulara girişini gören yaşlı köylüye dönmüştüm.

İnsanların bildiği şeylerden söz etmedikçe bir yere varılamayağını anlamıştım. Zayıf bir insan, karşısındakilere bilmedikleri bir konuyu anlatmanın ne denli büyük bir hakaret olduğunu anlayamaz. Bu insanlar, böyle bir şeyi yalnızca yazarlar, gazeteciler ve ozanlar yaparsa hoş görebilirler. Yeni bir düşüncenin ya da eskisine oranla değişik olan bir yaklaşımın ancak gerçeklerle iletilebileceğinin farkına varmıştım. Gerçekler kalıcıdır, silip atılamazlar ve er geç biri onlarla karşılaşır ve ne bulduğunun bilincine varır. Daha iyi bir şeylerin gereksinmesi nedeniyle konuştuğumu ve sahip olmadığım kanıtları ortaya koymamam gerektiğini biliyordum. Elimde somut hiçbir şey yoktu. Giderek deneyimin gerekliliğine inanıyor, filozofları deneyimi göz önünde bulundurmadan çene yordukları için suçluyordum. Kanıtlarla yanıt verecekleri yerde susuyorlardı. Bu bağlamda, tümü sulandırılmış din bilimcilere benziyorlardı. Bana, öyle ya da böyle, elmas vadisinden geçip hiç kimseyi, kendim de dahil olmak üzere, aldığım örneklerin çakıl taşlarından öte şeyler olduklarına inandıramazmışım gibi geliyordu.

Bunlar 1898 yılında, tıp adamı olarak mesleğimi daha ciddi bir biçimde düşünmeye başladığım döneme rastlıyor. Kısa bir süre sonra, ihtisas yapmak gerektiğine karar verdim. Ya cerrah ya da dahiliyeci olacaktım. Anatomide özel bir eğitimim olduğu ve patolojiyi tercih ettiğim için cerrahiye daha yatkındım ve büyük bir olasılıkla parasal sorunlarım olmasaydı cerrah olurdum. Baştan beri, okuyabilmek için borçlanmak zorunda kalmam beni çok üzüyordu. Bitirme sınavları biter bitmez ekmek paramı çıkarmak zorunda olduğumu biliyor ve bir kliniğe oranla daha kolay, maaş alabileceğim bir asistanlık bulabileceğim taşra hastanelerinden birinde çalışmayı umut ediyordum. Üstelik, kliniklerde iş bulabilmek genelde klinik şefinin desteği ve sana duyduğu kişisel ilgiye bağlıydı. Popülaritemin tartışılabilirliği ve insanlarla sık sık yabancılaşma yaşadığım için bu konuda şansın bana güleceğini düşünmeye bile cesaretim yoktu. Bu nedenle yerel bir hastanede mütevazı bir işe çoktan razıydım. Ondan sonrası, çok çalışmama, yeteneklerime ve becerime bağlıydı.

Oysa o yaz tatilinde, kader beni çok etkileyecek bir oyun oynadı. Bir gün odamda ders çalışıyordum. Kapı aralıktı. Annemin örgü ördüğü yandaki yemek odasında, babamın büyükannesinin çeyizinden kalma yuvarlak bir ceviz masa vardı. O tarihlerde, aşağı yukarı yetmiş yıllık olmalıydı. Annem, masadan aşağı yukarı bir metre ötede, pencerenin kenarında oturuyordu. Kardeşim okuldaydı. Hizmetçi de mutfakta. Ansızın silah sesine benzer bir ses duydum. Yerimden fırlayıp patlama sesinin geldiği yan odaya koştum. Annemi neye uğradığını şaşırmış, koltukta oturur buldum. Örgüsü yere düşmüştü. “Ne, ne oldu?” diye kekeleyerek sordu. “Gürültü tam yanımda oldu.” Masaya bakıyordu. Baktığımda ne olduğunu gördüm. Masa ortasından kenarına doğru çatlamıştı. Ek yerlerinden birinden değil de, tahtanın tam ortasından. Şaşırıp kaldım. Böyle bir şey nasıl oluyordu? Yetmiş yıldır kuruyan ağaç, oranın iklimsel özelliği olan oldukça nemli havada nasıl çatlamıştı? Soğuk ve kuru bir kış gününde, ancak yanan bir sobanın yanında dursaydı bu olabilirdi. Böyle bir patlamanın nedeni neydi? “Bazen çok garip kazalar olabiliyor,” diye düşündüm. Annem karanlık bir ifadeyle başını salladı. 2 no’lu sesiyle, “Bunun bir anlamı var,” dedi. İstemediğim halde etkilendim. Söyleyecek bir şey bulamamam beni rahatsız etti.

