CHARLES DARWİN
DİNSEL GÖRÜŞLERİM (OTOBİYOGRAFİ)
Bu iki yıl boyunca din konusunda çok düşünmek zorunda kaldım. “Beagle” gemisiyle yaptığım yolculuk sırasında tam bir Ortodokstum. Bazı subayların (kendileri de Ortodoks olmalarına karşın), ahlakla ilgili bir konuda, itiraz edilemez bir otorite olarak, İncil’i delil gösterdiğimde bana nasıl içten güldüklerini anımsıyorum. Öne sürdüğüm kanıtın yeniliğinin onları güldürdüğünü sanıyorum. Fakat bu süre içinde (yani Ekim 1836’dan Ocak 1839’a kadar) ben yavaş yavaş, Eski Ahit (Tevrat)’in dünya tarihine ilişkin söylediklerinin açıkça yalan oluşuyla, onun Babil Kule’siyle, kutsal bir öğüt işareti olarak gösterdiği gökkuşağıyla vb., vb. ve onun tanrıya kindar bir tiranın duygularını atfetmesiyle, Hinduların kutsal kitaplarından veya herhangi bir yabanılın dini inançlarından daha büyük bir değer taşımadığı bilincine vardım. O zamanlar, kendimi bir türlü kurtaramadığım bir soru gelirdi aklıma sık sık: Eğer tanrı Hindulara şimdi bir vahiy göndermek isteseydi, acaba tıpkı Hıristiyanlığın bir inançla Eski Ahit (Tevrat)’e bağlandığı gibi, Hinduların da bir inançla Vişnu’ya, Siva’ya vb. bağlanmalarına olanak tanır mıydı? Bu, bana hiç olmayacak bir şey olarak görünüyordu.
Bu konuda daha sonra, herhangi normal bir insanı, Hıristiyanlığın onayladığı tansıklara (mucize) inanmak zorunda bırakmak için, en açık kanıtların gösterilmesi gerekirdi diye düşünerek, doğanın kesin yasalarını bizim için giderek daha fazla inanılmaz olan tansıklardan daha çok anladığımız, uzak geçmişte insanların cahil ve bizim için hemen hemen anlaşılmaz olan şeylere kolayca inandıkları yargısına vardım. İncil metinlerinin, onlarda anlatılan olayların tam meydana gelişi sırasında düzenlendiklerini kanıtlamanın olanağı yok. İncil bölümleri, pek çok önemli ayrıntıyı farklı şekillerde anlatmaktadır; bana öyle geliyor ki, bu, söz konusu farklı anlatımları tanıkların alışıldık belirsizliğine bağlamak için yapılıyor. Az da olsa bir özgünlük taşıdıkları ve değerli oldukları için değil, beni etkiledikleri için ileri sürdüğüm bu ve bunlara benzer düşüncelerin akışı içinde, tanrısal bir vahiy olarak Hıristiyanlığa duyduğum inançtan yavaş yavaş uzaklaşmaya başladım. Yalana dayalı pek çok dinin olağanüstü bir hızla yeryüzünün geniş bir alanına yayılmış olması gerçeği, benim için belli bir önem taşır. Yeni Ahit (İncil) ahlakı o kadar da güzel bir ahlak değil, bu ahlakın mükemmelliğinin, bir ölçüde, bizim hâlâ eğretileme ve alegoriler yüklediğimiz onun yorumuna bağlı olduğunu yadsımanın sanıyorum olanağı yok.
