Çocukların içselleştirme süreci ve “Bana nasıl davranılıyorsa ben oyum”

James Hollis’in belirttiği gibi, “Çoğu çocuk, kendisine davranıldığı ve hitap edildiği şekli, kendisi ile ilgili bir ‘gerçek’ olarak içselleştirir”. Bu, çocuğun dış dünyadan aldığı mesajları, özellikle de birincil bakım verenlerden gelenleri, kendi benlik değeri hakkında kesin bir beyan olarak kabul etmesi anlamına gelir.

Çocukluk dönemindeki bu içselleştirme süreci, yetişkinlikteki seçimlerimizi ve davranış kalıplarımızı derinden etkiler. Bunun temelinde, çocuğun egosu henüz tam olarak gelişmediği için “büyülü düşünme” (magical thinking) adı verilen bir bilişsel modun olması yatar. Bu modda çocuk, dünyanın kendisiyle ilgili bir “mesaj” olduğuna ve kendisine yapılan her şeyin, onun ne kadar değerli olduğu veya nasıl davranması gerektiği hakkında bir ifade olduğuna inanır. Çocuklar, anne ve babalarının psikolojik atmosferini, sosyoekonomik kaynaklarını ve diğer kültürel koşulları içselleştirirler.

Bu içselleştirme, özellikle iki ana “varoluşsal yara” kategorisiyle bağlantılıdır:

  1. “Bunaltılma” Yarası (The Wound of Overwhelmment): Çocuğun çevresi karşısında (işgalci ebeveynler, sosyoekonomik baskılar, biyolojik engeller, dünya olayları vb.) esasen güçsüz olduğu deneyimi. Bu durumda çocuk, dış dünyanın akışını değiştirmede güçsüz olduğu mesajını alır. Çocuklukta yaşanan derin bunaltılma deneyimi, kaçınma, geri çekilme, erteleme veya inkar gibi ilkel savunmaların yetişkinlikte derinlemesine programlanmış bir hayat kaçınma modeli haline gelmesine neden olabilir. Örneğin, bir kişi gerçekte sevdiği birine yaklaşmaktan korktuğu için sevmediği biriyle evlenebilir, çünkü o diğerini çocukluğundan miras aldığı kadar güçlü ve korkutucu içselleştirmiştir. Kontrol etme veya aşırı uyumlu olma da bu yaranın diğer mantıksal tepkileridir. Aşırı uyumlu (“nice”) olmanın, yetişkinlikte kişisel bütünlüğün ihlali haline geldiği belirtilir.
  2. “Yetersizlik” Yarası (The Wound of Insufficiency): Çocuğun, ihtiyaçlarının dünya tarafından karşılanmayacağına dair deneyimi. Bu, ebeveynin sürekli olarak orada olmaması, kendi sorunlarına saplanmış olması veya terk edilme gibi deneyimlerden kaynaklanabilir. Bu tür bir yetersizlik deneyimi, çocuğun “ben yeterince değerli değilim” sonucuna varmasına yol açar. Bunun sonucunda kişi, hayattan saklanma, kişisel olasılıklarını küçümseme, riskten kaçınma veya hatta kendi kendini sabote eden seçimler yapma eğilimi gösterebilir. Örneğin, çocuklukta terk edilmiş biri, partnerine karşı sürekli bir güvensizlik yaşayarak bu travmatik geçmişi tekrarlayabilir. Diğer bir tepki ise aşırı telafi etmek ve güç, zenginlik veya başkaları üzerinde egemenlik aramaktır. Narsisizm de bu içsel yoksulluğu gizleme çabası olarak ortaya çıkar. Üçüncü tepki ise başkalarının güvencesini arayan kaygılı, takıntılı bir ihtiyaçtır, ki bu da ilişkilerde sürekli hayal kırıklığına yol açar.