Aşağı yukarı iki hafta sonra, bir akşam altı sularında eve döndüğümde annemi, on dört yaşındaki kız kardeşimi ve hizmetçiyi çok gergin buldum. Bir saat önce kulakları sağır edici ikinci bir patlama olmuş, bu kez ses masadan değil de, on dokuzuncu yüzyılın başlarından kalma ağır büfenin olduğu yerden gelmiş. Büfede çatlak bulamayınca oradaki her şeye baktım. Büfeyi açınca, bir ekmek sepeti, yanında da ekmek bıçağını gördüm. Bıçak birçok yerinden bölünmüştü. Bıçağın sapı dört köşe ekmek sepetinin bir köşesinde duruyordu. Öbür köşelerinde de bıçağın parçaları. Bıçak en son saat dörtte, çay zamanında kullanılmış, sonra yerine konmuş ve bir daha hiç kimse büfeyi açmamış.

Ertesi sabah, kırık bıçağı kentin en iyi bıçakçılarından birine götürdüm. Bıçağı büyüteçle inceledikten sonra, başını salladı ve, “Bıçak kusurlu değil. Çeliği çok iyi. Biri bunu kasten kırmış. Örneğin, bıçak çekmeceye sıkıştırıla sıkıştırıla parçalara ayrılabilir ya da çok yüksek bir yerden taşın üzerine atılırsa böyle olur. Böyle bir şey patlamaz. Biri sizinle dalga geçmiş,” dedi.

Gürültü olduğunda annemle kardeşim odadaymışlar. İkisi de yerlerinden sıçramış. Odaya girdiğimde annemin 2 no’su bana anlamlı baktı. Bense, söyleyecek bir şey bulamadım. Şaşkına dönmüş ve itiraf etmeliyim ki çok etkilenmiştim. Olayı hiçbir biçimde açıklayamamam beni daha da çok rahatsız etti. Bıçak ve masa nasıl ve niçin parçalanmıştı? Yalnızca bir rastlantı olduğu varsayımı mantıklı sayılamazdı. Ren Nehri’nin sularının durup dururken ters yöne akmaya başlaması olasılığı hemen hemen hiç yoktu. Başka varsayımlar da çürüktü. Öyleyse neydi bu?

Birkaç hafta sonra, masa seansları yapan ve bu işte on beş yaşlarında medyum bir kızı kullanan akrabalarım olduğunu öğrendim. Seansa katılanlar, uyurgezer gibi dolaşabilen ve ruhsal olaylar yaratan bu medyumla beni tanıştırmayı düşünüyorlarmış. Bunu duyduğumda, evimizde olan garip olayların medyumla herhangi bir biçimde ilgisi olabileceği aklıma geldi. Bu nedenle, cumartesi akşamları düzenli toplanan bu gruba ben de katıldım. Duvardan ve masadan vurma sesleri geliyor ya da iletişim kurulabiliyordu. Masanın, medyumdan bağımsız hareket etmesi kuşku uyandırabilecek gibiydi. Kısa sürede, deneye getirilen kısıtlamaların engelleyici bir etkisi olduğunu fark ettim. Bu nedenle, zaten var oldukları belli olan vurma sesleri yerine, iletişimin içeriğiyle ilgilenmeye başladım. Gözlemlerimin sonuçlarını doktora tezimde açıkladım. İki yıl kadar seansları sürdürdükten sonra sıkılmaya başladık. Medyumu üçkâğıtla olay yaratırken yakaladığım için deneylerden istemediğim halde vazgeçtim. Oysa bu örnekten, 2 no’lu kişiliğin nasıl oluştuğunu ve bir çocuğun bilincine girip onu sonunda nasıl kendisine kattığını öğrenmiştim. Kızcağız, “devrini erken tamamlayanlar”dandı ve yirmi altı yaşında veremden öldü. Onu yirmi dört yaşına geldiğinde bir kez daha görmüştüm. Kişiliğinin bağımsızlığı ve olgunluğu bende derin izler bıraktı. Ölümünden sonra, ailesinden yaşamının son aylarında kişiliğinin yavaş yavaş bölündüğünü, sonunda iki yaşında bir çocuğa dönüştüğünü ve o durumda son uykusuna yattığını öğrendim.

