DSM ve Foucault’nun Delilik Anlayışı: Toplumsal İnşa mı, Bilimsel Sınıflandırma mı?
DSM’nin Ortaya Çıkışı ve İşlevi
Diagnostic and Statistical Manual of Mental Disorders (DSM), Amerikan Psikiyatri Birliği tarafından geliştirilen ve ruhsal bozuklukların tanısal kriterlerini standartlaştırmayı amaçlayan bir sınıflandırma sistemidir. İlk olarak 1952’de yayımlanan DSM, psikiyatri pratiğini düzenlemek, klinik tanı süreçlerini kolaylaştırmak ve araştırma ile tedavi süreçlerinde ortak bir dil oluşturmak için tasarlanmıştır. DSM’nin evrimi, tıbbi bilginin ilerlemesi, toplumsal normların değişimi ve psikiyatrik uygulamaların dönüşümüyle şekillenmiştir. Örneğin, DSM-I ve DSM-II daha çok psikanalitik yaklaşımlara dayanırken, DSM-III (1980) ile birlikte biyomedikal model ön plana çıkmış, tanımlamalar daha yapılandırılmış ve gözleme dayalı hale gelmiştir. Bu değişim, ruhsal bozuklukların nesnel bir şekilde kategorize edilebileceği fikrini güçlendirmiştir. Ancak bu nesnellik iddiası, Foucault’nun deliliğin toplumsal bir inşa olduğu tezine karşı nasıl bir konumda yer alır? DSM’nin standartlaştırılmış yapısı, bireylerin ruhsal durumlarını evrensel bir çerçeveye oturturken, Foucault’nun savunduğu gibi, bireyleri toplumsal normlara uydurmayı mı hedefler, yoksa yalnızca bilimsel bir rehber mi sunar?
Foucault’nun Delilik Anlayışı
Michel Foucault, “Deliliğin Tarihi” adlı eserinde, deliliğin tarih boyunca farklı toplumlarda farklı anlamlar kazandığını savunur. Ona göre delilik, biyolojik bir durumdan çok, toplumsal normların ve güç ilişkilerinin bir ürünüdür. Ortaçağ’da deliler kutsal bir bilgelik taşıyıcısı olarak görülürken, 17. yüzyıldan itibaren akıl hastanelerinin yaygınlaşmasıyla delilik, akıldan sapma olarak tanımlanmış ve toplumdan dışlanmıştır. Foucault, bu dışlamanın, bireyleri disipline etmek ve toplumsal düzeni korumak için kullanılan bir mekanizma olduğunu belirtir. Delilik, onun gözünde, “öteki”yi tanımlamak için bir araçtır; toplumun neyi normal kabul ettiğine bağlı olarak sürekli yeniden inşa edilir. Bu bağlamda, Foucault’nun tezi, deliliğin sabit bir gerçeklik olmadığını, aksine tarihsel ve kültürel bağlamda şekillendiğini öne sürer. DSM’nin standartlaştırılmış tanı sistemi, bu görüşle çelişiyor gibi görünebilir, çünkü DSM, deliliği evrensel ve bilimsel bir çerçevede ele almayı hedefler. Ancak Foucault’nun perspektifinden bakıldığında, DSM’nin kendisi de bir tür toplumsal inşa olarak değerlendirilebilir.
DSM’nin Toplumsal Normlarla İlişkisi
DSM’nin tanı kriterleri, yalnızca tıbbi gözlemlerden değil, aynı zamanda kültürel ve toplumsal normlardan etkilenir. Örneğin, eşcinsellik, DSM-II’de (1968) bir ruhsal bozukluk olarak sınıflandırılmışken, toplumsal hareketlerin ve değişen normların etkisiyle DSM-III’te (1980) bu sınıflandırmadan çıkarılmıştır. Bu durum, DSM’nin nesnel bir bilimsel belge olmaktan çok, dönemin değer yargılarını yansıtan bir metin olduğunu gösterir. Foucault’nun bakış açısıyla, bu tür değişiklikler, deliliğin tanımının toplumsal güç dinamikleri tarafından şekillendirildiğini doğrular. DSM, bireylerin davranışlarını ve deneyimlerini belirli kategorilere ayırarak, hangi davranışların “normal” kabul edileceğine dair bir çerçeve sunar. Bu çerçeve, bireyleri toplumsal beklentilere uymaya zorlayabilir ve Foucault’nun “disiplin toplumu” kavramıyla örtüşebilir. Ancak DSM’nin savunucuları, bu sistemin bireylerin tedavi süreçlerini kolaylaştırdığını ve kaotik bir alana düzen getirdiğini öne sürer. Bu noktada, DSM’nin hem bilimsel bir araç hem de toplumsal kontrol mekanizması olarak işlev gördüğü söylenebilir.