Fakat ben hiç de kendi inancımı yadsıma eğiliminde değildim; ben buna inanıyordum, çünkü her şeyin nasıl yeniden ve yeniden Pompeililere gelen vahiy konusundaki düşsel tasarımlara gelip dayandığını, ya da herhangi bir başka yerde bazı seçkin Romalılar arasında, İncil’de anlatılan her şeyi en şaşırtıcı biçimde doğrulayan karşılıklı yazılmış eski mektuplar veya el yazmalarını iyi anlıyorum. Ne var ki, kendime sağladığımı sandığım tam bir özgürlük sayesinde bile, beni ikna edecek olan bu tür deliller uydurmak benim için giderek daha da zorlaşıyordu. Böylece yavaş yavaş içimde bir inançsızlık yer etmeye başladı, en sonu büsbütün dinsiz oldum. Fakat bu o kadar yavaş oldu ki, en ufak bir üzüntü duymadım ve o günden beri, vardığım yargının doğruluğundan hiçbir zaman, bir saniye bile olsun kuşkuya düşmedim. Gerçekten de, herhangi bir kimsenin Hıristiyan öğretisinin gerçekleşmesini nasıl isteyebileceğini anlayacak durumda olduğumu sanmıyorum, çünkü eğer bu öğreti yalın şekliyle İncil metninin gösterdiği gibiyse, anlaşılan dinsiz insanlar –onların arasında babamın, kardeşimin ve hemen hemen en iyi dostlarımın da olması gerekirdi– sonsuz bir ceza çekecekler. İğrenç bir öğreti!
Ben şahsen, tanrının varlığı konusunda yaşamımın çok geç döneminde fazla kafa yormaya başlamış olmama karşın, şimdi kaçınılmaz olarak vardığım belirsiz bir yargıyı öne sürüyorum. Paley’in açıkladığı gibi, belli bir amaca yönelik planın doğadaki varlığına dayanan eski bir kanıtın (tanrının varlığı), bana geçmişte o denli inandırıcı gelen bu kanıtın, bugün, doğal ayıklama yasasının bulunmasından sonra temelsiz olduğu anlaşılmıştır. Biz artık daha fazlasını savlayamayız, örneğin, herhangi bir çift taraflı yumuşakçanın mükemmel tarzda düzenlenmiş kilidi akıllı bir varlık tarafından yapılmış olmalıydı, tıpkı bir insanın yaptığı kapı kilidi gibi. Öyle görünüyor ki, canlı varlıkların değişebilirliğinde ve belli bir planın doğal ayıklamanın işleyişindeki varlığı, esen rüzgârın yönündekinden daha fazla değildir. Doğada her şey kesin yasaların sonucunda olmaktadır. Bununla birlikte ben, bu sorunu “Evcil Hayvanlar İle Kültür Bitkilerindeki Değişimler” adlı yapıtımın sonunda inceledim ve bildiğim kadarıyla, orada ileri sürülen kanıtlar bir kez olsun herhangi bir itirazla karşılaşmadı.
Fakat her adımda karşımıza çıkan sayısız mükemmel araçları bir kenara koyarsak, yine de şu soruyu sorabiliriz: Dünyanın genel olarak iyiliğe dayalı düzeni nasıl açıklanabilir? Gerçekten, dünyada bazı yazarlar, öylesine büyük acılara boğulmuş durumdalar ki, algıladıkları varlıkları hesaba katarak, dünyada acının mı mutluluğun mu daha fazla yer ettiği ve dünyanın genel olarak iyi mi yoksa kötü mü olduğu konusunda bir kuşkuyu dile getirmekteler. Kanımca, kanıtlanması zor olmasına karşın, mutluluğun daha ağır bastığına kuşku yok. Ama eğer bu haklı bir yargıysa, bizim doğal ayıklamanın işleyişinden bekleyebildiğimiz sonuçlarla bu yargının tam bir uygunluk içinde olduğunu kabul etmek gerek. Herhangi bir türün bütün üyeleri, şayet devamlı ve en üst düzeyde acı duymuş olsaydılar, o zaman kendi türlerinin devamını unuturlardı. Biz insanlarda böyle bir şey söz konusu değil, ancak, bunun hiç olmadığını ya da en azından sık sık olduğunu düşünmenin hiçbir dayanağı yok. Üstelik, bazı diğer düşünceler, duyumsayan bütün varlıkların, bir kural olarak, mutluluğun tadını çıkaracak şekilde düzenlendiklerini tahmine zorlamaktalar bizi.