Önemli olan, bu olayın daha önceki düşünce sistemimi tümüyle yok ederek bana psikolojik bir bakış açısı kazandıran çok önemli bir deneyim olmasıydı. İnsan ruhuyla ilgili nesnel gerçekler keşfetmiştim fakat deneyimin niteliği bir kez daha konuşmamı engelliyordu. Olayı derinlemesine anlatabileceğim birini tanımıyordum. Bir kez daha, düşünmeye değer bir şeyleri rafa kaldırmak zorunda kaldım. Tezimin konusunu da birkaç yıl sonra bu oluşturdu.

Klinikte, yaşlı Immermann’ın yerine Friedrich von Müller geçmişti. Müller’in kafa yapısı bana uyuyordu. Keskin bir zekânın sorunsalları nasıl kavradığını ve çözümlerinin yarısı içlerinde gizli olan soruları nasıl oluşturduğunu görebiliyordum. Sanırım o da bende bir şeyler bulmuştu, çünkü çalışmalarımın sonuna doğru atandığı Münih’e asistanı olarak onunla gitmemi önerdi. Bu davetin sonucunda kendimi dahiliyeye adamam gerektiğine inanır oldum. O sıralarda, geleceğimin ne olacağıyla ilgili kuşkularımı tümüyle yok eden bir olay olmasaydı gidecektim de. Psikiyatri derslerine ve klinik çalışmalarına katılmama karşın, hocamız insanı bu konuya çeken biri değildi. Üstelik, babamın akıl hastaneleri ve özellikle de psikiyatriden ne denli olumsuz etkilendiğini unutamadığım için bu alanın benim için özel bir yeri yoktu. Bu nedenle, devlet sınavına çalışırken psikiyatri kitabını en sona bırakmıştım. Hiç unutmuyorum, Krafft-Ebing’in kitabını elime aldığımda, “Bakalım, bir psikiyatrist neler yumurtlayabiliyor,” diye düşünmüştüm. Dersler ve klinikte vakaların sunulması üzerimde en ufak bir iz bile bırakmamıştı. Klinikteki tek bir vakayı bile anımsamazken, sıkıntımı ve nefretimi hiç unutamıyordum.

Önsözle başladım. Bir psikiyatrın konusunu nasıl sunduğunu ya da en azından, varoluşunun gerekçelerini nasıl açıklayacağını merak ediyordum. Böylesine yüksekten bakmamın nedenini söylemem gerekir. O zamanlar, psikiyatri genelde hor görülürdü. Kimsenin bu konuda doğru dürüst bir bilgisi yoktu. Ayrıca, insanı bütün olarak ele alan ve patolojik farklılıklarını o bütünün içinde değerlendiren bir psikoloji de yoktu. Eski cüzam hastanelerinde olduğu gibi, klinik kentin uzağına kurulmuştu ve dış dünyayla ilişkisi kopuktu. Hastanenin başhekimi hastalarıyla birlikte kilitli kapılar ardındaydı ve herkes oradan gözlerini kaçırırdı. Doktorlar, bu konuda hiçbir şey bilmeyenlerden pek bir farkları olmadığı için insanların bu tutumunu yadırgamıyorlardı. Akıl hastalığı umutsuz ve ölümcül olarak nitelendiriliyor ve bu görüş psikiyatriye gölge düşürüyordu. Benim de kısa sürede kişisel deneyimlerimden çok iyi öğreneceğim gibi, psikiyatristlere o zamanlar biraz garip insanlar gözüyle bakılıyordu.

Önsözde şöyle diyordu: “Psikiyatri alanının kanıksanmamış özellikleri olması ve gelişmesinin tamamlanmış olmaması, bu konudaki kitapların oldukça öznel niteliklere sahip olmasına yol açmıştır.” Birkaç satır sonra da yazar, “psikoz”ları kişilik hastalıkları olarak nitelendiriyordu. Kalbim deli gibi çarpmaya başladı. Kalkıp soluklanmak gereğini duydum çünkü kafamda bir şimşek çakmıştı. Benim için tek amaç psikiyatri olabilirdi. Böylece, ilgimin iki değişik kanalı birlikte ilerleyebilir ve birleşerek akabilecekleri bir dere yatağı oluşturabilirlerdi. Her yerde boş yere arayıp bulamadığım biyolojik ve ruhsal gerçeklerin birlikte deneyime uygulanabileceği tek alan buydu. Doğanın ve ruhun çarpışmasının gerçekleşebileceği nokta sonunda ortaya çıkmıştı.

