Dünyanın Ruhuna Aşkla: Ekopsikolojiye Yeni Bir Bakış

“Ruhsuz bir dünya bize hiçbir yakınlık sunmaz.”
— James Hillman

Ekopsikoloji ve Derin Psikoloji: Ayrılmaz Bir İkili

Ekopsikoloji üzerine düşünmek, aslında derin psikoloji üzerine de düşünmektir. İkisinin sınırlarını çizmek neredeyse imkânsızdır. Çünkü her ikisi de psyche’yi doğayla bağımızın ayrılmaz bir parçası olarak görür. Theodore Roszak’ın (1992) “ekolojik bilinçdışı” dediği şey, kolektif insan mirasımızın en eski, en içgüdüsel yönüdür.

Carl Jung’un şu sözünü hatırlamak yerinde olur:
“Psikemiz doğanın bir parçasıdır, ve onun bilmecesi doğa kadar sınırsızdır. Dolayısıyla ne psyche’yi ne de doğayı tam olarak tanımlayabiliriz.”

İç ve dış arasındaki ayrım burada çöker. Çünkü psyche, hem içimizde hem de doğanın dokusunda akıp giden canlı bir sırdır.


Şiirsellik Olmadan Doğa Anlatılamaz

Bilim, açıklık ve ölçülebilirlik ister. Ama doğayla kurduğumuz bağ çoğu zaman şiirsel dilin metaforlarına ihtiyaç duyar. John Muir veya Rachel Carson gibi bilim insanları bile, doğaya olan sevgilerini anlatırken romantik bir dile kaymaktan kendilerini alıkoyamamışlardır.

Ekopsikolojiyi de sırf rasyonel tanımlarla sınırlamak, onun özünü yitirmektir. Çünkü bu alan, aynı zamanda hikâye, mit, ritüel ve şiir üzerinden yaşanır.


Doğanın Kucağında Dönüşüm: Rites of Passage

Perluss, bu yazıyı dağların arasında, bir ardıç ağacının gölgesinde, katıldığı bir doğa inzivasında kaleme alıyor. Çalıştığı “School of Lost Borders” programında katılımcılar dört gün boyunca doğada tek başına, yiyeceksiz ve barınaksız kalıyor.

Bu yalnızlık, aslında bir topluluk deneyimi. Çünkü katılımcılar, bir arada bir niyet taşıyorlar: doğayı dinlemek, psyche’ye kulak vermek, yaşam geçişlerini törenle karşılamak.

Katılımcılar arasında bir CEO, bir öğrenci, bir genç anne, bir trans kadın ya da bir büyükanne bulunabiliyor. Farklı geçmişlere rağmen, herkesin doğayla kurduğu bağda benzer bir dönüştürücü güç açığa çıkıyor.

Ve ilginçtir: Hiç kimse modern psikolojinin “tedavi” anlayışıyla oraya gelmiyor. Çünkü doğa, bir “terapi tekniği” değil; yaşayan bir öğretmen, bir ruh arkadaşı.


Modern Psikolojinin Sınırları

Marie-Louise von Franz’ın sözleri çok çarpıcıdır:
“Dış doğayı değiştirmeye ya da insanları teknik yollarla manipüle etmeye kalkıştığımızda, ruhumuzu ve yaşamımızı yıkıma sürükleriz.”

Modern psikoloji, standartlaştırma ve kanıta dayalı pratik arayışıyla, kimi zaman doğanın vahşi çeşitliliğini bastırır. James Hillman’ın dediği gibi, psikoloji çoğu zaman “olduğumuz gibi” ile “olmamız gerektiği gibi”yi aynı anda göstermeye çalışan ahlakçı bir yapıya bürünür.

Ekopsikolojinin tehlikesi, eğer ana akım psikolojiye tamamen entegre olursa, doğayı yalnızca bir “terapi aracı”na indirgeme riskidir. Bu, alanın özündeki ruh ve gizem boyutunu yitirmesine yol açabilir.


Ekopsikoloji Ana Akıma Girmeli mi?

Ana akım psikolojiye girmek, ekonomik değer üretmeyi, yani “etkinlik” göstermeyi gerektirir. Fakat ruh etkin değildir. Ruh, verimlilikle ölçülmez. Bizi beklemediğimiz yönlere götürür, hatta çoğu zaman bildiğimizden vazgeçmeye zorlar.

Bu yüzden ekopsikoloji eğer özüne sadık kalacaksa, bir ölçüde karşı-kültürel olmak zorunda. O, doğanın ve psyche’nin şiirsel gizemini korumalı.


Dünyanın Ruhuna Aşkla

Perluss’un vizyonu net: Ekopsikoloji, dünyanın ruhuna duyulan aşkın psikolojisi olmalı. Standartların ve tekniklerin ötesinde, doğa ile kurduğumuz en derin yakınlıkları beslemeli.

James Hillman’ın dediği gibi:
“Ruhsuz bir dünya bize hiçbir yakınlık sunmaz.”

Ekopsikoloji, bu yakınlığı yeniden kurmamız için çağrıda bulunuyor. Çünkü doğa ile olan bağımızı onarmak, aslında kendi ruhumuzla olan bağı da onarmaktır.

Kaynak Yazı : https://betsyperluss.com/wp-content/uploads/2023/02/For-Love-for-the-Soul-of-the-World.pdf