Bütün varlıkların maddi organlarının (corporeal and mental organs) ve psişik yaşamlarının (maddi organları taşıyan varlık için ne yararlı ne de zararlı olan organların dışında) doğal ayıklama yoluyla veya en çok uyum sağlayabilenin daha fazla yaşamasıyla geliştiğine (egzersiz veya alışkının birlikte devinimi) benim gibi inanan her insan, bu organların, onları taşıyanların diğer varlıklara karşı başarıyla yarışabilmeleri ve bu sayede sayısal olarak artmalarıyla şekillendiğini kabul etmek zorunda kalacaktır. Bir türün en iyisinin seçilmesi (ayıklanması) için hayvanlar, örneğin ağrı, açlık, susuzluk, korku gibi acı veren duyguların yanı sıra, yeme, içme ve ayrıca türün üreme sürecinin işlemesi vb. hoşnut kılıcı eylemleri yaratabiliyor, ya da yiyecek arama eyleminde olduğu gibi birini diğeriyle (acı verenle hoşnut kılanı, ç.) birleştirebiliyorlar. Fakat ağrı veya diğer acı veren her türlü etken uzun sürerse, bu etkenler büyük veya aniden ortaya çıkan herhangi bir tehlikeye karşı canlı varlığın kendini koruma dürtüsünü çok iyi harekete geçirmelerine karşın, bir bezginlik doğuruyor ve canlının eylem yeteneğinin azalmasına yol açıyorlar. Diğer yandan tatlı duyumlar, hiçbir ezici etkide bulunmaksızın uzun sürebilmekte ve bütün sistemlerin etkinliğini yükseltmektedirler. Demek ki, duyumsayan varlıkların tümü ya da çoğunluğu bu şekilde, doğal ayıklama yoluyla gelişmiş oluyorlar; hoşa giden duyumlar onlara alışılmış rehberler olarak hizmet ediyorlar. Biz bunu, maddi ve zihinsel güçlerimizin bizde –bazen çok büyük oranda– gerginlik yaratan hoşnutluk duygusunda, her gün yemek yemenin verdiği zevkte, özellikle de diğer insanlarla ilişkilerimizden ve ailemizdeki bireylere karşı duyduğumuz sevgiden doğan hoşnutlukta gözlemleriz. Bir alışkı olarak sergilenen ya da sıkça yinelenen bu tür hazların tamamı, duyumsayan varlıkların çoğunu hoşnut kılmaktadır –ben bundan hemen hemen kuşku duymuyorum; çoğu zaman azımsanmayacak düzeyde acı çekilmesine karşın, yaşanan mutluluk çekilen acılardan daha fazladır. Bu acılar tamamen ‘Doğal Ayıklama’, yani devam eden ve sadece her türe diğer türlerle giriştiği son derece karmaşık ve değişken koşullar altında süren yaşam savaşımında, olabildiğince büyük başarılar sağlamaya yönelik bir eyleme inanışla birlikte yaşanıyor.
Dünyada çok fazla acı yaşandığı gerçeğini hiç kimse yadsımaya çalışmıyor. Kimi düşün adamları, acının sözde insan ahlakını mükemmelleştirdiğini sanarak, bu gerçeği insan ilişkileri çerçevesinde açıklamaya kalkıştılar. Yeryüzündeki insan sayısı, duyulara sahip diğer bütün varlıkların sayısıyla kıyaslandığında bir hiçtir, ama insanlar ahlak mükemmelliği konusuyla hiçbir ilintisi olmaksızın, sık sık çok ağır acılar yaşamak zorunda kalıyorlar. Evreni yaratabilen tanrı olarak, o denli güçlü ve o denli bilgiyle dolu bir varlık, bizim dar usumuzda sonsuz erk sahibi ve her şeyi bilen bir varlıkmış gibi canlanıyor; tanrının iyilikçiliğinin sınırsız olmadığı düşüncesi ise, ona bakışımızda bir soğukluk yaratıyor, çünkü neredeyse sonu belirsiz bir zaman boyunca en alt basamaktaki milyonlarca hayvanın acısı nasıl bir avantaj olarak gösterilebildi? Akıllı bir ilk nedenin (yaratıcı, ç.) varlığına karşı yöneltilmiş ve dünyada acının var oluşuna dayanan bu pek eski kanıt bana çok güçlü görünüyor, bu arada acının niceliksel olarak yüksek düzeydeki bu varlığı, az yukarıda belirtilmiş olan, bütün organik varlıkların değişim ve doğal ayıklama yoluyla geliştikleri yönündeki görüşe uygun düşüyor.