Krafft-Ebing’in psikiyatri ders kitaplarını “öznel” diye nitelendirmesi çok tepkime yol açtı. “Demek ki kitabın yarısı, yazarın itiraflarına ayrılmış,” diye düşündüm. Kendine özgü önyargısı ve tüm benliğiyle, deneyimlerinin nesnelliğini göz ardı edip “kişilik hastalıkları”na tümüyle kendi kişiliğiyle tepki veriyordu. Klinik hocamdan hiç böyle bir şey duymamıştım. Krafft-Ebing’in kitaplarının bu konuda yazılmış kitaplardan çok büyük bir ayrıcalığı olmamasına karşın, değindiği birkaç nokta psikiyatri sorunsalına öylesine ışık tutuyordu ki, vazgeçemezcesine psikiyatrinin çekiciliğine kapıldım.

Karar verilmişti. Dahiliye hocama kararımı bildirdiğim de yüzünde şaşkın bir ifade belirdi. Düş kırıklığına uğradığı belli oluyordu. İnsanlara yabancı olduğum ve başkalarını kendimden uzaklaştırdığım duygusu yinelendi. Eski yaram depreşmişti. Oysa nedenini artık anlayabiliyordum. Kendim dahil hiç kimse bu belirsiz yan yola sapacağımı düşlememişti bile. Arkadaşlarım şaşırıp diyecek bir şey bulamadılar. Dahiliyede hâlâ çekiciliğini hissettiğim, aklı başında bir kariyer yapmak varken psikiyatri denen saçmalığa kapıldığım için bana aptal gözüyle bakıyorlardı.

Kimsenin beni izleyemeyeceği ya da izlemek istemeyeceği dar bir boğaza girdiğimin bilincindeydim fakat hiç kimsenin beni kararımdan caydıramayacağını da biliyordum. Kararım kesindi ve bu benim kaderimdi. Sanki birleşen iki nehir, tek bir akıntıyla beni almış, uzak amaçlara doğru sürüklüyordu. “Bütünleşmiş çift kişiliğim” olduğu düşüncesine öylesine güveniyordum ki, bu düşünce gizemli bir dalga gibi beni alıp sınavları çok iyi bir dereceyle geçirdi; fakat tüm mucizelerin yolunu kesen taşa takılıp tökezledim. En iyi bildiğim ders olan patolojik anatomide oldu bu. Hem de gülünç bir biçimde. Bir preparatta, yalnızca epitelyal hücreler olduğunu varsayıp köşede saklanan mantarları göremedim. Öbür konularda sorulacakları bile tahmin edebildiğim için birçok tehlikeli engeli başarılı bir biçimde aşabildim. Kendime çok güvendiğim bir zamanda, intikam alınmış, çok kötü bir biçimde aptal yerine konmuştum. Bu hatayı yapmasaydım sınavlarda en yüksek notu alabilirdim.

Başka bir aday benim kadar puan aldı. Yalnız biriydi. Ne tür bir kişiliği olduğunu doğru dürüst çözememiştim. Kuşku uyandıracak denli bayağıydı. Onunla mesleğin en basit noktaları dışında bir şey konuşamazdınız. Bunun dışında, söylediğiniz her şeye, bana Ege’ deki Yunan heykellerini anımsatan gizemli bir gülümsemeyle karşılık verirdi. Herkese tepeden bakmasının altında sanki utangaçlık yatıyor ve hiçbir zaman gerginliğini üzerinden atamıyordu. Yoksa bir tür aptallık mıydı bu? Ne olduğunu bir türlü kestiremiyordum. Kesin olan tek şey neredeyse, tek bir şeye yönelmiş olan hırsıydı. Tıptaki katı gerçekler ve tanımlar dışında hiçbir şeyle ilgilenmiyordu. Birkaç yıl sonra şizofren oldu. Bunları anlatmamın nedeni, olayların paralelliğine tipik bir örnek olmasından. İlk kitabım Dementia praecox (şizofreni) psikolojisi üzerineydi. Çelişkili kişiliğim, kitapta kişilik hastalığının açıklamasını şöyle vermiş: Genel anlamda psikiyatri, hastanın, hasta ruhuyla, ruhunun normal olduğu varsayılan doktorun iletişimidir. Her ikisi de prensipte öznel oldukları için eşanlamlı olan, hasta kişilikle doktor arasında uzlaşma sağlanmasıdır. Amacım, anksiyetelerin ve halüsinasyonların yalnızca ruhsal hastalığın belirgin semptomları olmadıklarını ve birey açısından bir anlamı olduklarını belirtmekti.