Bilimsel Nesnellik ve Toplumsal İnşa Arasındaki Gerilim
DSM’nin bilimsel nesnellik iddiası, Foucault’nun deliliğin toplumsal inşa olduğu tezine doğrudan meydan okuyor gibi görünse de, bu iki yaklaşım arasında bir gerilim vardır. DSM, ruhsal bozuklukları biyolojik temellere dayandırmaya çalışsa da, tanı kriterlerinin oluşturulmasında öznel yargılar rol oynar. Örneğin, bir davranışın “bozukluk” olarak tanımlanması için, o davranışın bireyde “klinik olarak anlamlı bir rahatsızlığa” yol açması gerektiği belirtilir. Ancak bu “anlamlı rahatsızlık” kavramı, kültürel ve bireysel farklılıklara göre değişebilir. Foucault’nun perspektifinden, bu tür öznel ölçütler, DSM’nin toplumsal normları pekiştiren bir araç olduğunu gösterir. Öte yandan, DSM’nin savunucuları, sistemin standardize edilmiş yapısının, klinik karar alma süreçlerini daha tutarlı hale getirdiğini ve bireylerin uygun tedaviye erişimini kolaylaştırdığını savunur. Bu gerilim, DSM’nin hem bilimsel hem de toplumsal bir metin olarak ele alınması gerektiğini ortaya koyar.
DSM’nin Uygulamadaki Etkileri
DSM’nin klinik uygulamadaki rolü, Foucault’nun tezine farklı açılardan bakmayı gerektirir. DSM, psikiyatristlere ve sağlık uzmanlarına, hastaların semptomlarını hızlı bir şekilde sınıflandırma ve tedavi planı oluşturma imkânı sunar. Örneğin, depresyon ya da anksiyete bozukluğu gibi tanılar, bireylerin tedavi süreçlerini yönlendirmek için pratik bir çerçeve sağlar. Ancak bu süreç, bireylerin deneyimlerini etiketlemeye ve standartlaştırmaya da yol açar. Foucault’nun gözünde, bu etiketleme, bireyleri belirli bir kimliğe hapsederek onların öznelliklerini kısıtlayabilir. Örneğin, bir bireye “şizofreni” tanısı konduğunda, bu kişi artık yalnızca bir hasta olarak algılanabilir ve toplumsal rollerinden soyutlanabilir. Bu durum, Foucault’nun deliliğin bireyi toplumdan dışlama mekanizması olarak işlediği fikriyle uyumludur. Aynı zamanda, DSM’nin tedavi odaklı yaklaşımı, bireylerin acılarını hafifletmeyi amaçlar ve bu yönüyle Foucault’nun eleştirilerinden ayrılır.
Kültürel ve Tarihsel Değişkenlik
DSM’nin farklı sürümleri, tarihsel ve kültürel bağlamlara göre değişiklik göstermiştir. Örneğin, DSM-IV’te (1994) “kültüre özgü sendromlar” bölümü eklenmiş, ancak bu sendromlar ana tanı kategorilerinden ayrı tutulmuştur. Bu durum, DSM’nin evrensel bir sistem olma iddiasını sorgulatır, çünkü kültürel farklılıklar ruhsal bozuklukların tanımını ve algısını etkileyebilir. Foucault’nun yaklaşımı, bu kültürel değişkenliği deliliğin toplumsal inşasının bir kanıtı olarak görür. Örneğin, bazı toplumlarda “duygudurum bozukluğu” olarak tanımlanan bir durum, başka bir kültürde manevi bir deneyim olarak algılanabilir. DSM’nin bu tür farklılıkları standartlaştırma çabası, Foucault’nun eleştirdiği normatif kontrol mekanizmalarını anımsatır. Ancak DSM’nin bu çabası, aynı zamanda küresel sağlık sistemlerinde bir uyum sağlama amacı taşır ve bu, Foucault’nun tezine karşı bir argüman olarak değerlendirilebilir.