Günümüzde akıllı bir tanrının varlığını kanıtlama doğrultusunda en çok bilinen argüman, derin içsel kanı ve insanların çoğunluğu tarafından duyumsanan duygulardan dolayı yok olmaktadır. Fakat Hinduların, Müslümanların ve diğer dinlerden olanların, bir tek veya birçok tanrının varlığını, ya da –Budistler gibi– hiçbir tanrının olmadığını aynı şekilde ve aynı güçle kabul edebildiklerinden kuşku duymak uygun olmaz. Bizim tanrı dediğimiz varlığa inandıklarına ilişkin, herhangi bir doğru savda bulunmanın olanaksız olduğu çok sayıda yabanıl kabile de varlığını sürdürüyor bugün: Onlar, gerçekten, ruhlara veya düşsel varlıklara inanıyorlar; Taylor ile Herbert Spencer’ın belirttikleri gibi, bu tür inançların nasıl doğdukları, büyük olasılıkla açıklanabilir.
Geçmişte, hemen yukarıda sözünü ettiğimize benzer duygular, beni tanrının varlığına ve ruhun ölümsüzlüğüne kesin olarak inanmaya götürmüştü (yine de, din duygusunun bende güçlü bir şekilde geliştiğini düşünmüyorum). Muazzam Brezilya ormanlarının tam merkezinde bulunduğum dönemde, “Günlüğüm”e, “insan ruhunu dolduran ve yücelten şaşma, hayranlık ve saygı gibi yüceltilmiş duygular konusunda, şu kadarcık olsun doğru bir düşünce ortaya koymanın olanağı yok” diye yazmıştım. ‘Bir insanda, kendi bedeninin yaşam eyleminden daha fazla hiçbir şeyin olmadığı’ şeklindeki düşüncemi iyi anımsıyorum. Ama bugün olsa, en görkemli manzaralar bile bende bu tür düşünce ve duyguları uyandıramazdı. Benim renkleri seçme yeteneğini yitirmiş bir insana benzediğim söylenebiliyor haklı olarak ve insanların kırmızı rengin varlığı konusundaki genel inancı, ne de olsa bu rengin (gerçek) olmayışının kanıtı olarak bir değer taşıyan benim kırmızı rengi algılama konusundaki bu yeteneksizliğimi ortadan kaldırıyor.
Eğer bütün ırkların bütün insanları tanrının varlığına ilişkin aynı içsel inanca sahip olsaydılar, bu kanıt inandırıcı olurdu, ama biliyoruz ki gerçekten işin aslı hiç de öyle değil.
Bu nedenle ben, bu gibi içsel kanı ve duyguların, tanrının gerçekten var oluşunun delili olarak bir anlam taşıdığını kabul etmiyorum. Geçmişte, muazzam manzaraların bende uyandırdığı ve tanrı inancına içten bağlı olan o ruhsal durum, aslında sık sık yücelik duygusu olarak adlandırılan durumdan ne farklı bir şeydi, ne de bu duygunun doğuşunu açıklamak o denli zordu. Bu duygunun, belirsiz de olsa müzikle uyandırılan aynı tür güçlü duygulardan daha büyük bir haklılıkla tanrının varlığının kanıtı olarak gösterilebileceğini sanmıyorum.