Son sınavı verdiğim günün gecesi, yaşamımda ilk kez, çoktan beri istediğim bir şeyi gerçekleştirdim ve operaya gittim. O güne dek parasal durumum böyle bir lüksü karşılayacak durumda değildi. Antikaların satışından kazandığım paranın bir bölümü duruyordu. Böylece, yalnız operaya gitmekle kalmadım, Münih ve Stuttgart’a da gidebildim.

Bizet beni kendimden geçirdi ve sonsuz bir denizin dalgaları üzerine savurdu. Ertesi gün, bir tren beni daha geniş bir dünyanın sınırından geçirirken Carmen’in ezgileri bana eşlik ediyorlardı. Münih’te ilk kez gerçek anlamda klasik sanatla karşılaştım. Carmen’in müziğiyle birlikte sanat beni, derinliğini ve anlamını doğru dürüst algılayamadığım bir ruh haline soktu. Sanki, bir baharı yaşıyorcasına moralim çok yükseldi fakat ne yazık ki 1900 yılı Aralık ayının ilk on günü çok tatsız geçti.

Stuttgart’ta, kocası psikiyatrist olan teyzem Reimer Jung’u görmeye (son kez gördüm) gittim. Büyükbabamın Virginia de Lassauix ile yaptığı ilk evliliğinden olma kızıydı. Işıl ışıl mavi gözleri olan hayat dolu, hoş bir yaşlı hanımdı. Yitip gidecek bir geçmişin son solukları olan vazgeçilmez fanteziler ve anılarla doluydu. Bu ziyaret, çocukluğuma duyduğum özleme de veda etmem oldu.

10 Aralık 1900’de Zürich’teki Burghölzli Akıl Hastanesi’nde asistan olarak göreve başladım. Son yıllarda Basel’de soluk alamaz olduğum için Zürich’te olmaktan memnundum. Basel’liler için Basel’den başka kent yoktur. Onlara göre yalnızca Basel medenidir ve Birs Nehri’nin kuzeyinde barbarların ülkesi başlar. Arkadaşlarım gidişimin nedenini anlayamadılar ve kısa bir sürede döneceğimi düşündüler, fakat bu olacak iş değildi çünkü orada Rahip Paul Jung’un oğlu ve Profesör Carl Gustav Jung’un torunu damgasını sonsuza dek taşımam ve bir entelektüel olduğum için belirli sosyal çevrenin ve ruhun adamı olmam gerekiyordu. Sınıflandırılmak istemediğim ve buna karşı çıktığım için direniyordum. Basel’in entelektüel dünyası kıskanacak denli kente özgüydü fakat geleneklerin baskısını atamıyordu. Zürich’e gelir gelmez, değişik havasını hemen hissettim. Zürich’in dünyayla bağlantısı entelektüel değil, ticaridir. Orada, değerini hiçbir zaman unutamadığım daha özgür bir hava vardır. Zengin bir kültür birikimini özlersiniz fakat yüzyılların koyu renkli sislerinde boğulmazsınız. Eskisi gibi olmadığını bilmeme karşın, Basel’deki kültür birikimine karşı bugün bile içimde nostaljik duygular barındırırım. Bachofen’li, Burckhardt’lı günler, katedralin arkasındaki eski rahipler meclisi binası ve Ren Nehri’nin üzerindeki yarısı tahtadan yapılma eski köprü hâlâ gözümün önünden gitmiyor.

Basel’den ayrılmam anneme zor geldi fakat başka çarem yoktu. O da üzüntüsünü cesurca yüklendi. Benden çok farklı olan narin ve oldukça marazi kız kardeşimle birlikte yaşıyordu. Kız kardeşim sanki evde kalmak için yaratılmıştı. Hiç evlenmedi de. Şaşılacak bir kişilik gelişmesi göstermişti. Tutumuna her zaman hayran kalmışımdır. Önemli sayılmayan bir ameliyatı atlatamadı. En küçük ayrıntısına kadar işlerini daha önceden yoluna soktuğunu öğrendiğimde çok etkilendim. Özünde benim için her zaman bir yabancıydı fakat ona çok saygı duyardım. Aslında çok duyarlı olmasına karşın, her zaman soğukkanlı davranırdı. Bense duygusaldım. Onun da sonunda, büyükbabamın tek kız kardeşinin yaptığı gibi kadınların kaldığı bir yaşlılar evinde yaşayacağını düşünürdüm.