Bireysel Öznellik ve Tıbbi Müdahale
DSM’nin tanı koyma süreci, bireylerin öznel deneyimlerini nesnel kategorilere indirgeme eğilimindedir. Örneğin, bir bireyin yaşadığı keder, DSM kriterlerine göre “majör depresif bozukluk” olarak sınıflandırılabilir. Bu sınıflandırma, bireyin duygusal deneyimlerini tıbbi bir çerçeveye oturtarak, onun öznelliğini azaltabilir. Foucault’nun bakış açısıyla, bu süreç, bireyleri disipline eden ve toplumsal normlara uyduran bir mekanizma olarak işler. Ancak DSM’nin savunucuları, bu sınıflandırmanın, bireylerin tedavi süreçlerini hızlandırdığını ve kaotik ruhsal durumlara bir düzen getirdiğini belirtir. Bu noktada, DSM’nin bireysel öznelliği mi bastırdığı, yoksa bireylerin acılarını anlamlandırmalarına yardımcı mı olduğu sorusu ortaya çıkar. Foucault’nun tezi, bu soruya daha eleştirel bir açıdan yaklaşırken, DSM’nin pragmatik yaklaşımı, bireylerin işlevselliğini artırmayı hedefler.
Güç Dinamikleri ve Tanı Süreci
Foucault’nun analizinde, delilik, toplumun güç yapılarının bir yansımasıdır. DSM’nin tanı süreci de bu güç dinamiklerinden bağımsız değildir. Psikiyatristler, DSM’yi kullanarak bireylerin ruhsal durumlarını değerlendirirken, bir tür otorite konumuna yerleşir. Bu otorite, bireylerin davranışlarını “normal” ya da “anormal” olarak sınıflandırma yetkisini içerir. Foucault’nun perspektifinden, bu süreç, bireyleri toplumsal normlara uydurmak için bir araçtır. Örneğin, bir bireyin “dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu” (DEHB) tanısı alması, onun davranışlarını okul ya da iş yeri gibi kurumsal yapılarla uyumlu hale getirme çabası olarak görülebilir. Ancak DSM’nin savunucuları, bu tür tanılar olmaksızın bireylerin toplumsal işlevselliklerinin zarar görebileceğini öne sürer. Bu durum, DSM’nin hem bireyleri destekleyen hem de toplumsal kontrolü pekiştiren bir araç olarak ikili bir rol oynadığını gösterir.
DSM’nin Evrensellik İddiası ve Eleştiriler
DSM’nin evrensel bir tanı sistemi olma iddiası, Foucault’nun deliliğin tarihsel ve kültürel olarak şekillendiği görüşüyle çelişir. DSM, ruhsal bozuklukları evrensel kategoriler altında sınıflandırmaya çalışsa da, bu kategoriler genellikle Batı merkezli bir bakış açısını yansıtır. Örneğin, bazı kültürlerdeki dini deneyimler ya da toplu yas ritüelleri, DSM kriterlerine göre patolojik olarak değerlendirilebilir. Foucault’nun yaklaşımı, bu tür evrenselci iddiaların, farklı kültürel pratikleri marjinalleştirdiğini ve bireyleri tek bir normatif çerçeveye hapsettiğini öne sürer. Öte yandan, DSM’nin standartlaştırma çabası, küresel sağlık sistemlerinde bir uyum sağlama ve tedavi süreçlerini kolaylaştırma amacı taşır. Bu çelişki, DSM’nin hem bilimsel bir araç hem de kültürel bir metin olarak ele alınması gerektiğini gösterir.
Sonuç ve Değerlendirme
DSM’nin sınıflandırma sistemi, Foucault’nun deliliğin toplumsal bir inşa olduğu tezini hem doğrular hem de ona meydan okur. DSM, ruhsal bozuklukları bilimsel bir çerçeveye oturtarak nesnel bir sistem sunmayı amaçlar, ancak tanı kriterlerinin toplumsal normlardan etkilenmesi, Foucault’nun güç ve disiplin mekanizmalarına dair eleştirileriyle örtüşür. DSM’nin evrimi, eşcinsellik gibi tanımların değişmesi ya da kültürel farklılıkların tanınması gibi örneklerle, deliliğin sabit bir gerçeklik olmadığını gösterir. Ancak DSM’nin tedavi odaklı yaklaşımı, bireylerin acılarını hafifletmeyi hedefler ve bu yönüyle Foucault’nun eleştirilerinden ayrılır. Sonuç olarak, DSM ve Foucault’nun delilik anlayışı, bireylerin ruhsal deneyimlerini anlamlandırma biçimleri arasında bir gerilim yaratır. Bu gerilim, deliliğin hem bilimsel hem de toplumsal bir olgu olarak ele alınması gerektiğini ortaya koyar.