Ölümsüzlük konusuna gelince; bugün fizik bilginlerinin çoğunluğunun bağlı olduğu, özellikle de herhangi büyük bir gök cismi güneşle çarpışmaz ve bu yolla ona yeni bir yaşam sunmazsa, güneş ve bütün gezegenler yaşam açısından zamanla çok fazla soğuyacak görüşünün üzerinde durulduğu gibi, ölümsüzlük kavramına da son derece güçlü bir şekilde ve neredeyse içgüdüsel olarak inanılmakta, ancak bu, (öyle açıkça) hiçbir şey göstermiyor bana. Eğer uzak gelecekte insanın bugünkünden çok daha mükemmel bir varlık haline geleceğine benim gibi inanılsa, o zaman insan ve duyu yeteneğine sahip diğer bütün varlıkların o denli yavaş ilerleyen bir süreçten sonra tamamen yok olmaya mahkûm oldukları düşüncesi, katlanılmaz olur. Dünyamızın yıkımı, insan ruhunun ölümsüzlüğünü kayıtsız şartsız kabul eden bir kimseye, o kadar korkunç görünmeyecektir.
Tanrının varlığına inanmanın diğer bir kaynağı, duygulara değil, usa bağlı olan kaynak, çok daha önemli ölçüde etkiledi beni. Bu kaynak, belirsiz bir olayın veya zorunluluğun sonucu olarak, uzak geçmişe ve geleceğe bakma yeteneğiyle birlikte insan da buraya dahil olmak üzere, bu engin ve olağanüstü evreni betimlemenin büyük zorluğundan veya hatta olanaksızlığından ibarettir. Bu şekilde düşünerek, bir ölçüde insan usuna benzer bir anlağa (us) sahip, yani Teist (tanrı) adını layık gördüğüm bir İlk Neden’e yönelmek zorunda duyumsuyorum kendimi (bu yargının aşağı yukarı “Türlerin Kökeni”ni yazdığım dönemde güçlü bir tarzda bana egemen olduğunu anımsayacak durumdayım, ama o dönemle birlikte bu yargının başlangıçta benim için taşıdığı önem çok yavaş ve pek fazla kararsızlık yaşanmadan giderek zayıfladı). Fakat o zaman, insan usunun bu tür geniş yargılara varma girişimlerine güvenilebilir mi diye bir kuşku belirdi bende; daha aşağı düzeydeki organik hayvanların sahip olduğu zayıf usa bakarak, insan usunun gelişmiş olduğuna nasıl kesin olarak güvenebilirim? Neden sonuç arasında var olan, ama bir olasılık sadece miras alınan deneyime bağlı olarak taşıdığı zorunlulukla (nitelik) bizi şaşırtan böyle bir bağıntının sonucuyla bir ilişkimiz yok mu bu noktada? Çocuklar için tanrı inancını bir yana atmak, bir maymunun içgüdüsel korkularını ve yılana duyduğu nefreti bir kenara bırakması kadar güç olacağından,
bu inancı çocukların usuna sürekli aşılamanın ve çok güçlü şekilde yaratılan, belki de onların tam gelişmemiş beyinlerine miras bırakılan etkinin olabilirliğini de gözden kaçırmamak gerek. Bu denli güç sorunların azıcık da olsa aydınlatılabileceği savında bulunamıyorum. Bütün şeylerin başlangıcındaki gizler bizim için çözümlenemezdir; bana gelince, bir agnostik (bilinemezci) olarak kalmakla yetinmem gerekecek.