Burghölzli’de işe başlamamla gerçek, amaç, bilinçlilik, görev ve sorumluluktan oluşan bir bütüne dönüştü. Dünyanın manastırına çekilmiştim sanki. Orada olabilirlik, sıradanlık ve anlam yoksunluğu dışında, hiçbir şeye inanmamaya yemin etmiş gibiydiniz. Bilinmeyen ve önemli olan her şeyi yadsımak zorundaydınız. Olağanüstü olanı da sıradanlaştırmanız gerekiyordu. Altında hiçbir şeyin yatmadığı yüzeysellikler, arkası gelmeyen başlangıçlar, tutarsız içerikler, giderek sınırları daralan bilgiler, sorun olduğu savunulan yanlışlar, insanı boğan dar görüşler ve sonu gelmez bir kısırdöngü olağandı orada. Altı ay boyunca, akıl hastanesinin atmosferine ve oradaki yaşama alışabilmek için kendimi o manastır gibi yere kapattım ve psikiyatrik düşünce biçimini anlayabilmek için Allgemeine Zeitschrift für Psychiatrie dergisinin elli baskısını devirdim. Bence psikiyatri, bir akıl hastalığı ortaya çıktığında, sağlıklı olduğu varsayılan ruhu gücü altına alan biyolojik tepkiye verilen bir addan öte bir şey olmadığı için, insanın ruhunun mahvoluşunu gördüğünde ne tür bir tepki gösterdiğini merak ediyordum. Meslektaşlarımı da hastalar kadar ilginç buluyordum. Ondan sonraki yıllarda, gizlice İsviçreli meslektaşlarımın kalıtım geçmişleriyle ilgili istatistikler tuttum ve çok da yararlandım. Bunu yapmamın nedeni bilgimi artırmak ve psikiyatrik düşünce biçiminin kökenlerini anlayabilmekti.

Yaptığım işe yoğunlaşmam ve kendimi dört duvar arasına bilinçli kapatmamın meslektaşlarımdan kopmama neden olduğunu sanırım söylememe gerek yok. Kuşkusuz, psikiyatrinin bana ne denli yabancı geldiğinden ve onun ruhuna girebilmek için ne denli çaba gösterdiğimden haberleri yoktu. O dönemde, henüz tedaviye ilgim uyanmamıştı. Buna karşın, uzun süredir çok istediğim, genel anlamda ruhun derinliklerini kavrayabilme olanağını verdikleri için normal olduğu varsayılan patolojik çeşitlilikler beni neredeyse büyülüyordu.

İşte psikiyatriyi meslek edinmem böyle başladı. Öznel deneyimimden nesnel yaşamım doğdu.

Kendime uzaktan bakıp kaderimi gerçekten nesnel bir biçimde gözlemlemeyi istemiyorum. İstesem bile, bunu yapabilecek yeteneğim yok. Böyle bir şeyi yapmaya kalksam, özgeçmişlerde düşülen tipik yanılgıyı ben de yinelemiş olurum. Olması daha doğru gözükenleri hayalci bir biçimde dokur ya da bir apologie pro vita sua21 yaratırım. Sonuçta, insan, kendisini yargılayamayan bir olgudur ve başkalarının iyi ya da kötü yargılarına bırakılmıştır.

  1. (Lat.) Tanrı’nın gönderdiği düşler. (Y.N.)
  2. (Lat.) Fikir birliği. (Y.N.)
  3. İlk defa 1825’te Berlin’de yayımlanan Latince anonim öğrenci şarkısı. (Y.N.)
  4. (Fr.) “Bütün bunlar iyi güzel de, insanın bahçesini işlemesi gerekir.” (Y.N.)
  5. (Lat.) “Küçük şeyler, büyük şeylerle kıyaslanacak olursa” anlamında. (Y.N.)
  6. (Alm.) Zamansız Düşünceler. (Y.N.)
  7. (Lat.) “Kişinin yaşamını savunması” anlamında. (Y.N.)

CARL GUSTAV JUNG
ANILAR, DÜŞLER,
DÜŞÜNCELER
OTOBİYOGRAFİ
Almanca aslından çeviren: İris Kantemir
CAN YAYINLARI