Örnekle Açıklama:

Kaynak metinde Cynthia adında bir kadının hikayesi bu kavramı çok iyi örneklemektedir. Cynthia, ailesinin kısıtlamalarından kurtulduğunu düşünen, hukuk diploması almış, kariyerinde başarılı olmuş bir kadındır. Ancak kırklı yaşlarına geldiğinde, dışarıdan her şeye sahip görünmesine rağmen “hayatımdan nefret ediyorum” diye düşündüğünü fark eder. Depresyonu büyür, vücudu ağrır ve işe gitmek için kendini zorlamak zorunda kalır.

Terapiye geldiğinde gördüğü bir rüya, durumu netleştirir: “Ofisimdeyim, ama aynı zamanda anne babamın yatak odası. Onları göremiyorum ama orada olduklarını biliyorum”. Bu rüya, bilinçdışının Cynthia’ya gönderdiği bir ipucudur. Terapi sürecinde Cynthia, ailesinin kendisi hakkında dayattığı tanımlamalardan kurtulmaya çalışırken, aslında onların zıtlarına yatırım yaptığını fark eder. Yani, ailesinin planlarını reddederken, yine de onların görünmez varlıkları tarafından yönlendirildiğini anlar. Kısıtlayıcı dünyalarından kaçıp telafi edici bir profesyonel dünyaya sığınmıştır, ancak bu onu daha da kısıtlamıştır. Bu, “bana nasıl davranılıyorsa ben oyum” ilkesinin bir sonucudur: Ailesi tarafından “şu olmalısın” mesajı alan Cynthia, bu mesajın karşıtını seçerek bile, yine de ailesinin etkisi altında kalmıştır. Kendi ruhunun istediği bir hayatı değil, tepkisel olarak ailesinin beklentilerinin zıttını seçmiştir.

Benzer şekilde, kaynakta belirtilen Harold’un hikayesi de bu kavramı destekler. Harold, yoksulluk ve ihmal içinde büyür. Bu, onun “yetersizlik” yarasıdır. Hayatı boyunca başarılar elde etmesine rağmen (Harvard’dan mezun olmak gibi), sürekli bir eksiklik hissiyle (deficit) yaşar. Rüyasında, başarıya ulaştığı Harvard Kulübü’nde kimsenin beslenemediğini, ancak kendi kravatındaki düğümü çözerek herkesin yemesini sağladığını görür. Rüyası, onun geçmişindeki eksiklik ve yoksunlukla özdeşleşmesini ve bu yükten kurtulma kapasitesini sembolize eder. O da, ailesinin ve çevresinin ona verdiği “sen değerlisin/değilsin” mesajlarını içselleştirmiş ve bu mesaja göre hareket etmiştir.

Kalıcı Etki ve Dönüşüm:

Çocuklukta içselleştirilen bu kalıplar, genellikle bilinçli kontrolümüz dışında işleyen “kompleksler” olarak adlandırılan enerji kümeleri halinde varlığını sürdürür. Bu kompleksler, geçmişteki travmatik olaylarla yüklenmiş, tekrarlarla pekişmiş ve kişiliğimizin bir parçasını oluşturarak programlanmış tepkiler üretirler. Bu yüzden yetişkinlikte bile “hafızanın bozulmamış yatağında pahalı hayaletleri sürükleriz”, yani bilinçdışımızdaki bu eski programları istemeden tekrarlarız.

Ancak bu tür semptomlar ve rahatsızlıklar, aslında “ruhun bir isyanı”, yani bilinçdışının bize bir mesajı ve daha bilinçli bir yaşam sürmeye daveti olarak görülür. Bu durumlar, egonun (bilinçli benlik) kendini ve dünyayı anlama biçiminin altüst olması anlamına gelir. Bu “karanlık orman” deneyimleri, başlangıçta acı verici ve kafa karıştırıcı olsa da, psikolojik bir büyüme ve ruhsal zenginleşme potansiyeli taşır. Bu, kişinin kendi hayatının “senaristi” olma sorumluluğunu üstlenmesiyle mümkündür.