Bir insan, tanrının bireysel varlığına veya cezasıyla, ödülüyle ölümden sonraki yaşama ilişkin inancı sağlam olmamakla birlikte, taşıdığı inancı hiçbir zaman terk etmeyebilir; ben bir dereceye kadar, yaşam ilkesi olarak sadece bir şeyi seçmek ve bu konuda yargıda bulunmak durumundayım: İnsanda en güçlü olan ya da ona en güzel gelen içtepi ve içgüdülere uymak. Bir köpek bu şekilde hareket eder, ama o bunu bilinçsizce yapar, bu arada bir insan gibi sezebilir, arkasına bakabilir ve kendi farklı duygularını, isteklerini ve anılarını karşılaştırabilir. Ve işte, insan, bütün düşün adamlarıyla düşünce birliği içinde, belli içtepileri, özellikle de toplumsal içgüdüleri izleyecek olursa, en yüksek düzeyde bir hoşnutluk kazandığını anlayacaktır. Bir insan diğer insanların iyiliği için çalışacak olursa, kendi yakınlarından takdir görecek ve birlikte yaşadığı insanların sevgisini kazanacaktır ve bu sevgi de, kuşkusuz, yaşadığımız dünyada alabileceğimiz en büyük tattır. Alışkanlık haline geldiklerinde, neredeyse içgüdü olarak adlandırılabilecek yüksek içtepilerinden çok, severek boyun eğdiği kendi duygusal tutkuları onun için yavaş yavaş katlanılmaz olacaktır. Sahip olduğu us, zaman zaman, öteki insanların düşüncelerine aykırı davranmak zorunda olduğunu fısıldayabilir ona, ki bu durumda onların takdirini hak etmez, ancak o yine de, kendi derinleştirilmiş düşüncesini veya vicdanını izlediği bilincinden hareketle, tam bir hoşnutluk duyacaktır. Bana gelince, sürekli bilimle ilgilenerek ve bütün yaşamımı bilime adayarak doğru yaptığımı düşünüyorum. Ben herhangi bir ciddi günah işlemedim, bu nedenle de bir vicdan azabı çekmiyorum, ancak yakınlarıma daha fazla ve doğrudan bir iyiliğim dokunmadı diye, fazlasıyla üzüntü duydum. Çok hasta oluşum, bunun yanında, başka bir konudan veya uğraşıdan bir diğerine geçişi benim için çok zorlaştıran ussal yapımın durumu, sığındığım biricik, ama yetersiz bir özür oluyor. Zamanımın sadece bir kısmını değil, tamamını iyi işlere ayırma olanağım olsaydı, bu beni önemli ölçüde hoşnut kılardı, diye hayal edebiliyorum.
Dinsel inançsızlığın ya da akılcılığın (rasyonalizm), benim yaşamımın ikinci yarısı boyunca yayılmasından daha dikkate değer bir şey yok. Babam, evlilik nişanım öncesinde (dine yönelik) kuşkularımı özenle gizlememi öğütledi, çünkü bu tür açıkyürekliliğin evlenen kişilere ne denli büyük felaketler getirdiğini görmüş olduğunu söyledi. Kadın veya kocası hastalanıncaya kadar işler yolunda gidiyormuş, ama bu kadınların kendi kocalarının ruhlarının kurtarılabileceğinden kuşku duymaları ve bu kuşkuyla kocalarının acı çekmelerine neden olmaları yüzünden, kimi kadınlar o zaman büyük acılar çekmiş. Babam, uzun yaşamı boyunca sadece üç dinsiz kadın tanıdığını ekledi sözlerine; babamın oldukça fazla insanla iyi tanıştığını ve olağanüstü güven kazanma yeteneğiyle farklılığını ortaya koyduğunu da unutmamak gerek. Ona bu üç kadının kimler olduğunu sorduğumda, onların birisinden, kendi baldızı Kitti Vecvud’dan saygıyla söz ederek, böylesine derin bilgili ve akıllı bir kadının dindar olamayacağı yönünde elinde su götürmez kanıtlar bulunmadığını, ancak sadece bir kanı olarak devam eden, belirsiz tahminleri olduğunu itiraf etti. Bugün, pek geniş olmayan tanıdık çevrem sayesinde, inançları kocalarının inançlarından çok daha zayıf birkaç evli kadın tanıyorum (ya da daha önce tanımıştım).
Babam, kendisinin dinsizliğinden kuşkulanarak onu kazanmayı ümit eden Miss Barlo adındaki yaşlı bir bayanın aracılığıyla, sağlam bir argümandan söz etmeyi severdi: “Doktor! Şekerin ağzımı tatlandırdığını biliyorum ve yine biliyorum ki, benim bir Kurtarıcım var.”
Emek, Din ve İnsan
Çeviren: Arif Berberoğlu
Evrensel Basım Yayın